Birsen Öğretmen (7) etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Birsen Öğretmen (7) etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Şubat 2021 Cuma

Birsen Öğretmen (8)


Sosyal medyada hesap açmış olsa da etkili olarak kullanamıyordu. Hemen 'akıl hocam' dediği Ayşe'ye telefon edip, akşam üzeri çardakta buluşmayı teklif etti ve söz aldı. Sonra çay yanında ikram edecekleri için eli işte, düşleriyle de geçmişte olarak 
hazırlığa başladı.

* 

Mutlu bir evlilik yapıp anne-babasını mutlu edememiş, onlara özlemleri olan torunlar verememiş, anne olmanın hazzını; öğrencileri, arkadaş ve komşu çocukları ile yaşamaya çalışmış fakat sonunda 'yalnız' kalmıştı.  Kendisini; sığınak arayan çaresiz birisi ya da güzel apartmanlar arasındaki bir gecekonduya benzetmesi bundandı. Sonra bu duygu ve sıfatlara "Hayır!"-diye karşı çıkar, kendini paylar, donanım, güzellik ve erdemlerini bir bir sıralardı: "Benim büyüleyici gözlerim, ölçülü bedenim, mesleğim, 'insanlığı' odak alan, kucaklayıcı, eşitlikçi bir anlayışım var." -demekle yetinmez: "Peki, acaba ben çok seçici olduğum için mi evlenemedim, bu yüzden mi yalnız kaldım?" -diye yeniden kendini sorgulardı. 

O, evliliğin ilk günündeki gibi gülerek, titreyerek, el ele tutuşarak ve o heyecan yaratan duyguların sevgi-saygıyla devam etmesini istiyordu. Ama hiç de böyle olmadığını görüyor, anlıyor, biliyordu. O, gülermiş gibi yapan bir kurnaz eş olmamak için seçici davranmış yıllar öncesi yapılan birkaç teklifi kabul etmemişti. 

Aslında onun da iyi bir eş bulmak, iyi bir eş ve anne olmak, çocuklar doğurmak, onları sevip, sarmalayıp okşamak, emzirmek, ninnilerle masallarla büyütmek, iyi okullarda okutmak, iş sahibi olarak evlendirmek... Ve sonra da torunlara sahip olmak gibi istekleri vardı. 

Zaten bunlar birer düş veya hiç de 'olamaz' istekler değildi ki! Yaşıtı olan pek çok arkadaşı bu isteklerini gerçekleştirmişti, onlara özeniyor, hatta onları kıskanıyordu. İşte kimseye açıp paylaşmak istemeyip kendisinde saklı tuttuğu bu yüklerdi içine yağmurlar yağdıran.  

Şimdi kafası, örtüşen, örtüşmeyen pek çok duygu ve düşünceyle doluydu: "Acaba, yıllar öncesinden bugüne, bende heyecan yaratıp içimi titreten, özlemle 'keşke' diye diye aradığım birisi-birileri var mıydı?" -diye bir arayıştaydı. Bu içindeki alevleri söndürmek, soğutmak yerine, geçmişi kurcalayıp oralarda kendisini suçlayacak konular arayışıydı. Güneşin kavuran sıcaklığı azalmış, saat 5'e yaklaşmıştı. Birazdan komşu kızı Ayşe gelecekti.

*

Ayşe, cıvıl cıvıl mavi gözlü, samimi, sempatik, hoşsohbet bir kızdı. Çok az puan farkıyla Hukuk Fakültesine giremediği için bu yıl da dershaneye gidiyordu.   

Ayşe, gelince eve girmedi hazır olan tepsi ve çaydanlığı alarak birlikte çardağa gittiler. Piknik tüpü yakıp çayı kısık ateşte demlemeye bıraktılar. Kısa bir hoşbeşten sonra 

Birsen'in "Sevgili Ayşe, acaba telefon ve adres bilgisi olmayan 'Haydar ... ' adlı arkadaşımı bulmam için yardımcı olabilir misin? "-sorusuna:

Ayşe, "Tabii ki olur, Biricik Ablam!-dedi ve sosyal medyada kısa bir arama yaptı, aynı isimi taşıyan çok kişi buldu. Birsen, bunları tek tek inceledi, ayıkladı: "İşte, Haydar bu!..." -diye bir çığlık attı. Ve Ayşe'nin isteğiyle, kendi sosyal medya hesabını açıp, Haydar'a arkadaşlık teklifini gönderdi, onun son mesajını beğenip, yorum kısmına kendisini tanıtıp ev ve cep telefon numarasını yazdı. 

