Maraş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Maraş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Temmuz 2022 Cuma

'Objektif' ve 'Resmi' Tarih


Tarih, 'objektif' ve 'resmi' olmak üzere iki şekilde karşımıza çıkar. 

Objektif tarih, geçmişimizin olmuşluklarıdır, orada; yaşanan övünç-ayıplar ve onların eser, enkaz ve belgeleri yer alır. 

Böylece toplum ve bireyler, geçmişlerinin övünçlerini yineleyebilir, ayıplarıyla da yüzleşebilirler. 

Bu erdemli ve gerçekçi bakış, toplumu da kişileri de saygın kılar.

Resmi tarih ise yapaydır ve korku iklimlerine özgüdür. Bu iklimlerde zalimler, bir düzen kurmuş ve her şey onların denetimi, gözetimi altındadır. Tarih, sanki o egemen gücü ve anlayışı övüp kutsamak için yazılır.

Bu anlayış neyi isterse o yazılır, ona rağmen hiçbir şey yazılamaz!

Böylece gerçeklerin bilgi-belge- tutanakları, gizlenir, yakılır, yırtılır 'yok' edilir. 

Korku ikliminde, bir olayın öznesi ya da tanığı olmuş kişiler; o olayı anlatmadan önce (sonra olacakları düşünerek) otosansür yaparlar, daha sonra da olayı kendi diliyle kurgular, değeriyle yargılar, yetileriyle yazar, çizer, anlatırlar. 

Bu nedenle resmi tarihe, 'ortak dil' demek bir yalan bir aldatmaca! 

Fakat bir de hiçbir şeyi unutmadan yaşatan, bir toplumsal bellek var! 

İşte bu belleğin unutmadığı ve karanlıklar içinde saklanan yüzleşilmedik o kadar ortak acımız var ki...  

Şimdi bunlardan sadece birkaçını anımsayalım: 

Teşkilatı Mahsusa, Topal Osman ve benzeri faşist anlayışlar kullansın diye mahkum olmuş katil, gaspçı ve canilerin hapisten salınması, onların Koçgiri, Dersim, Ardahan, Ağrı, Zilan... köy, kasaba, şehirleri talan edip, katliam yapmaları... 

'12 Mart' ve '12 Eylül döneminde hapishanelerin 'suçsuzlarla' dolup taşması, hapiste ve dışarıda 'başka' sayılan hemen herkesin insanlık suçu sayılan fiillerle karşılaşması... 

Maraş, Çorum, Madımak, Roboski, Suruç, Ankara Gar ... gibi gibi... 

Karanlıkları örten, koruyan öyle yerli ve milli bir duvar var ki, yıkılmadı gitti bu yıkılası duvar! 

***

Dokuz gün önce (20.07.2022) Sınırımızın kuş uçuşu 8 km ötesinde olan Kuzey Irak'ın Dohuk kenti Zaho bölgesine yapılan füze saldırısı sonunda ikisi çocuk 9 kişi hayatını kaybetti, 23 kişi de yaralandı. 

Bu ve benzeri saldırıları her kim yapmışsa lanetlenmelidir. Çünkü bu hedefinde çocuk ve sivillerin olduğu bir katliam yani bir insanlık suçudur.

Saldırı sonrasında Irak'ta ulusal yas ilan edildi ve Türkiye dostu olduğu söylenen Irak Başbakanı Mustafa El-Kazımi aşağıdaki açıklamalarıyla: 
  • Topçu atışının ülkenin egemenliğinin açık ihlali olduğunu,
  • Türkiye'nin Irak’ın, Irak topraklarına ve halkına yönelik askeri ihlallerden kaçınması yönündeki ısrarlı taleplerini görmezden geldiğini,
  • Irak, Türkiye Büyükelçisini Dışişleri Bakanlığı'na çağırdığını,
  • Ankara'dan resmi bir özür beklediğini,
  • Türkiye'den "bütün askeri güçlerini Irak'tan geri çekmesini" 
Türkiye'yi suçladı. 

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da: 
  • "TSK'dan aldığımız bilgiye göre sivillere yönelik herhangi bir saldırımız olmamıştır,... saldırıyı 'terör örgütlerinin' gerçekleştirdiğini değerlendirdiklerini..." 

