12 Mart 2021 Cuma

Nasıl Bir Yönetim?


İnsanlık tarihi, güven içinde daha mutlu ve huzurlu yaşam arayışıyla başlar. Bu amaca ulaşmanın önkoşulu da her zaman toplumsal barış olmuştur.  

Rastgele bir insana; "Daha güvenli-mutlu-huzurlu-özgür bir yaşam sürmek için nasıl bir yönetim istersiniz?" -diye soracak olsak üç farklı cevap alırız:
a) Yerinden   b) Tepeden   c) Hiçbiri
 
'Hiçbiri' cevabını, sayıca çok az 'devlet karşıtı' kişi verir. Çoğunluk ise ya 'Yerinden' veya 'Tepeden' -der. O halde biz de yazımızı, bu iki yönelimin artı ve eksiklerine ayıralım. 

Önce yakın tarihimize, oradaki etkin güce, 'Osmanlı' yönetimine bakalım. 'Osmanlı'da tüm mülk 'Sultan'ındır ve herkes de onun kuludur. O ne derse ne isterse o olur! Bunun için de 1920'lere gelindiğinde, yüzde 99'u okuryazar olmayan, yoksul, cahil, mutsuz, huzursuz, işsiz, özgürlüğü olmayan savaş yorgunu bir halkımız vardır. 

Şimdi ise 2021 yılındayız. Peki, şimdi ne durumdayız? 

Bizim cevap vermemize gerek kalmadı. Çünkü, üç, 'üçüncü göz', içinde ülkemizin de bulunduğu yüzlerce ülkeyi kıyaslayan araştırmalar yapmış ve birer sonuç raporu hazırlamış bile: 

  • Birinci rapor Birleşmiş Milletler (BM)'den:

BM, 7 yıldır 156 ülkeyi değerlendirip: "Dünya Mutluluk Raporu" hazırlıyor. En son raporu ise 2020 yılına ait, bu sıralamaya göre:   

1.Finlandiya, 2.Danimarka, 3.İsviçre, 4.İzlanda, 5.Norveç, 6.Hollanda, 7.İsveç, 8.Y. Zelanda, 9.Avusturya 10.Lüksemburg... 93.Türkiye...
 
(Türkiye, önceki yılların sıralamasında da:
2016'da 78./ 2017'da 69./ 2018'da 74./ 2018-2019'da 79. olmuştu).
  • İkinci rapor Freedom House'tan:

'Freedom House', 1941 yılında kurulmuş bir sivil toplum kuruluşu olup, demokrasi, siyasi özgürlük, insan hakları konusunda araştırma ve savunuculuk yapmaktadır. 

2020 yılında 195 ülke arasında yaptığı “özgürlük” sıralamasına göre: Finlandiya, Norveç ve İsveç 100 puan alarak ilk sırayı almış, Türkiye ise, 32 puanla 146. olmuştur. 

Böylece Türkiye bu yıl da “özgür olmayan ülkeler” arasında kalmıştır.

(Türkiye, son 10 yılda özgürlüklerin en çok gerilediği 2’nci ülke oldu).

  • Üçüncü rapor, V-Dem Enstitüsü'nden:

V-Dem Enstitüsü, 2014 yılında İsveç, Göteborg Üniversitesi siyaset bilimi bölümünde kurulan bağımsız bir araştırma enstitüsüdür. 

Sözcü gazetesinin bugünkü manşet haberine göre: V-Dem Enstitüsünün hazırladığı ‘2021 Demokrasi Raporu'na göre: "Türkiye, Liberal Demokrasi Endeksi'nde 179 ülke arasından 149'uncu oldu. Türkiye son 10 yılda en fazla otoriterleşen ülkeler arasında ise Polonya ve Macaristan'dan sonra üçüncü sırada yer aldı." 

(Bu raporda da ilk 3 sırada: Danimarka, İsveç ve Norveç var...)

Demek ki, Barış her nerede ise huzur da orada olmuştur.

Hepimize bir soru:

Peki, bu bitek coğrafyamızda insanlarımız, neden özgür değil, niçin işsiz, yoksul ve mutsuz? 

***

Muhtemelen kendilerini büyük gören büyüklerimiz, ekranda, meydanda ve salonlarda yukarıdaki araştırmalar için: "Bunlar ülkemiz için kurulan birer komplo...Bizim bizden başka dostumuz yoktur!" -deyip araştırma yapanlara "Eyyy!" -diye parmak sallayıp: "Bunlar yok hükmündedir!" -diyecektir. 

Yönetmek, iş yapmaktır. Her yönetici ve yönetim grubunun asıl görevi, ülkede yaşanacak bir iklimi sağlamak olsa bile, uygulama aşamasında çok önemli 'anlayış' farklılıkları ortaya çıkar ve kimi çoğunluğa, kimi de bir azınlığa hizmet eder. 

*

Tüm yönetimler iki farklı yolla karar alır ve uygulama yapar: 

Birincisi; seçilenlerin ve atananların 'yerinden' yönetmesidir. Bu ülkelerde her birey değerli ve onun mutluluğu önemlidir. Bu ülkelerde tüm işler 'yerinde' koşul ve ölçülere uyularak yapılır. Yönetim, halktan yana olan demokratik bir 'Sosyal Devlet' anlayışına sahiptir. Adalet, insan hakları, demokrasi, özgürlük, fırsat eşitliği... gibi insani değer öncelikleri vardır. Yönetme, buyruklarla değil sahip olunan demokratik yetkilerle yerinde ve dayanışma içinde yapılır. İşte böylesi çalışmalarla 'insana' daha tez ulaşıp dokunulur ve mutluluk sağlanır. Bu yönetimler gelirleri: demokratik, eşitlikçi, çoğulcu ve barışçı amaçlarla harcarlar. 

Bu özellikleridir bu ülkeleri birer çağdaş ülke yapan ve bu özellikleridir bunların yarışı hep önde götürmelerini sağlayan...

Şimdi, lütfen yukarıdaki her üç araştırmada da ön sırada yer alan; en 'mutlu', en 'özgür' ülkeler sıralamasına yeniden, yeniden bakınız... 

*   

İkincisi; seçilen ve atananlar, küçük bir azınlığın çıkarlarını önceleyen bir anlayışla 'merkezden' (tepeden) verilen buyruklarla iş yaparlar. Kolay yönetmek ve sömürmek için algılar oluşturur, algılara kanmayanları baskı ile sustururlar. Bu yönetimler bahanelerle içeride ve dışarıdaki güçsüzlere savaş açar kaynaklara el koyar, onları susturup, etkisiz bırakırlar. Bunun için de bu ülkelerde aşırı yoksulluk ve aşırı varsıllık vardır. 

Ne yazık ki, bizim ülkemiz; 'mutlu' ve 'özgür' olmayanların çok olduğu bu grubun içinde yer almaktadır.   

***

Peki, mutlu ve özgür ülkeler sıralamasında, bizim ülkemiz neden hep arka sıralarda yer alıyor?

-Çünkü biz başkayız! Biz, aynaya bile önyargılarımızla bakarız! 