Haydar'ı arama ve mesaj gönderme işi 15-20 dakikada bitmiş, neşeli bir sohbet ve çay eşliğinde, kurabiye, peynirli börek ile dünden kalma zeytinyağlı sarmaları iştahla yemeye başlamışlardı. Göz ve kulaklarının beklediği mesaj gelmemiş, fakat vedalaşma zamanı gelmişti. Birlikte kap-kacağı toplayıp bahçeden çıkıp evin kapısına gelince, Ayşe'ye tekrar teşekkür edip, öpüştükten sonra ayrıldılar.

Eve girince, çardakta bastırdığı heyecanı geri geldi, titredi, içi içine sığmaz oldu ve dolaşarak telefonun çalmasını bekledi. Akşam sekize doğru ev telefonun sesiyle irkildi, yurtdışından aranıyordu. Arayan Haydar'dı. 

Birsen, birkaç saniye kimse konuşamadı, 'Alo' deyince de karşı taraf tok bir sesle: "Merhaba, sevgili arkadaşım merhaba! Ben, Haydar" -dedi. Birsen yine birkaç saniye konuşamayınca Haydar, Almanya'da olduğunu yakında Türkiye'ye geleceğini görüşüp uzun uzun konuşmak istediğini söyledi. 

Birsen'in tutukluğu biraz olsun geçtikten sonra: "Haydar arkadaşım, sana karşı mahcup olduğumdan tutuk kaldım, konuşamadım. Sen, sevip saydığım bir meslektaşımdın, fakat bir gece ansızın alıp götürüldün ve bizler seni hiç aramadık, sormadık. Özür dilerim." -dedi ağlamaklı olarak, 'Özür dilerim' cümlesi zor anlaşıldı.

Haydar: "Birsen öğretmenim, lütfen üzülmeyiniz, zaten siz arasanız da bana ulaşamazdınız ki! Bu konu biraz uzun ve çok karışık, en iyisi bunu e-mailiniz varsa söyleyin ben yazıp göndereyim."-dedi ve sonra e-mail adreslerini birbirlerine yazdırıp, bundan böyle bu saatlerde, ev telefonu ile görüşmek üzere sözleştiler...  

Haydar'ın e-mail adresine yazdıklarını sabah kalkınca gördü:    

*     

“Birsen Öğretmenim merhaba;

Sizinle görüştüğüm için çok ama çok mutluyum.  

O baskın gecesinden önce, sizin okula nasıl geldiğimi anlatmalıyım:

Sürgün geldiğim ilin merkezine yakın bir köyde öğretmendim. Maaş almak için il merkezine gitmiştim, maaşımı aldım ve arkadaşlarımla dernekte buluşup sohbet ettik ve vedalaştık. İhtiyaçlarımı almak için çarşıya gidiyorken, kalabalık bir grup sloganlar atarak geçiyordu, durup onları izledim, o sırada elinde bir tomar kâğıt olan biri, teksirle çoğaltılan bir bildiriyi elime tutuşturdu. Sonra okumak için katlayıp cebime koydum ve alışveriş yapacağım yere doğru yürüdüm. Birden birisi önüme çıkıp polis olduğunu söyledi ve kimliğimi istedi, çıkarıp verdim, baktı baktı ve ‘ellerini kaldır üstünü arayacağım’ dedi. Aradı ve o bildiriyi buldu. Birlikte karakola gittik. Geçmişimi ve okumadığım o bildiri hakkında sorular sorarak ifademi aldılar ve gece saat 3’e doğru serbest bıraktılar. Bir hafta sonra köye iki müfettiş geldi ve bana yine o bildiriyi sordular... Sonra da beni sizin okula sürgün ettiler. (Not: ben o bildiride neler yazıldığını hiç öğrenemedim.)

Bu atamayı iptal etmesi için Danıştay'da dava açmış, onun sonucunu bekliyordum. İşte sizin de bildiğiniz o gece yarısı ‘Polis!... Aç, aç kapıyı!’ ve kapıya inen darbe sesleri ile uyandım. Kapıyı açtım üç maskeli kişi içeri girdi. Beni kelepçeleyip evi didik didik aradılar. Birkaç kitabı ve beni alıp evden ayrıldılar. (Ev sahibim de uyanmış korku içinde bizi izliyordu).