Söyledi.

Ve Irak Ulusal Güvenlik Kurulu, saldırıyı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne (BMGK) Türkiye’yi şikayet etti.

BMGK'nin açıklaması şöyle:

“Güvenlik Konseyi üyeleri, 20 Temmuz 2022’de Duhok vilayetinde düzenlenen saldırıyı en sert şekilde kınadı. Saldırı, aralarında çocukların da bulunduğu en az dokuz sivilin ölümüyle sonuçlandı. Güvenlik Konseyi üyeleri, kurbanların ailelerine ve Irak hükümeti ile Kürdistan Bölgesi’ne en derin taziyelerini ilettiler, yaralananlara acil ve tam iyileşme dilediler ve soruşturmalarla ilgili Irak makamlarına desteklerini ifade ettiler.”

Şimdi diyeceksiniz ki:

Birleşmiş Milletler, dünyada barışı sağlamak için kurulmuş da... 

Başvuru değerlendirilip de bilmem neler neler olacakmış da... 

Hepsi hikaye!

Çünkü:

BMGK kararları konsey üyelerinin en az dokuzunun kabul oyuyla alınır, ancak; bu kararın geçerli olması için beş kalıcı üyenin hiçbiri tarafından 'veto' edilmemesi gerekir.

Kısacası dünya paylaşımında çıkarları uyuşmayan üç süper güç ABD-ÇİN-RUSYA 'evet' derse... 

Bu üç çıkarcı güç, eğer dosyadaki insanlık suç için "bunu yapan benim denetimde değildir" noktasında buluşursa, o zaman yaptırım gücü olan bir karar alabilirler.  

Acaba bu güçlerin egemenliğinde olmayan bir ülke kaldı mı? 

BMGK bir dengesizlik bileşkesidir, bu nedenle etkili karar alamaz! 

Belki, dünyada şimdiye kadar Hitler gibi birkaç zalim hesap verdi fakat... 

Genel sonuç: Olanlar olduklarıyla, çekenler çektikleriyle kaldı.

Barış dostu dünya halkları bu haksız sonuca bir son vermeli! 

*

Bugünlerde tüm dünya, Zaho katliamını ve Türkiye'yi konuşuyorken, 'bir gece ansızın gelebiliriz!' anlayışıyla komşu topraklarına sürekli girip-çıkan iktidar hiç olmasa: 'bizim askerimiz yapmadı' diyebiliyor. 

Peki, neden 'bir gece ansızın gelebiliriz' anlayışının tezkere tedarikçisi olan: 'Altılı Masa'dan hiçbir ses çıkmıyor?  

Atilla İlhan: "Tek başına özgürlük ne işe yarayacak"-derken, bencilliğe meydan okuyup özgürlük gibi önemli bir değerin ancak birlikte yaşanırsa anlam kazanacağını ne güzel anlatıyor. 

Emin Toprak- DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız 



12 Ocak 2018 Cuma

Sen Kimsin!…


Halkımız kavga ederken bağırıp, meydan okuyanları pek sevmez, onun için de bunlar; kimi yerlerde “efeleniyor, horozlanıyor”, kimi yerlerde de “ce ce yapıyor”  diye tiye alınır ve eleştirilirler. Fakat nedense bizim politikacılarımız bu tarz meydan okuyuşları çok seviyorlar. 

Her gün meydanlara, ekranlara çıkıp rakiplerine sert bir tonda; “Sen Kimsin!…”  diye seslenir, meydan okurlar. Bu tür seslenişte asıl amaçları; kendi ayıplarını, korkularını gizleyip, baskın çıkmak, puan kazanmak ve karşısındakileri küçük düşürüp, aşağılamaktır.

Politikacılar, “Sen Kimsin!…” demenin anlamını ve çağrıştırdıklarını çok iyi bilen akıllı ve hem de çokça danışmanları olan kişilerdir. O halde neden bu istenmeyen konuşma tarzından vaz geçmiyorlar?

İletişim bilimciler ile eğitimciler, söze; “Sen Kimsin!…” diye başlamak biryana, “Sen” diye başlamaya bile karşıdırlar. Onun için de, beğenmeyip eleştirdikleri bu iletişim tarzını “sen dili” olarak isimlendirmişler. Ayrıca yapılan gözlem, uygulama, araştırmalar da;  ‘sen dili’ kullanıldığında, akıcı ve etkili bir iletişim olamayacağını ispatlamıştır.

***

Tüm bu bilinenlere karşın eğer yine de “Sen Kimsin!…” söylemleri devam ediyorsa o zaman; tarihe, psikolojiye, sosyolojiye bakmakta yarar vardır. Çünkü artık konu onlara mal olmuştur.

“Sen Kimsin!…” diye söze başlayan kişilerin derinlerinde, pek çok sosyolojik ve psikolojik sorunları vardır. Ego’nun dışavurumu olan bu sözün arkasında, o kişi veya grubun; korku, öfke, kin ve nefrete dönüşmüş karmaşaları (kompleksleri) vardır. Ve bilindiği gibi: Nefret en büyük insanlık suçudur.

“Sen Kimsin!…” söylemine kaynaklık eden ilkel güç felsefesi; dünyada ve bizim coğrafyada, çokça zalimane uygulamanın gerekçesi olmuştur. İşte bilindik bazı uygulamalar: Köy, kasaba, şehir, bölge adlarını değiştirme/yasaklama… 
Kültür, müzik, isim, kimlik ve anadil yasaklama… Kürt, Arap, Ermeni, Rum, Hristiyan, Alevi, Solcu, Sosyalist, Komünist vb. diye kimlikleri ötekileştirme…  İnanç ve yaşam tarzı dayatma, aşağılama, kapıları işaretleme, mal-mülke el koyma, talan etme, yakma, yıkma, yaralama, öldürme, faili meçhuller, sürgün ve göçler…

İşte tüm bunlar; 1915’de,- Dersim’de,- 6-7 Eylül’de,- Maraş’ta, -Çorum’da, -Sivas’ta, - Roboski'de vb. nice yerde çocuk, genç, kadın, yaşlılara yaşatıldı, yaşatılıyor. 

***

Arno Gruen'in “İçimizdeki Yabancı (nefretin kökenleri)” adlı eserinden: 

✹ “Yabancılara duyulan nefretin, daima, insanın kendisine duyduğu nefretle bir ilişkisi vardır. Eğer insanlara acı çektirip onları aşağılamak istiyorsak önce kendi içimizdeki tiksindiğimiz şeylerle uğraşmalıyız…” (s. 9):
“Nazi zihniyetinin temelinde, insanların kimliklerini ellerinden alma hedefi bulunuyordu.” (s. 30) 
"İnsanlar kendi gerçek acıları için haykırmadıkları sürece, bir Hitler karşısında daima etkilenmeye açık konumda olacaklar.” (s. 37)    

***

“Sen Kimsin!…” sözünde faşist bir felsefe gizlidir. Bu söylemi daha çok 
özsever-kendisine âşık (narsist) olan kişi ve gruplar kullanır. Cesur oldukları için değil, daha korktukları ve kendilerine yönelecek olası tehlikeleri hissettiklerinde, ön almak için, bu söylemi haykırarak kullanırlar. "Mezarlıktan geçerken ıslık çalmak" gibi...

“Sen Kimsin!…” Bu söylem sahipleri ayrıca, “tekçi”, “yerli ve milli” anlayışlara sahiptirler. Onlar, insanların; inanç, kültür, politik görüş ve yaşam tarzlarını tornadan çıkmış aynılıkta olsun isterler. Onların küçük dünyalarında, farklılıklara yaşam hakkı yoktur ve başka sesleri duymak istemezler.

Oysa benzerlikler içinde bile, yaşamsal, inançsal ve genetik pek çok zıtlıklar, benzeşmezlikler vardır. Fiziksel, türsel, psikolojik, sosyolojik farklılıklar insanlığın ortak değerleri, zenginlikleridir. Bu değerleri değerbilmezlerin korkularından, öfkesinden, kininden, nefretinden korumak gerek. 