Biz, bize verilecek hizmeti, mutlu bir azınlık için çalışanların tepeden verecekleri 'lütuf-iane' ve buyruklarla almayı daha çok seviyoruz.  

Bu yüzden de 'yerinden yönetim' konusu ne zaman dile getirilse, bir damarın paranoyaları başlar ve kıyametler kopar. 

Bu yüzden seçtiklerimizin yerine kayyum atanmasına ses çıkmaz...

Peki;

Eğer, kaynaklarımızı halk için işletip, hakça paylaşsak.

Eğer, kaynaklarımızla savaşlara değil barışa yatırım yapsak.

Eğer, milyonların seçtiği Belediye Başkanlarına güvensek.

Eğer, bilim yuvası olması gereken üniversitelerimizi korusak.  

Böylesi bir yönetim biçimi daha "insani" olmaz mıydı? 

Tüm toplumsal çalışmalarda öncelik 'yerele' verilmeli, yani insanlara oldukları, bulundukları yerlerde dokunulmalı, onların gereksinimleri; uygun-güvenli-sağlam-estetik şekilde giderilmeli. İşte o zaman toplum daha mutlu, daha huzurlu, daha özgür, daha çağdaş bir toplum olur. 

O halde ortak paydamız demokrasi olmalı, ancak o zaman dünyada ve ülkemizde; hakça, adilce, özgürce, onurluca, barış içinde mutlu, coşkulu, 'insani' bir yaşam olabilir...

 Ve çıkar savaşları son bulur.


Diğer yazılarım için: tıklayınız 

5 Mart 2021 Cuma

İnadına Yapmak


71 yaşındayım, bugüne değin gördüğüm her iktidar, işlerini hep yoksul halka inat yaptı. 

Ülkemizin politik iklimi hakkındaki ilk bilgiyi, 12 yaşında bir çocuk iken radyodan öğrendim. 27 Mayıs İhtilal sözcüsü Türkeş radyoda, ihtilali neden yaptıklarını anlatıyor, akşamki 'Yassıada' duruşma saatinde ise, suçlar ve suçlular tanıtılıyordu. 

Özetlersek: Demokrat Partinin; kurduğu "Vatan Cephesi" oluşumuna kendi taraftarlarını toplamakla, halkı ikiye böldüğünü ve ayrıca taraftarı olmayanlara da zorluklar yaşattığını anlatıyorlardı.

İhtilali yapanlar, bazı doğru-yanlış işler yaptıktan sonra, ülke halkına özgürlükçü bir anayasa bırakarak ayrılmışlardı.

Sonraki yıllarda bazen seçimle bazen darbelerle iktidarlar değişti. Her iktidarın farklı söylemleri, yöntemleri olsa da halkın yoksulluğu, dertleri hep aynı kaldı.   

Bazıları, "Yollar yürümekle aşınmaz""Dün dündür, bugün bugündür" dedi fakat ülkeyi sağ ve sol diye ikiye böldü. Sonra da “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diyerek çetelere destek verip ülkeyi kana buladı...

Bazıları"Ben zenginleri severim" -diyerek tarafını belirledi. Yetinmedi, "Bu anayasa ülkeye bol geliyor" diyerek işçi-köylü-memur haklarını yok sayan demokrasi dışı "olağanüstü hâl" dönemini başlattı. 

Böylece, insan hakkı ve insan onuru yok saydı, 'faili meçhul cinayetler' (ki, tüm failler bilindiği halde  korunuyordu) işlendi, köyler bombalanıp, yakıldı-yıkıldı-boşaldı, yargısız infaz, dışkı yedirme, işkence, nefret suçları işlendi. Hapishanelerde kimi tutuklular idamla, kimi işkenceyle, kimi yakılarak öldürüldü. 17 yaşındaki çocuğu da 'idam' etmek için yaşını büyüttüler. Baş despot kişi ekranlara çıkıp pişkince: "Asmayalım da besleyelim mi?" diyebiliyordu... Diğer yüzüyle de "memurum/vatandaşım işini bilir" deyip; sömürüyü, kirli işleri, kara parayı, haksız kazancı, rüşveti serbest bırakıyordu... 

***

Bu acılar, sancılar, karanlık günlerle 2001'e geldik... O günden bugüne, toplumsal yaşamda izi olan (yöneten ya da yönetemeyen) birçok özne halen yaşıyor. Onları adları ile de anabiliriz.   

19 Şubat 2001'deki Milli Güvenlik Kurulu toplantısında, 10'uncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer anayasa kitapçığını, Başbakan Bülent Ecevit'e fırlatmış ve bu olay da yaşanan ekonomik krizin nedeni sayılmıştı. Oysa, aradan 16 yıl geçtikten sonra, olayın faili Sezer dile gelip dedi ki:

"Ecevit 2 kez bana gelip, Fazilet Partisi'nin kapatılmamasını, bunun için arkadaşlarım olan Anayasa Mahkemesi üyelerine telkinde bulunmamı istedi. Hukukun üstünlüğüne inanan ve yıllarca AYM'de görev yapan bir kişiye söylediği bu sözlere kırıldım ve reddettim."

Bu bunalım ikliminden yaralanan AKP, 'hizmet hareketi' dedikleri gizli bir güç odağı ile işbirliği yaparak 2002 yılında iktidar oldu. 

İktidarın ilk işleri; güvenlik-yargı-askeri-eğitim gibi kurumlara 'koza' yerleştirmek, sonra da kaynak yaratacağız diye halkının malı ve ekmek teknesi olan KİT'leri satmak... Müttehitler kazansın diye o zamandan bu güne kadar ihale yasası 191 kez değiştirme... İşte böyle başladı köylerin boşalması, tarımın bitmesi, şehirlerin betonlaşması, doğal dengeyi bozan HES'lerin yapılması, maden arama ruhsatlarının verilmesi ve karadeliğe dönüşerek 30-40 yıl sonra doğacakları 'dolar' ile borçlandıran, yol, tünel, köprü, hastanelerin yapılması... İşsizliğin çok olduğu ülkede işe alınmak için liyakat yerine, mülakatta yandaş olduklarını kanıtlamak esas alındı... Kaynaklarımız, ülkenin huzur, refah, barış için değil de "Bir merminin fiyatını biliyor musun?" -diyerek savaş aracı ve donanımı için harcandı.    

R. Tayyip Erdoğan önce Başbakan olarak tüm yürütme yetkilerini ele almış, yasama ile yargıyı işlevsiz kılmış, medyayı susturup pek çoğunu bir yandaş havuza toplamıştı. Cumhurbaşkanı oldu, fakat bu kimlikle de yetinmedi, yeniden AKP'nin genel başkan oldu. Böylece sanki bir parti devleti kurmuş oldu. Bu kimliklerin verdiği güçle muhaliflerin tümü öteki sayılıp kamusal hizmetlerden yoksun bırakıldı. 

İşte birkaç örnek:

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 21.10.2017 günü betonlaşan İstanbul için çok üzülmüş olacak ki özeleştiri yaparak demişti ki

  • “Biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hala da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum...” -demişti. 
*

25.02.2021'de pandemiyi hiçe sayarak 'lebaleb dolu' parti kongresinde kendi partisine güzellemeler yaparken, bakınız belediye başkanlığını kaybettiği İstanbul ve 'ötekiler' için neler söylüyor:  

  • “...Onlara rağmen Kanal İstanbul'u yapacağız. İnadına yapacağız ve Kanal İstanbul ile İstanbul nasıl güzelleşecek, İstanbul bir başka şehir olacak bunu da görecekler. Alıştıracağız, buna da alışacaklar...”

İnadına yapacaklarmış "Kanal İstanbul'u". 

Kime inat? 

-İstanbul'un doğasına inat. - Muhalefete inat,  

-Yani, 806.415 oy farkla kaybettiren İstanbullulara inat...

Niçin inat?

-İnsan "inatla" ancak sevdikleri için 'güzel' işler yapar.

-İnatla düşmanlık olmaz ki! 

O halde?

-Bu tutku, bu direnç, bu inat başka ne için olabilir ki!

-Rant arsalarını alanlar ve müttehitler için olmasın! 

İsterseniz biraz da olumlu düşünelim: 

Yoksa, sevmeye mi başlamış "terörist" ilan ettiği muhalefeti?

Yoksa sevmeye mi başlamış, her yerini betonlaştırdığı İstanbul'u?

*

Cumhurbaşkanı, 02.03.2021 günü: "İnsan Hakları Eylem Planı"nı açıkladı.

Aman Allah'ım! Bu da ne böyle!

İnsan onuru korunacak / dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ayrımcılığı yapılmayacak / herkese eşit, tarafsız ve dürüst hizmet verilecek / masumiyet karinesi, cezanın şahsiliği ilkelerine uyulacak / eleştiri ve düşünce açıklama özgürlüğü olacak / bağımsız, tarafsız yargı ve bir hukuk devleti olacak / hak ve özgürlükler adalet teminatında olacakmış...  

Zaten, yukarıda sayılan bu insani değerlerin ülkemizde yok olduğunu söyleyen, yazan, çizenler yıllardır tutuklu değil mi?

Zaten, yıllardır bunları savunanlar “hain-terörist" sayılmıyor mu?

Sanki o konuşan, 19 yıldır iktidarda olan değil de yeni bir aday! 

Sanki, anayasa mahkemesi ve insan hakları mahkemesi kararlarına karşı duran, uymayan, uygulatmayan kendileri değilmiş!  

Sanki birisi, 'İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ni okuma ekranına koymuş da Cumhurbaşkanı onu okuyor!

Sanki, yaptıklarından nedamet duymuş da artık yapmam diyor! 

Hani derler ya 'Allah söyletmiş'-diye. Öyle olmuş herhalde.

Yıkıp yok ettiklerini bir bir sıralayıp, söylemiş!

Peki, inandınız mı?


Diğer yazılarım için: tıklayınız

26 Şubat 2021 Cuma

Birsen Öğretmen (8)


Sosyal medyada hesap açmış olsa da etkili olarak kullanamıyordu. Hemen 'akıl hocam' dediği Ayşe'ye telefon edip, akşam üzeri çardakta buluşmayı teklif etti ve söz aldı. Sonra çay yanında ikram edecekleri için eli işte, düşleriyle de geçmişte olarak 
hazırlığa başladı.

* 

Mutlu bir evlilik yapıp anne-babasını mutlu edememiş, onlara özlemleri olan torunlar verememiş, anne olmanın hazzını; öğrencileri, arkadaş ve komşu çocukları ile yaşamaya çalışmış fakat sonunda 'yalnız' kalmıştı.  Kendisini; sığınak arayan çaresiz birisi ya da güzel apartmanlar arasındaki bir gecekonduya benzetmesi bundandı. Sonra bu duygu ve sıfatlara "Hayır!"-diye karşı çıkar, kendini paylar, donanım, güzellik ve erdemlerini bir bir sıralardı: "Benim büyüleyici gözlerim, ölçülü bedenim, mesleğim, 'insanlığı' odak alan, kucaklayıcı, eşitlikçi bir anlayışım var." -demekle yetinmez: "Peki, acaba ben çok seçici olduğum için mi evlenemedim, bu yüzden mi yalnız kaldım?" -diye yeniden kendini sorgulardı. 

O, evliliğin ilk günündeki gibi gülerek, titreyerek, el ele tutuşarak ve o heyecan yaratan duyguların sevgi-saygıyla devam etmesini istiyordu. Ama hiç de böyle olmadığını görüyor, anlıyor, biliyordu. O, gülermiş gibi yapan bir kurnaz eş olmamak için seçici davranmış yıllar öncesi yapılan birkaç teklifi kabul etmemişti. 

Aslında onun da iyi bir eş bulmak, iyi bir eş ve anne olmak, çocuklar doğurmak, onları sevip, sarmalayıp okşamak, emzirmek, ninnilerle masallarla büyütmek, iyi okullarda okutmak, iş sahibi olarak evlendirmek... Ve sonra da torunlara sahip olmak gibi istekleri vardı. 

Zaten bunlar birer düş veya hiç de 'olamaz' istekler değildi ki! Yaşıtı olan pek çok arkadaşı bu isteklerini gerçekleştirmişti, onlara özeniyor, hatta onları kıskanıyordu. İşte kimseye açıp paylaşmak istemeyip kendisinde saklı tuttuğu bu yüklerdi içine yağmurlar yağdıran.  

Şimdi kafası, örtüşen, örtüşmeyen pek çok duygu ve düşünceyle doluydu: "Acaba, yıllar öncesinden bugüne, bende heyecan yaratıp içimi titreten, özlemle 'keşke' diye diye aradığım birisi-birileri var mıydı?" -diye bir arayıştaydı. Bu içindeki alevleri söndürmek, soğutmak yerine, geçmişi kurcalayıp oralarda kendisini suçlayacak konular arayışıydı. Güneşin kavuran sıcaklığı azalmış, saat 5'e yaklaşmıştı. Birazdan komşu kızı Ayşe gelecekti.

*

Ayşe, cıvıl cıvıl mavi gözlü, samimi, sempatik, hoşsohbet bir kızdı. Çok az puan farkıyla Hukuk Fakültesine giremediği için bu yıl da dershaneye gidiyordu.   

Ayşe, gelince eve girmedi hazır olan tepsi ve çaydanlığı alarak birlikte çardağa gittiler. Piknik tüpü yakıp çayı kısık ateşte demlemeye bıraktılar. Kısa bir hoşbeşten sonra 

Birsen'in "Sevgili Ayşe, acaba telefon ve adres bilgisi olmayan 'Haydar ... ' adlı arkadaşımı bulmam için yardımcı olabilir misin? "-sorusuna:

Ayşe, "Tabii ki olur, Biricik Ablam!-dedi ve sosyal medyada kısa bir arama yaptı, aynı isimi taşıyan çok kişi buldu. Birsen, bunları tek tek inceledi, ayıkladı: "İşte, Haydar bu!..." -diye bir çığlık attı. Ve Ayşe'nin isteğiyle, kendi sosyal medya hesabını açıp, Haydar'a arkadaşlık teklifini gönderdi, onun son mesajını beğenip, yorum kısmına kendisini tanıtıp ev ve cep telefon numarasını yazdı. 

Haydar'ı arama ve mesaj gönderme işi 15-20 dakikada bitmiş, neşeli bir sohbet ve çay eşliğinde, kurabiye, peynirli börek ile dünden kalma zeytinyağlı sarmaları iştahla yemeye başlamışlardı. Göz ve kulaklarının beklediği mesaj gelmemiş, fakat vedalaşma zamanı gelmişti. Birlikte kap-kacağı toplayıp bahçeden çıkıp evin kapısına gelince, Ayşe'ye tekrar teşekkür edip, öpüştükten sonra ayrıldılar.

Eve girince, çardakta bastırdığı heyecanı geri geldi, titredi, içi içine sığmaz oldu ve dolaşarak telefonun çalmasını bekledi. Akşam sekize doğru ev telefonun sesiyle irkildi, yurtdışından aranıyordu. Arayan Haydar'dı. 

Birsen, birkaç saniye kimse konuşamadı, 'Alo' deyince de karşı taraf tok bir sesle: "Merhaba, sevgili arkadaşım merhaba! Ben, Haydar" -dedi. Birsen yine birkaç saniye konuşamayınca Haydar, Almanya'da olduğunu yakında Türkiye'ye geleceğini görüşüp uzun uzun konuşmak istediğini söyledi. 

Birsen'in tutukluğu biraz olsun geçtikten sonra: "Haydar arkadaşım, sana karşı mahcup olduğumdan tutuk kaldım, konuşamadım. Sen, sevip saydığım bir meslektaşımdın, fakat bir gece ansızın alıp götürüldün ve bizler seni hiç aramadık, sormadık. Özür dilerim." -dedi ağlamaklı olarak, 'Özür dilerim' cümlesi zor anlaşıldı.

Haydar: "Birsen öğretmenim, lütfen üzülmeyiniz, zaten siz arasanız da bana ulaşamazdınız ki! Bu konu biraz uzun ve çok karışık, en iyisi bunu e-mailiniz varsa söyleyin ben yazıp göndereyim."-dedi ve sonra e-mail adreslerini birbirlerine yazdırıp, bundan böyle bu saatlerde, ev telefonu ile görüşmek üzere sözleştiler...  

Haydar'ın e-mail adresine yazdıklarını sabah kalkınca gördü:    

*     

“Birsen Öğretmenim merhaba;

Sizinle görüştüğüm için çok ama çok mutluyum.  

O baskın gecesinden önce, sizin okula nasıl geldiğimi anlatmalıyım:

Sürgün geldiğim ilin merkezine yakın bir köyde öğretmendim. Maaş almak için il merkezine gitmiştim, maaşımı aldım ve arkadaşlarımla dernekte buluşup sohbet ettik ve vedalaştık. İhtiyaçlarımı almak için çarşıya gidiyorken, kalabalık bir grup sloganlar atarak geçiyordu, durup onları izledim, o sırada elinde bir tomar kâğıt olan biri, teksirle çoğaltılan bir bildiriyi elime tutuşturdu. Sonra okumak için katlayıp cebime koydum ve alışveriş yapacağım yere doğru yürüdüm. Birden birisi önüme çıkıp polis olduğunu söyledi ve kimliğimi istedi, çıkarıp verdim, baktı baktı ve ‘ellerini kaldır üstünü arayacağım’ dedi. Aradı ve o bildiriyi buldu. Birlikte karakola gittik. Geçmişimi ve okumadığım o bildiri hakkında sorular sorarak ifademi aldılar ve gece saat 3’e doğru serbest bıraktılar. Bir hafta sonra köye iki müfettiş geldi ve bana yine o bildiriyi sordular... Sonra da beni sizin okula sürgün ettiler. (Not: ben o bildiride neler yazıldığını hiç öğrenemedim.)

Bu atamayı iptal etmesi için Danıştay'da dava açmış, onun sonucunu bekliyordum. İşte sizin de bildiğiniz o gece yarısı ‘Polis!... Aç, aç kapıyı!’ ve kapıya inen darbe sesleri ile uyandım. Kapıyı açtım üç maskeli kişi içeri girdi. Beni kelepçeleyip evi didik didik aradılar. Birkaç kitabı ve beni alıp evden ayrıldılar. (Ev sahibim de uyanmış korku içinde bizi izliyordu).

Yine o okumadığım bildiri ve hiç tanımadığım bazı isimler hakkında bilgi istiyorlardı. Ben ‘bilmiyorum’ dedikçe, onlar çılgınlaşıyor ve dövüyordu. Sabah oldu, akşam oldu, ben hep aynı şeyleri söylüyorum, onlar ise dövüyordu. Kürt-Alevi olduğumu öğrendikleri için de bana 'Kızılbaş!' diye hitap edip yeni işkencecilere o adla teslim ediyorlardı. (Hapishanedekilere bunu anlatınca artık orada da adım Kızılbaş olmuştu) O gece beni başka bir ekibe teslim ettiler. Onlar da maskeliydi, gözlerimi bağlayıp arabaya bindirip, uzun süre gittikten sonra durdular, etrafı delice akan bir suyun çağlaması sarmıştı, sanırım bir köprü üzerindeydik. Giysilerimi çıkarıp beni çıplak olarak bir telis çuvalın içine koyup çuval ağzını sıkıca bağlayıp fırlattılar, içimden 'tamam buraya kadarmış' diyordum. Havada bir süre uçup şırapp diye buz gibi akan bir suyun içine düşüp sürüklendim ve birdenbire frene basılmış gibi olduğum yerde dönmeye başlayınca 'demek ki urganla bağlanmışım' -dedim. Orada ölmemeyi beklerken, yavaş yavaş çekilip sudan çıkarıldım, çuval içindeydim, dişlerim titreşip çarpışıyor, çok üşüyordum. Cellatlarım peş peşe tekmeler atıp: ’Ulan Kızılbaş, konuşacak mısın, yoksa denizde yem mi olacaksın!...’ -diyorlardı. Ben bilmiyorum dedikçe de onlar küfür edip çılgınca tekmeliyorlardı.

Bayılmışım, kaç saat sürdü, beni nasıl giydirip merkezlerine getirdiklerini hiç hatırlamıyorum. Uzuvlarıma elektrik verme, tavana asma ve tehditler artık sıradanlaşmıştı. Birkaç gün sonra savcı sorguladı, nöbetçi doktor darp izlerini göre ‘sağlam’ raporu ve nöbetçi mahkeme de ‘tutuklama’ kararı verdi. (Bu arada bir ekip de doğduğum köye gidip evimizde arama yapmış Türkçe bilmeyen anne-babama hakaret edip, onlara oğullarının ‘Komünist’ olduğunu söylemişler.)

Pek çok kişinin sanık olduğu bir davadan yargılanıyordum ve ben bu sanıklardan hiçbirini tanımıyordum. Mahkeme 4 yıl sonra bitti, ben de ‘beraat’ ettim. Fakat düzen beni kendine düşman saymış, ben de artık eski Haydar değildim. 

Dışarıya çıkmadan iki yıl önce, annem babam altı ay arayla özlemimi çeke çeke ölmüşlerdi. Şimdi benim gidecek bir yerim, yapacak bir işim ve yaşam tutkum olsa da yaşam güvencem yoktu. Ne yapmalı, nasıl yapmalı! arayışı sonunda, hapishane dostlarımın dostlarını bulup bir tır kasası içinde Almanya'ya ulaşabildim. O dostlarımın dostları burada da yalnız bırakmadılar beni, elimdeki mahkeme belgelerini ilgili yerlere verince kolayca 'sığınmacı' oldum, iş verdiler çalıştım. Fakat burada tanış çok azdı, farklı bir dil ve kültür içinde kimliksiz kalmış, boğuluyordum. 'Dilin en önemli kimlik olduğunu' öğrenmiş hem çalışmış hem de dil öğrenerek yeni bir kimlik kazanmıştım. 

Sevgili arkadaşım işte böyle...  Yakında geleceğim, eğer isterseniz (ki, ben çok isterim) buluşup daha uzun konuşuruz.

Sevgi ve saygılarımla... 

'Kızılbaş' Haydar"   

 *  

Haydar, 'yurtdışı konuşmaları bedava' bir tarife ile hemen her akşam o saatte arar olmuştu. Birsen de neredeyse tüm yaşam düzenini bu konuşma saatine uyarlamıştı. Günlük ev ve bahçe işlerini bitirdikten sonra oturup, Haydar'ın mektubunu yeniden okuyor telefonun çalmasını bekliyordu. 

Haydar'ın 15 gün sonra geleceğini söylediği akşam:

Birsen'in, "Gelecek, gelecek, gelecek!"...

Haydar'ın da "Geleceğim, geleceğim, geleceğim!"... 

Çığlıkları iki ayrı coğrafyanın sokaklarında yankılanmıştı. 

Gelecek, geleceğim, gelecek, geleceğim, gelecek!  


Diğer yazılarım için: tıklayınız


19 Şubat 2021 Cuma

Birsen Öğretmen (7)


Karabasanları olmayan çok sayıda güzel rüyaların olduğu huzurlu bir gece geçirmişti. Tatlı tatlı esneyerek gerindi ve bir o yana bir bu yana dönüp sevinç içinde gözlerini araladı. 

Biraz ter koktuğunu anladı ve içinden: "Biraz sonra duş alırım" -dedi. Bugün yatak onu içine çekmek istiyor, bırakmak istemiyordu. Hem, zaten dün bahçede çok çalışmış, bugüne iş bırakmamıştı. İyi geçen gecesini hatırlamak, biraz da sabah keyfi yapmak isteğiyle yataktan çıkmayı erteledi. Yarı uykulu, yarı uyanık uzunca bir zaman daldan dala düşüncelerle oyalanıp durdu. Sonra ani bir kararla; "Önce banyo, sonra kahvaltı"-diyerek hızlıca kalktı. 

Banyo, kahvaltı, bulaşık işleri çok uzun sürmedi. Kitaplığın önüne varıp orta çekmeceyi açtı, oradaki üç albümü göz ve elleriyle okşadıktan sonra, üçüncüsünü aldı ve onu, iki eliyle göğsüne bastırıp pencerenin önündeki kolçaklı koltuğa oturdu. 

Kırlangıç çığlıklarını duyunca hemen pencereyi açtı, kırlangıçları çok severdi. Bugünler onların en hareketli günleriydi, çünkü saçak altında onlara ait mimari harikası birkaç yuva ve içinde de ağzını açıp bekleyen yavruları vardı. Kırlangıçların kimi yuvasına dalıp gagasına sıkıştırdığı yemleri bir ona bir diğerine sırasıyla veriyor, kimi bu işi bitirmiş ki, sevinç çığlıkları ve taklalar ata ata yeni yemler bulmaya gidiyordu. Birkaç dakika onları sevgiyle izledi izledi ve yeniden koltuğuna geri döndü. 

Ve albümün yapışkanlı şeffaf jelatinle korunan sayfalarını bir bir çevirmeye başladı. Orta sayfaların birinde gördüğü bir fotoğraf ilgisini çekti. Ona uzun zaman baktı sonra da yapışkanlı koruyucuyu hızlıca kaldırıp onu eline aldı: Bu; ilkokulların 5, ortaokulların ise 3 yıl olduğu 80'li yıllardan bir bayram töreni... Her sınıf 3' er şube ve öğretmenleri de yanlarında, böylece peş peşe 3'erli sıralanmış 5 uzun kuyruk oluşmuş. Birsen, 3/A sınıfıyla ortada ve en ön sırada.

Babasından kalan büyüteci eline alıp öğrencilerini tek tek görüntüledi, onları bakışlarıyla okşadı, sevdi, bazılarının ismini unutmuş olduğu için de üzüldü. Sonra da büyüteç elde fotoğraf karesindeki öğrenci, öğretmen, yönetici, velileri de bazı duraksamalar ve dönüşler yapa, yapa dolaştı. Sararmaya başlamış olan bu siyah-beyaz fotoğraf karesi, çokça yaşantıyı çağrıştırıp anımsatırken, onu, kâh sevindirdi, kâh üzdü. 

Ve içindeki kendisi dile geldi: "Yaşam sürekli gelişerek, değişerek evrimleşiyor. Bunun için her canlı genleriyle; yaşam direncini ve pek çok özelini milyarlarca yüzyıl ötesine taşıyor. Peki, nasıl olur da bir insan, onlarca yılı kısacık bir 'an' içine sığdırıyor? O halde zaman, iki tik tak arasındaki sonsuzluktur! Eğer öyle olmasaydı, duygu ve düşünceleriyle yola çıkan insan, geçmişteki onlarca yılı birkaç saniye içinde yaşayabilir miydi hiç?"  -diye sorular sordu kendine.

Şimdi ne uyuyor ne de düş görüyordu: Ortada; okulunu, öğrencilerini, öğretmen arkadaşlarını, velilerini ve onlara dair yaşanmışlıkları anlatan bir fotoğraf vardı. Fotoğrafın her noktasını detaylıca inceledi, fakat iki konuya odaklandı onları daha yoğun düşünmeye başladı. Tabii ki önceliği sınıfına, öğrencilerine ve onların içindeki en çok horlananlara verdi. 

* 

1. OKULU ve 3/A SINIFI:

Okulumuzun bulunduğu ilçe; verimli tarla ve bahçeleri ile ünlenmiş ve böylece mevsimlik çalışan yoksullar için bir 'ekmek teknesi' olmuştu. Burada ekim, dikim, kaldırma (hasat) işlerini mevsimlik işçiler yapardı. Bazı mevsimlik işçiler ailece yoksul mahallelere yerleşip kalıcı olurken, bazıları ise işlerin başladığı aylarda çocuklarıyla birlikte gelir, işler bitince de memleketlerine geri dönerlerdi. 

Bir tepenin eteklerinde, daha çok yoksul ve orta halli insanların barındığı bir mahallenin orta yerindeydi okulumuz. İlçenin pek çok toprak zengini olsa da onların çocukları, bizim okula değil, daha çok ilçe merkezi ve ovaya doğru olan okullara giderlerdi. Okulumuzun ferah derslikleri, geniş bahçesi, yeterli tören ve etkinlik alanları vardı. Sınıflarda ortalama 35-40 öğrenci olurdu, fakat bu sayının yaklaşık dörtte birini mevsimlik işçi çocukları oluşturduğu için onların gidiş-dönüşlerine göre sınıfların mevcudu azalır veya çoğalırdı.

Burada da öğretmenliğin ilk iki yılında, Toroslardaki mezralardan okula gelen 'Yörük' çocuk ve velilerinin yaşadığı sorunların benzeri yaşanıyordu. (Ki, o günleri ve öğrencilerini her hatırlayışında, sanki içinde bir fırtına başlar, karla karışık yağmurlar yağardı). Orada; kendilerini elit sayan 'köylüler', bu insanları 'Yörük' diye, burada da mevsimlik işçi çocuklarını 'Köylü-Kürt' olarak ötekileştiriyorlardı. Bu ayrımcı bakışa çocuklardan çok anne-babalar sahipti. Bu da öğrenciler arasında ayrım yapmamaya özen gösteren Birsen'i çok çok üzüyordu.  

Kara-kuru-çelimsiz-soluk benizli, yaşından daha yaşlı görünen çocukların herkes gibi siyah önlük-beyaz yakaları vardı. Belki önlük onların yamalı giysilerini biraz olsun saklardı, fakat ürkek bakışları, tarazlı saçları, arpa ekmeği gibi çatlak-patlak elleri ve çamurlu lastik çizmeleri herkese onların yoksulluklarını fısıldardı. 

Boyunlarına asılı çantanın içinde; gazeteye sarılmış azık, kitap-defter bir de özenle koruyup, kaybolunca ağladıkları 2-3 santimlik kurşunkalemleri olurdu. Bunlar, daha çok ders yılı başlangıcında sınıfta-bahçede-çevrede yadırganırlar, sonra zamanla kabul görürlerdi. Hele de bazılarının değişik gırtlak sesleriyle türküler, ezgiler söylemesi sınıfa renk ve neşe katardı. Fakat bazı arkadaşlarının şivesi nedeniyle kıkırdaması ve alay etmesi onları çok üzerdi. Bunun için ders anlatırken veya bir parçayı sesli sesli okurlarken hep gergin, ürkek ve güvensiz olurlardı. 

Bu çocukların, kendilerine benzer ürkek, çocuk yüzlü, anne ve babaları vardı ve bunların çoğu da Türkçe bilmez, Kürtçe konuşurdu. Yoksullukları bitsin diye, okula giden çocukları dahil, tüm aile fertleri fırsat buldukça çalışırdı. Herkes becerisine uygun işler bulur; kimi evlerde temizlik ve bakıcılık, kimi eskicilik, kimi seyyar satıcılık, kimi amelelik, kimi ayakkabı boyacılığı ve kimileri de tarla ve bahçelerde çalışırdı. Fakat her nedense, bu yoğun çalışmalar bile onların yoksulluklarını yok etmiyordu.

Anne-babalar, veli toplantıları ve çocukları için görüşme amacıyla okula pek gelmezlerdi. Bazıları izin alamaz, bazıları gerek duymaz, bazıları da gelmek istemezdi. Gelmek istemeyenlerin gerekçeleri; yoksullukları ve anadilleri nedeniyle ayrımcı bakışlar ve 'Köylü'-'Kürt' gibi alaycı sözlerle karşılaşmak ve çocuklarına üzüntü yaşatmak istemedikleri içindi. Sanki kimlikleri onlar için bir eziklik ve 'utanç(!)' konusu olmuştu. Birsen bu durumu bildiği için fırsat buldukça kendisi giderdi o velilerin evlerine. Bu ev ziyaretleri yapıldığında hem veliler hem de çocuklar çok mutlu olurdu. 

Çocuklar ilk günlerde sınıfta yadırgansalar da sonraları kabul görürlerdi.  Kimi gırtlak farklılığı ile türkü ve ezgiler söyler, kimi sportif etkinliklerde başarı sağlar, kimi becerileriyle, kimisi de ders başarıları ile sınıfa renk katardı. Bu çocuklar beslenme saatlerinde de ki yaşanırdı. O gün eğer çantalarında azıkları varsa onu sessizce çıkarır, çaktırmadan da "Bakalım onlar neler getirmiş" bakışları atıp, imrenerek arkadaşlarına bakarlardı. 

*

2. HAYDAR ÖĞRETMEN:

Tören sırasında çekilen fotoğrafta; 3/A sınıfının yanında, 4/A sınıfı ve sınıf öğretmeni Haydar Bey vardı. İçi ürperdi! Birsen ile aynı yaş ve meslek kıdemi olan Haydar öğretmenin albümde iki fotoğrafı vardı. Birisi şimdi elinde tuttuğu, diğer de öğretmenler odasında çekilmiş olandı. Hemen onu da bulup çıkardı, önündeki sehpanın üstüne koydu ve sonra da bir ona, bir diğerine bakarak düşündü ve hatırlamaya çalıştı.

Haydar Bey’le, kısa bir süre birlikte çalıştığı halde, ona duyduğu saygı ve sevgi yüzünden onu unutmamıştı. Aniden ayrılışına da çok üzülmüştü. Şimdi de onu bir fotoğraf karesinde görmenin duygusallığını yaşayarak o günleri düşünmeye başlamıştı: 

Ülkede yine, yeni bir "sin-sus-sis" iklimini egemen kılan bir sıkıyönetim vardı. Sıkıyönetim çokça ve sıkça ilanı edildiği için hangi yıl olduğunu tam olarak hatırlamıyordu. İşte o yıllardan biriydi. 

Haydar öğretmen, o yıl komşu bir ilden 'sürgün' gelmişti. Kendisine, o yıl il merkezine atanan bir öğretmenin 4/A sınıfını vermişlerdi. 

Haydar, çocukları, velileri, öğretmenleri kısaca 'insan sever', kolayca dostluklar kurabilen değişik birisi idi. Kısa zamanda okulda ve çevrede çokça seveni, birkaç da sevmeyeni olmuştu. Onunla bazen öğretmenler odasında, bazen de okul bahçesinde karşılaştıklarında sohbet ederdi. Onun, yalın, doğru, hilesiz, samimi bakışları vardı. Dinleyenlerini daha çok gözleriyle, onların derinlerine işleyerek yankı yaratan bakışlarıyla etkilerdi. 

Haydar'ın bu etkili iletişim gücü; 'Çok seçicidir, çok zor beğenir' denilen Birsen'den bile çokça 'artı' almıştı. Arkadaş olmaları böylesi duygularla başlamış ve sürüp gidiyordu. Bir gün okula, Haydar'ın evine sabaha karşı baskın yapılarak gözaltına alındığı haberi gelmişti. Bu haber; öğrencileri, öğretmenleri, velileri hatta okul yönetimini bile çok üzmüş, bir şok etkisi yaşatmıştı. Sonraki günlerde de Haydar'ın tutuklandığı, okulla ilişkisinin kesildiği ve uzak bir cezaevine gönderildiği haberi gelmişti... 

Birsen, nemli gözler ve özlem duygusuyla bu anları anımsadı ve her iki fotoğraf karesindeki Haydar'ı sevgiyle okşadı. Sonra birdenbire: "Belki sosyal medyada Haydar'ı bulabilirim!.." -dedi. 

Kalp atışları hızlandı, gözleri ışıldadı...  

(Devam edecek)


Diğer yazılarım için: tıklayınız


 

12 Şubat 2021 Cuma

Birsen Öğretmen (6)

Dün, gün boyu aralıklı olarak gök gürültüsü ve şırıltılar eşliğinde yaz yağmuru yağarken kızgın toprak, damlacıkları aç kalmışın iştahıyla tıs tıs sesleri çıkararak emiyor ve dışarıya sigara içmiş gibi buhar üflüyordu. 

Bugün yağmur yok, hava çok sıcaktı. Bu hava gün yarısından sonra daha çok yorardı insanı. Eğer bir işiniz için siz o saatlerde dışarı çıktıysanız, demek ki çok zordasınız. Havada uçuşan mor, kırmızı, yeşil, sarı her renkteki alev topları ve alazların saldırısıyla nefessiz kalır, kavrulup yanarsınız. Sizi bu yangından ancak bir bahçe, bir gölge korur. Fakat bahçe de sizin gibi canlı bir organizma, o da her gün her mevsime göre değişen bakımı için emek ister. 

Birsen, bahçedeki budama ve ekim işlerini işin ehli ustalara yaptırır, ayrık otlarını ayıklama, gübreleme, çapalama, sulama işlerini kendisi yapardı. Bu işleri rahat yapabilmek için mahallenin 'Terzi Teyze'sine gidip kendisi için dallı güllü bir şalvar diktirmişti. 

Eğer bahçenin işleri bitmişse, çardakta oturur, canı isterse çayını demler ve kitabını alıp okumaya başlardı. Bazen de "Huuu!... Biricik Hanım!" -diye seslenerek gelen komşuları ile birlikte içerlerdi çaylarını.  

Komşu hanımlardan çok onların genç kızlarıyla çardakta oturup sohbet etmek hoşuna gidiyordu. Onlar henüz iğneleyen, eşeleyen dedikodu yapmayı bilmiyorlardı. Onların diliyle konuşmak, anlaşmak, onlardan yeni bi'şeyler öğrenmek istiyordu. Onlarla her buluşmasında yeniden 'öğrenci' oluyor çok şeyler öğreniyor, bundan büyük bir haz alıyordu. Yanıla-öğrene çalışmalar sonunda, sosyal medyada bazı dost gruplara girmiş, kendisi için iki hesap açmıştı. Böylece; eski öğretmenleri, sınıf arkadaşları, meslektaşları, öğrencileri ve velilerin bazılarına ulaşmıştı. Yıllar sonra bu yitiklerle karşılaşmak, onların sanal ortamda ki beğeni paylaşım ve fotoğraflarını görmek çok sevindiriciydi.

Artık dostunuzun postaya verdiği mektubu günlerce beklemiyor, istediğiniz an, sesli, görüntülü, yazarak ona ulaşabiliyorsunuz. Artık, dünyada olup bitenleri kısa sürede öğrenebiliyorsunuz... Sanki dev bir dünyayı küçücük bir cihaza sığdırmışlar.

Böylece birçok 'yasak' etkisiz kalmış, çoğu zalimin zalimliği açığa çıkmış! Ve sosyal medya özgür korkusuz bir iklim başlatıcısı olmuştu...

Ne güzel bir buluştu bu, ne güzel! 

Birsen, o gün bahçede çok çalışmış, çardakta misafir ağırlamış, içi de yorgun ve karmaşık duygular içinde eve gelmişti. TV’den bazı iç karartan haberler dinledikten sonra, pencerenin önüne geçti, gözlerini ufka, ta uzaklara dikip uzun uzun baktı. Sarı sıcak günden eser kalmamıştı, şimdi uzaklarda ürküten bir karanlık vardı. Bu karanlığı, yoksullar mahallesinin yanıp sönen ölgün ışıkları bile biraz olsun azaltmıyordu. Bakanlar, sanki, o mahallenin yüzbinlerce ateşböceğinin işgali altında olduğu duygusunu yaşar ve düşünürdü. 

Sonra da kırpışan kirpiklerinin ucundaki bakışları usul usul kendi içine yöneldi ve bu kez de oraları eşelemeye başladı. Fakat orada da tek başınaydı ve 'yalnızlık' duyguları ortaya çıkmak için fırsat kolluyordu. 

 "Eyvah!" -diyerek irkildi ve o sıcak odada birdenbire üşümeye başladı. Yalnızlığa da onun ardılı olan depreşme ve çığlıklara izin vermemeliydi. Onlara dur deyip değişmeliydi...

Sanki uyur-uyanık gibiydi. Ardın ardın gitti fakat kitaplığa toslamaması için ayakları durdurdu onu. Dönüp kitaplığa baktı, böylesi darda ve zorda kaldığı zamanlarda hep kitaplığa başvururdu. Orada, sorunlarına çözüm bulabilen çok önemli iki kaynağı vardı onun.  

Kaynakların: birincisi, kitapları, ikincisi, fotoğraf albümleriydi.

Kitaplığı pencereleri yapan ustaya yaptırmışlardı. Birsen de onun üstüne 'Kütahya Çinisi' karanfil-lale motifli bir çini vazo, onun iki yanına da aynı çini ustasının eseri iki tabak alıp asmıştı.

Budaklı çamdan yapılan ve dokuları görünsün diye mat vernikle cilalanan bu kitaplığın, öne açılan kanatlarında üç milimlik camları, alt tarafında da çekmeceleri vardı. Kitaplığın raflarında: Fransız, Rus klasikleri, bizden öykü-romanlar ve ayrıca eğitimle ilgili kitapları vardı. Her kitabın girişine de kurşunkalemle; alınışı, okumaya başlama ve bitirme tarihleri yazılmış, bazı sayfalardaki kimi satırlar çizilmiş, kimi boşluklarda da bazı kısa görüş notları, anımsatan-uyaran soru ve ünlemler bulunurdu. 

Üç albüm, kitaplığın orta çekmecesindeydi. Birinde; çocukluk ve öğrencilik yıllarına ait siyah-beyaz, diğer ikisinde de öğrencilik sonrasından bugüne varan çoğu renkli fotoğrafları vardı. Sanki, bu günlere kolaylık sağlasın düşüncesiyle, her fotoğrafın arka yüzünde de 'Kim kiminle, nerede, ne zaman' notları yazılmıştı. 

Birsen, ne zaman kitaplığa yönelecek olsa gözleri en önce: Georges Politzer'in 'Felsefenin Başlangıç İlkeleri' ve 'Felsefenin Temel İlkeleri' isimli, birbirinin devamı sayılan iki kitabı görürdü. Bu iki kitabı odak yapan bazı haklı nedenleri vardı.  Tabii ki, her seferinde de bu nedenleri bir bir hatırlamaya başlardı:

*

Öğretmen okulundaki meslek dersleri öğretmeni, haftada 40 dakika da 'Serbest Çalışma' dersine de girerdi. Öğretmen adaylarını köy gerçekleri ile tanıştırmak için derste Fakir Baykurt'un 'Yılanların Öcü' romanını, diksiyonu iyi olanlara okuturdu. Tüm öğrenciler bundan çok etkilenir ve o dersin bir hafta sonraki saatini sabırsızlıkla beklerdi (Birsen'in, kitap okuma tutkusu işte o günlerde başlamıştı). 

Son sınıf öğrencilerine; köyü, okulu, öğrenci ve çevreyi tanıtmak ve uyum sağlamak için 2 ay süreli bir "staj" yaptırırdı. Öğrenciler de belli bir sırayla sınıflarda ders verir, ders bitiminde o sınıfın öğretmen ve stajyer arkadaşları tarafında eleştirilirdi. Ayrıca; yazışma kuralları, kayıt, devam-takip işleri, köy ve çevre sorunları ve okul yönetimi konuları konuşulur, tartışılır, çözüm için izlenecek yol-yöntemler dile getirilirdi. 

On kişilik 'öğretmen adayı' arkadaşı ile birlikte 2 ay kalacakları bir köyde, 'öğretmenlik stajı' yapmaya başlamışlardı. Birsen 4. sınıfa ders veriyordu. Öğrenciler arasına dağılmış dinleyiciler arasında; rehberlik yapmak için gelen meslek dersleri öğretmeni, 4. sınıfın öğretmeni ve 3 'stajyer' arkadaşı vardı. Ders bitiminde toplanmış 'Değerlendirme' yapıyorlardı. En son değerlendirmeyi de meslek dersleri öğretmeni yapmış ve kısaca: "Birsen'in, bireysel farklılıkları önemseyen sınıf yönetimi, planlaması, ses tonu, zamanı kullanması çok iyi." -deyip, çok olumlu tespitlerde bulunmuştu. Sonra da yalnız kaldıklarında öğretmeni ona: "Kızım, dünyada olup bitenleri anlayıp, yorumlamak için felsefeyi bilmek gerekir. Bunun için de Georges Politzer'in: Felsefenin Başlangıç İlkeleri ve Felsefenin Temel İlkeleri kitaplarını mutlaka alıp okumalısın." -demişti. Birsen de hemen o kitapların isimlerini defterine yazmıştı. 

Hani, göreve başladığı gün gaz lambası ışığında, tahta bavulu boşaltıp, yerleştirdiğinde duygu seli yaşayıp ağlamıştı ya, işte o eşyalar arasında bugün kitaplığın odağında olan bu "iki kitap" da vardı. 

Ve o tek odalı evinde, yalnız kaldığında bazen günışığında, bazen gaz lambası ışığında okumaya başlamıştı bu kitapları. Roman ve öykü benzeri bir akıcılıkları olmadığı için de bazen bir cümleyi, ya da paragrafı anlamak için tekrar tekrar okuyup kendisiyle tartışırdı. Ayrıca bu kitaplar, okunup rafa kaldırılacak türden de değildi. Bazı günler bir paragrafı veya bir bölümü açıp yeniden yeniden okuyordu.

O iki kitap'sebep-sonuç yasası' (ya da karşıtlar yasası) gereği; doğada ve yaşamımızda sürekli bir dönüşüm, gelişim, başkalaşım olduğunu. Var olan tüm durumların da birer sonuç... İnsanlığın bu nesnel sonuçlardan, korkuya dayalı teslimiyetçi, kaderci ve bağımlı kılan anlayışlarla değil, o gerçekleri kabul edip, onlardan korunmak-kurtulmak amacıyla; soran, araştıran, sorgulayan, düşündüren özgür bilimlerin kontrollü çalışmaları ile kurtulabileceğini... O zaman bilinmezin daha bilinir, karanlıkların daha aydınlık olacağı, böylelikle daha iyiye, güzele, gerekliye ulaşılacağını... Emeğin en yüce değer olduğunu... Korku ve zorlukların, ancak birlik gücüyle yok olacağını, eşit haklarla yaşamın daha dengeli ve yaşanır olacağını da... Öğretmişti.    

Birsen, yaşamda olup bitenleri; bu kitabı okuyup düşündükçe, sınayıp denedikçe daha iyi anlamıştı: 

Artık, doğa kaynaklı sorun ve felaketlerin, koruyucu önlemler alarak daha az zarar vereceklerini, sosyal ve psikolojik sorunların da demokratik, dayanışmacı, eşitlikçi anlayışlarla giderilebileceğini anlamış-öğrenmiş ve bu yöntemle düşünüp sorgulayan, değişen bir öğretmen olmaya başlamıştı.    

Yaşanmışlarla buluşmayı bunlar sağlıyor ve bu da ona çok iyi geliyordu. O kaynaklardaki öyküleri anımsayıp; onları biraz eşeler, o özne, nesne, içerikler, olgular ve sonuçları olan sevinç-üzüntü dolu anları yeniden yaşar, güler, ağlardı. Kitapların en önemli kazanımı; düşünerek, sorarak, araştırıp, yorumlayarak yol alacak yöntemler öğretmesiydi. Ancak bu yolla bazı psiko-sosyal yaşam zorluklarını aşmıştı. Onun için kitaplarla konuşmak ona çok iyi geliyordu. 

Bazı günler, bir ses, bir dize, bir ezgi, bir görüntü, bir çığlık, bir coşku, bir gezi, bir dost grubu kısaca 'eski' çekip alır onu içine. O bir insandı, onun da sezdirmek istemediği baskılanmış cinsel güdüleri, duyguları, düşleri vardı, bir başına kalınca onlar alevlenirdi. Hele de ergen olduğundan beri hiç kimseyle paylaşmadığı yatağına uzanıp gözlerini yumunca; öğretmen arkadaşları, yöneticileri, öğrencileri, velileri sıralanırdı. Kimini; "Acaba ne oldu?" -diye merak eder, kimiyle kendini kıyaslar, kimini ise özlerdi. O anlarda yaşanmışlıkları hızla yansırdı içindeki ekrana. Seçtiği bazı özne, içerik ve çağrıştırdıklarıyla baş başa kalınca engel olmadığı duyguları öne çıkar kendiyle fısıltılar, iç çekişler, iniltiler eşliğinde sevişir ve uyurdu. 

Öyle yaptı ve uyudu. 

(Devam edecek)


Diğer yazılarım için: tıklayınız