Yine o okumadığım bildiri ve hiç tanımadığım bazı isimler hakkında bilgi istiyorlardı. Ben ‘bilmiyorum’ dedikçe, onlar çılgınlaşıyor ve dövüyordu. Sabah oldu, akşam oldu, ben hep aynı şeyleri söylüyorum, onlar ise dövüyordu. Kürt-Alevi olduğumu öğrendikleri için de bana 'Kızılbaş!' diye hitap edip yeni işkencecilere o adla teslim ediyorlardı. (Hapishanedekilere bunu anlatınca artık orada da adım Kızılbaş olmuştu) O gece beni başka bir ekibe teslim ettiler. Onlar da maskeliydi, gözlerimi bağlayıp arabaya bindirip, uzun süre gittikten sonra durdular, etrafı delice akan bir suyun çağlaması sarmıştı, sanırım bir köprü üzerindeydik. Giysilerimi çıkarıp beni çıplak olarak bir telis çuvalın içine koyup çuval ağzını sıkıca bağlayıp fırlattılar, içimden 'tamam buraya kadarmış' diyordum. Havada bir süre uçup şırapp diye buz gibi akan bir suyun içine düşüp sürüklendim ve birdenbire frene basılmış gibi olduğum yerde dönmeye başlayınca 'demek ki urganla bağlanmışım' -dedim. Orada ölmemeyi beklerken, yavaş yavaş çekilip sudan çıkarıldım, çuval içindeydim, dişlerim titreşip çarpışıyor, çok üşüyordum. Cellatlarım peş peşe tekmeler atıp: ’Ulan Kızılbaş, konuşacak mısın, yoksa denizde yem mi olacaksın!...’ -diyorlardı. Ben bilmiyorum dedikçe de onlar küfür edip çılgınca tekmeliyorlardı.

Bayılmışım, kaç saat sürdü, beni nasıl giydirip merkezlerine getirdiklerini hiç hatırlamıyorum. Uzuvlarıma elektrik verme, tavana asma ve tehditler artık sıradanlaşmıştı. Birkaç gün sonra savcı sorguladı, nöbetçi doktor darp izlerini göre ‘sağlam’ raporu ve nöbetçi mahkeme de ‘tutuklama’ kararı verdi. (Bu arada bir ekip de doğduğum köye gidip evimizde arama yapmış Türkçe bilmeyen anne-babama hakaret edip, onlara oğullarının ‘Komünist’ olduğunu söylemişler.)

Pek çok kişinin sanık olduğu bir davadan yargılanıyordum ve ben bu sanıklardan hiçbirini tanımıyordum. Mahkeme 4 yıl sonra bitti, ben de ‘beraat’ ettim. Fakat düzen beni kendine düşman saymış, ben de artık eski Haydar değildim. 

Dışarıya çıkmadan iki yıl önce, annem babam altı ay arayla özlemimi çeke çeke ölmüşlerdi. Şimdi benim gidecek bir yerim, yapacak bir işim ve yaşam tutkum olsa da yaşam güvencem yoktu. Ne yapmalı, nasıl yapmalı! arayışı sonunda, hapishane dostlarımın dostlarını bulup bir tır kasası içinde Almanya'ya ulaşabildim. O dostlarımın dostları burada da yalnız bırakmadılar beni, elimdeki mahkeme belgelerini ilgili yerlere verince kolayca 'sığınmacı' oldum, iş verdiler çalıştım. Fakat burada tanış çok azdı, farklı bir dil ve kültür içinde kimliksiz kalmış, boğuluyordum. 'Dilin en önemli kimlik olduğunu' öğrenmiş hem çalışmış hem de dil öğrenerek yeni bir kimlik kazanmıştım. 

Sevgili arkadaşım işte böyle...  Yakında geleceğim, eğer isterseniz (ki, ben çok isterim) buluşup daha uzun konuşuruz.

Sevgi ve saygılarımla... 

'Kızılbaş' Haydar"   

 *  

Haydar, 'yurtdışı konuşmaları bedava' bir tarife ile hemen her akşam o saatte arar olmuştu. Birsen de neredeyse tüm yaşam düzenini bu konuşma saatine uyarlamıştı. Günlük ev ve bahçe işlerini bitirdikten sonra oturup, Haydar'ın mektubunu yeniden okuyor telefonun çalmasını bekliyordu. 

Haydar'ın 15 gün sonra geleceğini söylediği akşam:

Birsen'in, "Gelecek, gelecek, gelecek!"...

Haydar'ın da "Geleceğim, geleceğim, geleceğim!"... 

Çığlıkları iki ayrı coğrafyanın sokaklarında yankılanmıştı. 

Gelecek, geleceğim, gelecek, geleceğim, gelecek!  


Diğer yazılarım için: tıklayınız


19 Şubat 2021 Cuma

Birsen Öğretmen (7)


Karabasanları olmayan çok sayıda güzel rüyaların olduğu huzurlu bir gece geçirmişti. Tatlı tatlı esneyerek gerindi ve bir o yana bir bu yana dönüp sevinç içinde gözlerini araladı. 

Biraz ter koktuğunu anladı ve içinden: "Biraz sonra duş alırım" -dedi. Bugün yatak onu içine çekmek istiyor, bırakmak istemiyordu. Hem, zaten dün bahçede çok çalışmış, bugüne iş bırakmamıştı. İyi geçen gecesini hatırlamak, biraz da sabah keyfi yapmak isteğiyle yataktan çıkmayı erteledi. Yarı uykulu, yarı uyanık uzunca bir zaman daldan dala düşüncelerle oyalanıp durdu. Sonra ani bir kararla; "Önce banyo, sonra kahvaltı"-diyerek hızlıca kalktı. 

Banyo, kahvaltı, bulaşık işleri çok uzun sürmedi. Kitaplığın önüne varıp orta çekmeceyi açtı, oradaki üç albümü göz ve elleriyle okşadıktan sonra, üçüncüsünü aldı ve onu, iki eliyle göğsüne bastırıp pencerenin önündeki kolçaklı koltuğa oturdu. 

Kırlangıç çığlıklarını duyunca hemen pencereyi açtı, kırlangıçları çok severdi. Bugünler onların en hareketli günleriydi, çünkü saçak altında onlara ait mimari harikası birkaç yuva ve içinde de ağzını açıp bekleyen yavruları vardı. Kırlangıçların kimi yuvasına dalıp gagasına sıkıştırdığı yemleri bir ona bir diğerine sırasıyla veriyor, kimi bu işi bitirmiş ki, sevinç çığlıkları ve taklalar ata ata yeni yemler bulmaya gidiyordu. Birkaç dakika onları sevgiyle izledi izledi ve yeniden koltuğuna geri döndü. 

Ve albümün yapışkanlı şeffaf jelatinle korunan sayfalarını bir bir çevirmeye başladı. Orta sayfaların birinde gördüğü bir fotoğraf ilgisini çekti. Ona uzun zaman baktı sonra da yapışkanlı koruyucuyu hızlıca kaldırıp onu eline aldı: Bu; ilkokulların 5, ortaokulların ise 3 yıl olduğu 80'li yıllardan bir bayram töreni... Her sınıf 3' er şube ve öğretmenleri de yanlarında, böylece peş peşe 3'erli sıralanmış 5 uzun kuyruk oluşmuş. Birsen, 3/A sınıfıyla ortada ve en ön sırada.

Babasından kalan büyüteci eline alıp öğrencilerini tek tek görüntüledi, onları bakışlarıyla okşadı, sevdi, bazılarının ismini unutmuş olduğu için de üzüldü. Sonra da büyüteç elde fotoğraf karesindeki öğrenci, öğretmen, yönetici, velileri de bazı duraksamalar ve dönüşler yapa, yapa dolaştı. Sararmaya başlamış olan bu siyah-beyaz fotoğraf karesi, çokça yaşantıyı çağrıştırıp anımsatırken, onu, kâh sevindirdi, kâh üzdü. 

Ve içindeki kendisi dile geldi: "Yaşam sürekli gelişerek, değişerek evrimleşiyor. Bunun için her canlı genleriyle; yaşam direncini ve pek çok özelini milyarlarca yüzyıl ötesine taşıyor. Peki, nasıl olur da bir insan, onlarca yılı kısacık bir 'an' içine sığdırıyor? O halde zaman, iki tik tak arasındaki sonsuzluktur! Eğer öyle olmasaydı, duygu ve düşünceleriyle yola çıkan insan, geçmişteki onlarca yılı birkaç saniye içinde yaşayabilir miydi hiç?"  -diye sorular sordu kendine.

Şimdi ne uyuyor ne de düş görüyordu: Ortada; okulunu, öğrencilerini, öğretmen arkadaşlarını, velilerini ve onlara dair yaşanmışlıkları anlatan bir fotoğraf vardı. Fotoğrafın her noktasını detaylıca inceledi, fakat iki konuya odaklandı onları daha yoğun düşünmeye başladı. Tabii ki önceliği sınıfına, öğrencilerine ve onların içindeki en çok horlananlara verdi. 

* 

1. OKULU ve 3/A SINIFI:

Okulumuzun bulunduğu ilçe; verimli tarla ve bahçeleri ile ünlenmiş ve böylece mevsimlik çalışan yoksullar için bir 'ekmek teknesi' olmuştu. Burada ekim, dikim, kaldırma (hasat) işlerini mevsimlik işçiler yapardı. Bazı mevsimlik işçiler ailece yoksul mahallelere yerleşip kalıcı olurken, bazıları ise işlerin başladığı aylarda çocuklarıyla birlikte gelir, işler bitince de memleketlerine geri dönerlerdi. 

Bir tepenin eteklerinde, daha çok yoksul ve orta halli insanların barındığı bir mahallenin orta yerindeydi okulumuz. İlçenin pek çok toprak zengini olsa da onların çocukları, bizim okula değil, daha çok ilçe merkezi ve ovaya doğru olan okullara giderlerdi. Okulumuzun ferah derslikleri, geniş bahçesi, yeterli tören ve etkinlik alanları vardı. Sınıflarda ortalama 35-40 öğrenci olurdu, fakat bu sayının yaklaşık dörtte birini mevsimlik işçi çocukları oluşturduğu için onların gidiş-dönüşlerine göre sınıfların mevcudu azalır veya çoğalırdı.

Burada da öğretmenliğin ilk iki yılında, Toroslardaki mezralardan okula gelen 'Yörük' çocuk ve velilerinin yaşadığı sorunların benzeri yaşanıyordu. (Ki, o günleri ve öğrencilerini her hatırlayışında, sanki içinde bir fırtına başlar, karla karışık yağmurlar yağardı). Orada; kendilerini elit sayan 'köylüler', bu insanları 'Yörük' diye, burada da mevsimlik işçi çocuklarını 'Köylü-Kürt' olarak ötekileştiriyorlardı. Bu ayrımcı bakışa çocuklardan çok anne-babalar sahipti. Bu da öğrenciler arasında ayrım yapmamaya özen gösteren Birsen'i çok çok üzüyordu.  

Kara-kuru-çelimsiz-soluk benizli, yaşından daha yaşlı görünen çocukların herkes gibi siyah önlük-beyaz yakaları vardı. Belki önlük onların yamalı giysilerini biraz olsun saklardı, fakat ürkek bakışları, tarazlı saçları, arpa ekmeği gibi çatlak-patlak elleri ve çamurlu lastik çizmeleri herkese onların yoksulluklarını fısıldardı. 

Boyunlarına asılı çantanın içinde; gazeteye sarılmış azık, kitap-defter bir de özenle koruyup, kaybolunca ağladıkları 2-3 santimlik kurşunkalemleri olurdu. Bunlar, daha çok ders yılı başlangıcında sınıfta-bahçede-çevrede yadırganırlar, sonra zamanla kabul görürlerdi. Hele de bazılarının değişik gırtlak sesleriyle türküler, ezgiler söylemesi sınıfa renk ve neşe katardı. Fakat bazı arkadaşlarının şivesi nedeniyle kıkırdaması ve alay etmesi onları çok üzerdi. Bunun için ders anlatırken veya bir parçayı sesli sesli okurlarken hep gergin, ürkek ve güvensiz olurlardı. 

Bu çocukların, kendilerine benzer ürkek, çocuk yüzlü, anne ve babaları vardı ve bunların çoğu da Türkçe bilmez, Kürtçe konuşurdu. Yoksullukları bitsin diye, okula giden çocukları dahil, tüm aile fertleri fırsat buldukça çalışırdı. Herkes becerisine uygun işler bulur; kimi evlerde temizlik ve bakıcılık, kimi eskicilik, kimi seyyar satıcılık, kimi amelelik, kimi ayakkabı boyacılığı ve kimileri de tarla ve bahçelerde çalışırdı. Fakat her nedense, bu yoğun çalışmalar bile onların yoksulluklarını yok etmiyordu.

Anne-babalar, veli toplantıları ve çocukları için görüşme amacıyla okula pek gelmezlerdi. Bazıları izin alamaz, bazıları gerek duymaz, bazıları da gelmek istemezdi. Gelmek istemeyenlerin gerekçeleri; yoksullukları ve anadilleri nedeniyle ayrımcı bakışlar ve 'Köylü'-'Kürt' gibi alaycı sözlerle karşılaşmak ve çocuklarına üzüntü yaşatmak istemedikleri içindi. Sanki kimlikleri onlar için bir eziklik ve 'utanç(!)' konusu olmuştu. Birsen bu durumu bildiği için fırsat buldukça kendisi giderdi o velilerin evlerine. Bu ev ziyaretleri yapıldığında hem veliler hem de çocuklar çok mutlu olurdu. 

Çocuklar ilk günlerde sınıfta yadırgansalar da sonraları kabul görürlerdi.  Kimi gırtlak farklılığı ile türkü ve ezgiler söyler, kimi sportif etkinliklerde başarı sağlar, kimi becerileriyle, kimisi de ders başarıları ile sınıfa renk katardı. Bu çocuklar beslenme saatlerinde de ki yaşanırdı. O gün eğer çantalarında azıkları varsa onu sessizce çıkarır, çaktırmadan da "Bakalım onlar neler getirmiş" bakışları atıp, imrenerek arkadaşlarına bakarlardı. 

*

2. HAYDAR ÖĞRETMEN:

Tören sırasında çekilen fotoğrafta; 3/A sınıfının yanında, 4/A sınıfı ve sınıf öğretmeni Haydar Bey vardı. İçi ürperdi! Birsen ile aynı yaş ve meslek kıdemi olan Haydar öğretmenin albümde iki fotoğrafı vardı. Birisi şimdi elinde tuttuğu, diğer de öğretmenler odasında çekilmiş olandı. Hemen onu da bulup çıkardı, önündeki sehpanın üstüne koydu ve sonra da bir ona, bir diğerine bakarak düşündü ve hatırlamaya çalıştı.

Haydar Bey’le, kısa bir süre birlikte çalıştığı halde, ona duyduğu saygı ve sevgi yüzünden onu unutmamıştı. Aniden ayrılışına da çok üzülmüştü. Şimdi de onu bir fotoğraf karesinde görmenin duygusallığını yaşayarak o günleri düşünmeye başlamıştı: 

Ülkede yine, yeni bir "sin-sus-sis" iklimini egemen kılan bir sıkıyönetim vardı. Sıkıyönetim çokça ve sıkça ilanı edildiği için hangi yıl olduğunu tam olarak hatırlamıyordu. İşte o yıllardan biriydi. 

Haydar öğretmen, o yıl komşu bir ilden 'sürgün' gelmişti. Kendisine, o yıl il merkezine atanan bir öğretmenin 4/A sınıfını vermişlerdi. 

Haydar, çocukları, velileri, öğretmenleri kısaca 'insan sever', kolayca dostluklar kurabilen değişik birisi idi. Kısa zamanda okulda ve çevrede çokça seveni, birkaç da sevmeyeni olmuştu. Onunla bazen öğretmenler odasında, bazen de okul bahçesinde karşılaştıklarında sohbet ederdi. Onun, yalın, doğru, hilesiz, samimi bakışları vardı. Dinleyenlerini daha çok gözleriyle, onların derinlerine işleyerek yankı yaratan bakışlarıyla etkilerdi. 

Haydar'ın bu etkili iletişim gücü; 'Çok seçicidir, çok zor beğenir' denilen Birsen'den bile çokça 'artı' almıştı. Arkadaş olmaları böylesi duygularla başlamış ve sürüp gidiyordu. Bir gün okula, Haydar'ın evine sabaha karşı baskın yapılarak gözaltına alındığı haberi gelmişti. Bu haber; öğrencileri, öğretmenleri, velileri hatta okul yönetimini bile çok üzmüş, bir şok etkisi yaşatmıştı. Sonraki günlerde de Haydar'ın tutuklandığı, okulla ilişkisinin kesildiği ve uzak bir cezaevine gönderildiği haberi gelmişti... 

Birsen, nemli gözler ve özlem duygusuyla bu anları anımsadı ve her iki fotoğraf karesindeki Haydar'ı sevgiyle okşadı. Sonra birdenbire: "Belki sosyal medyada Haydar'ı bulabilirim!.." -dedi. 

Kalp atışları hızlandı, gözleri ışıldadı...  

(Devam edecek)


Diğer yazılarım için: tıklayınız