Sonuç:
Sanırım sıralanan acı yaşanmışlıkları,  bunlar olmamıştır deyip inkâr edecek hiç kimse yoktur. Mutlaka söze "ama-fakat-ancak" diye başlayıp olanları önemsiz gören, aklamaya çalışan, yorumlarımıza katılmayan kişiler de vardır. Bence onları onamasak bile, "bu onların görüşüdür" diye saygı duyup dinlemeliyiz. 

Şimdi geçmişe dönüp bu can yakan yaşanmışlıkları yok edebilmek mümkün olmadığına göre, yarınlarımız için yapabileceklerimizi belirlemeliyiz. Örneğin: 

OHAL ve KHK eşliğinde hâlâ devam edegelen tüm insanlık suçlarına son vermek, benzer suçları tekrarlamamak isteyenlere izin-fırsat vermemek... Bu amaçla, demokratik haklarımızı kullanarak birlik olmak karşı durmak...

“Sen Kimsin!…” sıradan, masum bir söylem değildir. Hele de, parmak sallayarak söyleniyorsa... Bu; çirkin, ırkçı, ayrıştıran, ötekileştiren ve nefret kaynağı olan  söylemler son bulmalı...


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

31 Mart 2017 Cuma

Algı-Baskı-Hukuk-Etik ve Referandum

Yıllarca çokça büyük acılar yaşamış insanlarımızın, acılarını sonlandıracak çözümler aramak yerine, ölümü ve acıları daha da arttıracak olan güvenlikçi anlayışlarla yol almaya devam ediliyor.

Çok değil sadece (4) dört yıl önce, güvenlikçi anlayış yerine  “Çatışmasızlık ve Barış” konusu ana gündem olmuştu. “Çözüm süreci” dedikleri bu iş için (seçilmeleri tartışmalı da olsa),  “Akil İnsanlar Heyetleri” kurulmuş, yurdun her tarafında farkındalık yaratmak için pek çok toplantılar yapılmıştı.   Gazete ve TV kanallarında,  sık sık “barışın erdemleri” işlenir/konuşulur/tartışılır olmuştu.

Böylece benzer sorunlarını barışçı yollarla çözen diğer ülkelere biraz daha yaklaşılmış, kanlı çatışma ve ölüm haberleri de hemen hemen yok olmuştu. İnsanlar evlerinde, işlerinde, okullarında ve sokaklarda biraz daha güvenli, daha umutlu olmuşlardı. 

Fakat bu umutlu günler uzun sürmedi, 7 Haziran yenilgisinin yarattığı depreme ve tek kişinin kibir-ego-çıkar döngüsüne (girdap) kapılan süreç, son buldu. Sanki yorgun düşüp biraz mola vermiş ve sonra “ateş!” komutu almışçasına yeniden başlatıldı güçler çatışması… Güvenlikçi anlayışlar bu kez; sivil, yaşlı, çocuk, ev-bark dinlemeden, daha acımasızca yeniden gündemdeki yerini aldı…

İnsanlık tarihinde olagelen tüm haksız iç-dış savaşların temelinde çıkar vardır. Fakat bu çatışma ve savaşları çıkaran güçlerin, gerçek amaçları hiçbir zaman ortaya çıkmaz, üstleri her zaman oluşturulan algılarla örtüktür.

İtalya’da Mussolini, Almanya’da Hitler, İspanya’da Franko; milyonlara ölümü ve büyük acıları yaşatan faşist düzenlerini; halka korku salan yapay algıların yaratığı düşmanlıklar üzerine oturtmuş, ortaya çıkan kin ve öfke ile beslenip güçlenmişti.

Algılarla oluşturulan düşmanlıklar, yurdumuzda da; Ermeni, Kürt, Dersim kıyımları,  6-7 Eylül- Maraş-Çorum, Sivas, … Gezi olaylarında nice acılar yaşatmış, nice ocaklar söndürmüştü.

Algı yönetiminde bulunanlar; kişiye/topluma ait inançsal, ırki ve duygusal alanları kullanırlar. Dokunulmaz ve kutsal sayılan bu alanlar ile ilgili yalan/yanlış haberler üreterek soru sormayan, düşünüp yorum yapamayan ve çabuk kanan kitlelere ulaşır ve onları kışkırtırlar. Topluma; suskunluk, kin, öfke, çaresizlik aşılayan algıları oluşturmak için de ajanlar kullanırlar. Ajanlar, duyguları sömürür, sabotajlar yapar, cinayetler işler, yangınlar çıkarır, fısıltılar yayıp, lafebeliği (demagoji) yaparak mağduriyetler(!) yaratırlar.

Çünkü onları amaçlarına ulaştıracak en uygun araç, üretilmiş algılardır. Ve en büyük güç de kışkırtılmış kitlelerdir.

Bu süreçte ötekileştirilen, ezilen, bedel ödeyip aclar çeken fakat buna rağmen kışkırtılıp saldırganlaşanlar da vardır. Kandırılmış bu insanları kazanmak yerine, onları iflah olmaz ötekiler, "karnını kaşıyanlar" olarak görenlerimiz de...

Eğer insanlar; yaşam tarzları, inançları ve kişilikleri ile birlikte kabul edilirse… Onlarla selamlaşır, tanışır, konuşur, duygudaş olunursa… Onların kendileri ile yüzleşip, gerçeğe ulaşmalarına yardım edilirse… Ve onlarda, kendilerinin bir araç olarak kullanıldığı farkındalığı sağlanırsa… Ancak o zaman birlik olup çoğalır, güçlenir ve zalime dur diyebiliriz. Böylesi daha olası ve daha anlamalı olmaz mı?

***
16 Nisan Referandumu:

15 Temmuz'u kendileri için  “Allah’ın bir lütfu” olarak görenler, OHAL+KHK+Devlet güç ve imkânlarıyla “Tek Adam” rejimini kurmak üzere “Evet” deme taraflısı oldular. Karşılarında ise sadece kendi öz güçleri ile  “Demokrasi”yi savunanlar var.

Çok değil sadece 16 gün sonra halkımız “Evet/Hayır kararı verecek.

İktidarda olanlar yıllardır; “mağdurum da mağdurum” deyip durdular. Sonra (aynı yolda birlikte yürümek için) “Her istediklerini verdik” dedikleri, daha fazla isteriz deyip,  çelmeler takmaya başlayınca da birlikleri bozuldu. Bu kez, “Bilemedik kandırıldık, Allah bizi afetsin” dediler.

Şimdi bu kandırıldıkları için af dilemek zorunda kalanlar, olup bitenleri unuttular. Ve çığlıklarını karşılıksız bıraktıkları milyonlardan oy istiyorlar!... 

Peki, şimdi bu halk, sık sık kandırılan birilerine nasıl güvensin? 

Karar verilecek de, acaba ortam/hava ne durumda? (Biliyorum siz yüzlerce neden sıralayabilirsiniz, fakat ben sadece iki örnekle yetineceğim.):

  1. TRT haber kanalında (TRT kamu (?) kanalı): 1-22 Mart tarihleri arasında yapılan program ve haber bültenlerinde Cumhurbaşkanı: 1390 dakika, AKP ve hükümet: 2 bin 723 dakika, CHP: 216 dakika, MHP:48 dakika, HDP’ye ise sadece 1 (bir) dakika süre ayrıldığı belirlenmiş. İşte bravoooo!... dedirten eşitlik; 4.161 dakika “Evet” ve 217 dakika “Hayır” diyerek sağlanmış.
  2. Tarafsız ve herkesin cumhurbaşkanı olacağına dair yemin ederek söz veren Sn. Erdoğan; kamuya ait (herkese ait)  makam ve imkânları kullanarak “Evet” taraflısı olarak meydanlarda, ekranlarda, her yerde… Oralarda da (tarafsız ve eşitlikçi (!) biri olarak) “Hayır” diyecek olanlara sıfatlar yakıştırıp bağırıyor, çağırıyor…

Peki, bu iki örnek ve sizin ekleyebileceğiniz yüzlerce örnek acaba hangi yasaya, hangi hukuka ve hangi etik kurala uygundur?



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız