21 Ekim 2016 Cuma

Vay Be, Ne Çok Uyutulmuş, Ne Çok Aldatılmışız!..


En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnun,/ Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?
(En ummadığın senin içyüzünü keşfeder,/Sen herkesi kör, halkı sersem mi sanıyorsun?)
Ziya Paşa


Adeta bir ahtapot gibi her tarafa dal budak salan FETÖCÜ virüsün; girmediği in, bulunmadığı yer kalmamış. Ve girdikleri her yerlerde hiç de; sinik-sessiz-eylemsiz değillermiş. Her yerde kumandayı ele geçirmiş, hiçbir uygulama onların onayı olmadan yapılmaz olmuş(muş). Bunu gören biz sade vatandaşlar, gözlerimiz fal taşı gibi açılmış, mahcup bir durumda ve “Vay be, ne çok uyutulmuş, ne çok aldatılmışız! “ diye mırıldanıyoruz. Ve hemen yaşanmışlıklarımız olan; ölümleri, işkenceleri, acıları, haksız ve hukuksuzları anımsıyor ve de, bunlara neden olan failleri, onlara kol kanat gerenleri daha iyi tanıyoruz.
Peki, tüm bunlar olup biterken, aldıkları oy gücü ile ülkeyi yönettiğini her gün ve her fırsatta ilan edenler ne yapıyor, neler söylüyorlar acaba? Acaba onların da bizler gibi “Vay be, ne çok uyutulmuş, ne çok aldatılmışız!“ deme hakları var mı?
Devletin en yetkili kişileri; Askeriye, Emniyet, Yargı, Eğitim ve devleti oluşturan ana güçlerin, kuruluşların, nasıl paralel devlet yapılanması dedikleri FETÖ’cülerin denetimine geçtiğini sayılarla açıkladılar. Bu açıklamalar üzerine biraz durup düşünmek ve “Paris bir günde yapılmamıştır” sözünü hatırlamak gerekir. Tüm canlı organizmalar; doğum öncesi, bebeklik, çocukluk, ergenlik ve yetkinlik süreçleri ile yaşama katılırlar. Bu terör örgütünün gelişmeleri de devletin ve dünyanın belleğinde kayıtlı duruyor.
Bu görünümün oluşması, bunların inlere ve kılcal damarlara kadar girebilmeleri için önemli bir zamana ve iklime ihtiyaç vardı. Peki, bu zamanı ve iklimi, ahtapot gibi her tarafa dal budak salan bu virüse kim/kimler sağladı? Ona bakmak gerekir. Sadece bakmak da yetmez, onlara bu olanağın neye karşılık verildiğinin de Burhan Kuzu tanıklığında sorgulanıp ve yargılanması gerekmez mi?
İki gün önce eski Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök TBMM Darbe Komisyonuna; 2004 yılında dönemin genelkurmay başkanıyken MGK’da alınan kararla hükümeti FETÖ’ye karşı uyardıklarını bildirdi.  Demek ki istihbarat ve güvenlik örgütlerine sahip ve arşivlerindeki her türlü belge ve bilgiye her an ulaşma olanağı bulunan devlet yöneticilerinin 12 yıl sonra; “Vay be, ne çok uyutulmuş, ne çok aldatılmışız! “ deme hakları ve şansları yoktur, olmamalı. Nokta… 
Ayrıca;
Bu örgüt sadece devlet içindeki yetki ve makamlarla da yetinmemiş; anaokulundan üniversiteye her kademede okullar, şirketler, marketler, vakıflar, dernekler açmıştı. Bunların açılışları ve etkinlikleri devletin en üst makamlarınca desteklenmiş, arsalar, binalar, katkılar sağlanmış, gözlerde yaş, koro halinde yakarışlarıyla, methiyeler yapılmış, hamaset dolu söylevler eşliğinde, Necip Fazıl’dan şiirler okunmuş ve coşku ile alkışlanmıştı.
Haydi, diyelim ki tüm bunları sürekli algı yöneterek, yapay gündemler oluşturarak, sıranın kendisine gelmesini bekleyen sessiz çoğunluğa unutturdunuz. Peki, acaba, dünyanın gören gözleri, duyan kulakları ve de, ölümler, yıkımlar, büyük acılar yaşamışların beleklerinden silinip aklanacak mısınız?

Şimdi bu suç örgütü darbe girişiminde bulunurken suçüstü yakalandı ya, herkes bunların politik ayaklarının da ortaya çıkarılmasını, yargılanıp hak ettikleri cezayı almasını istiyor/bekliyor. Fakat fırsat bu bir fırsat deyip; OHAL torba KHK’leri ile Belediye Başkanlarını, gazetecileri, yazarları özetle “muhalif” bildikleri herkesi toplayıp, hapishanelere atmak…?
***
Dünya Kız Çocukları Günü
Türkiye, Kanada ve Peru tarafından yapılan girişimler sonucunda, kız çocuklarına karşı ayrımcılığın önlenmesi ve onların insan haklarından tam ve etkili bir şekilde yararlanmalarını sağlamak amacıyla 2012’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 11 Ekim’i “Dünya Kız Çocukları Günü ” olarak kabul etmiş ve her yıl etkinliklerle kutlanmaktadır.

Bu güzel girişimde bulunan girişimcileri kutlayıp alkışlamak gerek.
Girişimci Kanada ve Peru’da kız çocuklar ne durumda bilmiyorum, incelemek gerekir. Fakat bizim ülkemizde; eğitimsiz bırakılan çocuk gelinlerin, çocuk işçilerin, çocuk işkence ve cinayetlerinin yaşandığı, hem kız, hem de erkek çocukların “Çocuk Hakları” sıkça/çokça ihlal edildiği bir gerçek ve başlı başına uzunca incelenmesi gereken bir konu.
Annesinin ölümüyle büyük üzüntü yaşayan ve bizleri de üzüntüsüne ortak kılan Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu acıdan yıllar sonra Trabzon’da; “Bir adam gibi ölmek var, bir şey söyleyecektim ama onu söylemeyeceğim, bir de madam gibi ölmek var. Ölelim ama adam gibi ölelim.” dedi. (Ve ne yazık ki kendisi de bir kadın olan, Aile Bakanı Betül Sayan da bu sözleri; “bu ifade Anadolu'da kullanılan bir deyim" deyip savundu.)
Madam, Fransızca bir sözcük olup, Rum, Yahudi, Ermeni vatandaşlarımızca da kullanmaktadır. TDK sözlüğünde: “(Evlenmiş) Bayan” anlamına olup Müslüman olmayan için kullanılır. Denmektedir.  
Şimdi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın (hem de eşi yanında iken), korkaklığı aşağılamak için kullandığı (“Dünya Kız Çocukları Günü ”nünden 4 gün sonra) bu cümlenin uzanabildiği iki soruyu hatırlatarak sizin yorumlarınıza bırakmak istiyorum:
1.  Bu söylem, cinsiyetçi anlayıştan kaynaklı mıdır?
2.  Bu söylem, ırkları ve inançları hedef alan bir nefret söylemi midir?
Hatırlatma: Cumhurbaşkanının kurucusu olduğu partideki kadın taraftarların, erkek (onun söylemiyle adam) taraftarlardan oldukça fazla olduğunu ve ülkemizde Rum, Yahudi, Ermeni vatandaşların da olduğunu hatırlarsak… Bu sözün nerelere kadar gidebileceğini daha iyi anlamış oluruz.

 ***


Barışa, demokrasiye, farklı kimlik ve inançlara, demokratik muhalefete, kadına, yaşam tarzına kısaca; “kendi gibi” olmayan her şeyin karşısında/kavgalısı olan, hem vurup hem de bağıran bir iktidar... Yaşamı dar ediyor, dar!..

                                      Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

14 Ekim 2016 Cuma

Okullar ve Çocuklarımız Nereye Savruluyor?!..


AKP, iktidarının ilk yıllarında; “iki adım ileri bir adım geri” taktiğini izler ve kamuoyu tepkisinden çekinirdi. Şimdilerde ise, bu ürkekliği geçti, çok atak…  
  • Diyanet ve Vakıfların gölgesinde, imam hatip sistemine uyarlanmış 4+4+4 sistemine geçildi. Böylece 2004 yılındaki İmam hatipli 97.489 öğrenci sayısını günümüzde 1.201.500’ye (%1232) çıkardılar. 
  •  Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AHİM) oybirliği ile “öğrencilerin bir gerekçe göstermeden Din ve Ahlak Bilgisi derslerine girmeme haklarının verilmesine”. Kararını almıştı. Hükümetin bu karara uyma zorunluluğu olduğu halde, kararı yok sayma direnişini sürdürüyor. Böylece bir inanç dayatmasında bulunarak, “laiklik” ilkesini de fiilen sonlandırmış durumdalar. 
  • Karma eğitimi (kızlı erkekli eğitim)  tamamen ortadan kaldırmak üzereler. 
  •  Kız çocukların okula devam yüzdeliğini önemli ölçüde düşürdüler. 
  •  3 yılda bir yapılan “Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı”(PISA) araştırmalarında Türkiye’yi son sıralarda sabitlediler. 
  •  
Bunlar da yetmedi. Şimdi de en büyük projeleri, ülkemizin en gözde okulları olan Anadolu Liseleri’ni Proje Okulları haline getirmek: 
Önceki yıllarda bu okulların yönetimlerini değiştirmişlerdi,  şimdi de sınavla gelen öğretmenlerini almaya başladılar. Ve uygun ortam (!) yaratarak bu okullara “mülakat” ile öğrenci almanın arayışı/hesabı içindeler.
Yetmedi; Kabataş Erkek Lisesi Müdür Yardımcısı Şakir Voyvot’un “Bütün okullarımızın imam hatip lisesi gibi olması zamanı geldi…” Dediği 6 dakika 20 saniyelik konuşmasında; okullarda namaz kıldırmada yeterli olamadıkları için dernek ve vakıfları yardıma çağırdığı, taktik, plan ve amaçlarını anlattığı ortaya çıktı. