10 Mart 2017 Cuma

Ne yerli ne de milli, insanî olmalı insanî

Fizik bilimi, maddenin yapısındaki; (+) yüklü protonları, (–) yüklü elektronları ve yüksüz olan nötronları bulmuştur. Günlük yaşamda biz onları; artı (+), eksi (-) ve nötr kutuplar olarak isimlendiririz. Bu üç farklı gücün, uyumlu beraberliğinden ise, ne hayırlı sonuçlar çıktığını hepimiz biliriz. Ancak bu üç gücü hiç kimse bilerek isteyerek vuruşturmaz, çünkü bu bir felaket demektir. Özetle, bu üç güç uyum içinde kaldıkça; bizim için ışık veren, iş gören elektrik olur, çarpışınca da bummm!.. diye yok eden bir... 

İsterseniz doğada var olan bu gerçeğin bir de sosyal yaşamdaki yansımasına bakalım. Toplum, adından da anlaşıldığı gibi; kişisel, inançsal, ırksal vb. pek çok  farklılıkları olan sosyal katmanlara mensup bireylerin toplamıdır. Bu çeşitlilikleri, farklılıkları ve güzellikleri yok saymak, onları tek tip olmaya zorlamak çok tehlikelidir. Çünkü size rağmen o farklılıklar vardır ve var olmaya devam edecektir.

Bilimsel verileri kullanılır kılan teknoloji, günümüz insanlarına uzakları yakın kılar, bilgiye ve kaynaklara hızlı ulaşmayı sağlar. Bilim insanları laboratuvar ve uzayda; artık bize yetmeyen dünyamızın dışında, başka yaşam alanları arayışında...

İşte tam da bu yıllar ve günlerde dünyanın pek çok ülkesinde hoyrat milliyetçi rüzgârların esmekte olduğunun görüyoruz. Tıpkı bizdeki “Türk tipi, yerli ve milli olmak” söylemleri uygulamaları gibi…

Türkiye, on milyona yakın sayıda insanını dünyanın pek çok ülkesine göçmen ve emekçi olarak gönderen bir ülke. Bir an bu insanlarımızın bulundukları ülkelerde; “Siz yerli ve milli değilsiniz!..” söylemi ile karşılaştıklarını düşünelim. O emekçi göçmen insanlarımız, bu söylem karşısında neler hisseder ve neler yaşar?!..

İlk bakışta yerli ve milli sözcükleri benzeşse de, yerli; aynı coğrafyadan olmayı, milli ise aynı ırktan olmayı gerekli kılar. Bu tanımlamayı esas alırsak, dünyada sadece yerli ve milli olanları barındıran hiç bir ülkenin olmadığını görürüz. 

Tarihte yaşanmış pek çok ırkçı faşist savaşın, yerli ve milli olmak söylemiyle başladığını, "başka" veya "öteki" ilan edilenlerin de; dili, inancı, malı, kültürü ve canı ile hedefe konduğunu... İnsanları dünkü komşusuna düşman kılanların ise, lanetle anılan faşist liderler ve öğretileri olduğunu biliyoruz.  

Demek ki, yerli ve milli olmak söylemi; toparlayıcı olmak yerine, ayrıştırıcıdır, “başkası” ve “ötekiler” yarattığı için de, evrensel olmaktan uzaklaştırıcıdır. Eğer bir değerin kalıcı olarak kabul görüp paylaşılması isteniyorsa, onun yerli ve milli olmak yerine dünya ait ve insanî olması gerekir. 

Kuşkusuz bilim insanları her alandaki yeni buluşlarıyla toplumsal yaşama kolaylıklar sağlar. Örneğin tıp alanındaki bir buluşun, bir tedavi yönteminin veya bir ilacın kısa süre sonra yerli ve milli ayrımı olmaksızın dünyanın her yerinde ortaklaşa kullanır olması gibi… 

Daha genel bir bakışla özetlersek; çağlar öncesinden günümüze Felsefe-Matematik-Fizik-Kimya-Biyoloji-Müzik-Resim-Edebiyat... alanları ile  pek çok inanç ve dinden günümüze miras kalan, yaşamımızı kolaylaştıran, bize ışık tutan nice bilge kişi, nice evrensel değerlerimiz var.

Peki, sizce tüm bu bilge kişi ve değerlerden hangisi yerli, hangisi milli?
 
***
16 Nisan Referandumu:

Farklılıklardan çatışmalar ve düşmanlıklar çıkarmak çok kolay olup, genellikle ufku dar, dili sivri insanların başvurduğu bir yöntemdir.Uzun erimli düşünüp, görebilen liderler, hayatı yaşanır kılmak için, var olan tüm inançsal/kimliksel farklılıklara saygılı olarak uzlaşı ve uyum arayışında bulunurlar.

İktidar gücü; olumlu ya da olumsuz kullanıldığı her iki durumda da çok etkili bir yaptırıma sahiptir. Olumsuzluk bildiren söylemler genel olarak şart koşmayı gerekli kılan “eğer” sözcüğü ile başlar. Örneğin: “Eğer istediklerimi yapmaz iseniz; yıkılan evin yapılmaz, çocuğun işsiz kalır, köyün yolsuz, susuz, elektriksiz kalır…” gibi şartlar öne süren söylemlerle yola çıkan iktidarlar insanlarda büyük gerginlik ve ikilem yaratır. 

Muhalefeti susturmak, halktan gerçekleri gizlemek için, gece gündüz demeden, canhıraş çabalarla, karşı olan herkese gözdağı verildi, kavgalar edildi. 6 milyon seçmeni bulunan HDP’nin başkan ve vekilleri tutukladı ve  parti etkisiz kılınmaya çalışıldı/çalışılıyor.

Düşüncelerini gazete ve ekranlarda anlatmaktan başka hiçbir suçu olmayan yazar-çizerler henüz belli olmayan iddialarla, dört aydan beri tutuklu… 

İşte ülkemizi OHAL şartlarında KHK’lerle bu hale getirdiler.  

Oysa ülkenin içinde ve dışında savaş rüzgârları esiyor ve çözüm bekleyen, Ağrı dağı kadar aşılmaz, Harran ovası kadar büyük pek çok sorunumuz var… Ve bu devasa sorunları çözmekle görevli iktidar; halkın, meclis görüşmelerini, meclis TV de izlemesini bile sakıncalı bulup ekranları kararttı, kendisini iktidarsız ilan etti, işini gücünü bıraktı, tüm enerjisiyle “Tek Adam Yönetimi” getirmeye çalıştı. 

Ayrıca bu değişiklik girişimi; herkesi kucaklayacak bir uzlaşı sağlayıp ‘12 Eylül Anayasası’nı etik ve demokratik kurallara uyumlu kılmak için de yapılmıyordu ki...

Sadece, evet sadece fiili durum yaratan kişiye pes edip; “Biz yasama, yürütme ve yargı olarak görevimizi yapamadık, beceremedik, şimdi tüm yetkilerimizi siz alın ve tek adam olarak bizi yönetiniz.” demek için…

İşte bugünlerde meydan ve ekranlar bunun için çok canlı… Çünkü uzlaşı aranmaksızın, korku ikliminde sağlanan sayılarla hazırlanan “Fiili duruma;Evet’ mi,Hayır’ mı?” değişikliğini halka soracaklar. 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

3 Mart 2017 Cuma

Bilinmezleri bilinir kılanlar ile bilinmezden güç alanlar


(Savaş olmasın Barış olsun diyeBu Suça Ortak Olmayacağız! bildirisini imzaladığı için, kendisine tüm kapıların kapatılmasına dayanamayıp, yaşamını sonlandıran bilim insanı:
 Mehmet Fatih Traş’ a saygı ile…)  


Eğer insan yavrularının doğum öncesinde içinde bulundukları farklı şartları saymaz, sadece dünyaya çıplak ve korunacak halde gelişlerine bakarsak, hepsinin görüntüsel bir ‘eşitlik’ içinde olduğunu görebiliriz. Ama bu göreceli bir eşitlik ve sadece o an içindir. Çünkü ağlayarak ve çığlıklar atıp  geldikleri dünyaya, o andan başlayarak; kimine yokluk, kimine de varlık içinde bir yaşam sunacaktır.

Bu eşitsizliği ana-baba-ataların bireysel farklılıkları, özel yetileri kısmen belirlese de, asıl nedenin, emek sömürüsü sonucu oluşan artı değerin, hakça paylaşamamasından kaynaklandığı unutulmamalıdır.

Artı değerin sağladığı güçle güçlenenler, kurulu sömürü düzenlerini sürekli kılmak için her çareye başvururlar. (Savaşlar da bu anlayışın sonucudur.). Düzenlerini daha çok geliştirip kalıcı kılmak için de, İnanç Sitemi'ni kontrol altında tutmak zorundadırlar.

İnanç sistemini kontrol etmeyi de, amaçlarına uygun olarak düzenlenmiş eğitim sistemi ile sağlayabilir.   Böyle bir eğitim sisteminde insanlar; ezbere dayalı bilgilerle donanır, soru sormaz, yorum yapmaz, özgünlükleri olmayan tek tip olarak yetiştirilir. Bunlar; haklarını aramayan, sadece verilenlerle yetinen, boyun eğip hizmet eden, özgüvensiz kişilerdir. 

Bu insanlar; yaşadıkları tüm sıkıntı ve olumsuzlukları,  sadece fıtrat ve kader bağlamında değerlendiren kolaycı bir savunma mekanizmasına sahiptirler.  Böyle  yetişen kişilerde, her insanda olması gereken ve sorunlarla mücadeleyi sağlayan “başa çıkma gücü” körelmesi vardır. Bu da onları, öğrenilmiş çaresizlik içinde,  boyun eğen bireyler yapar.

Zaten güç sahibi egemenler de, böylesi insanlar istemiyor muydu?

***

Egemen güçler, güçlerini; karanlıkta kalan bilinmezlikler üzerine kurdukları için, bilimin sağladığı aydınlığı sevmezler. Çünkü aydınlık, onların emek ve inanç sömürülerine ışık tutar. Onlar için asıl korkutucu olan da budur.

Bundandır ki zaman zaman (belki de her zaman), filozoflar ya da bilge kişiler; Vicdan, Erdem, Etik, Hak-Hukuk-Adalet-Demokrasi dediklerinde “şeytanın avukatı”  sayılmış… Kimisinin derisi yüzülmüş, kimi yakılmış, kiminin giyotinle başı kesilmiş veya idam edilmiş, kimileri de alınıp götürüldükten sonra bir daha dönmemiş; kuytularda, zindanlarda, mahzenlerde işkencelerde yok edilmiş... 

Bilgin ne zaman konuşmuş, bilim ne zaman bilinir kılmışsa bilinmezleri… İşte o zaman başlamış, bu bilinmezden beslenip güç devşiren odakların paniklemeleri...

İşte o zaman başlamış olup, halen devam etmekte olan; büyük acılar ve kıyımlar yaşatan inanç, din ve mezhep savaşları…

Tarihi kalıt (miras) olan mabet, meydan ve yerleşkelerde bulunan; yontu, resim, yazı, alet ve paralardan anlıyoruz ki, insanlar tarih boyunca yaşamak ve kazanmak için savaşmış... Karşılaştıkları bilinmezliklerin, yaşattıkları korku ve sevinçleri anlamlandırmak için de: ne/niçin/neden/nasıl diye çokça sorular sorup, sürekli olarak arayışta bulunduklarını anlıyoruz.

İnsanoğlu bu bilinmezlikler için hep kendince nedenler aramış, bulmuş, sıralamış. Korkutan, ürküten güçler ve başa çıkılmaz bilinmezliklerle karşılaşınca da, onları kutsayıp, tapınmış. Bilinmezlik, korku, acı ve ıstıraplar sürüp gittikçe de, insanlar için sığınacak birer liman olmuş inançları ve tapınakları…

İşte böyle doğmuş doğa güçlerine tapan Paganizm… Tanrılar ve Tanrıçaların bolca olduğu Çok Tanrılı Dinler… Ve “İbrahim’i Dinler” olarak bilinen Tek Tanrılı Dinler

Her insanın kendine özel olarak kutsal kıldığı, bunlara dokunulunca da,  incinip canının yandığı; inançları ve değerleri vardır. Herkesin bu inanç ve değerlerine saygı duymanın da bir “erdem” olduğunu unutmamak gerekir.



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız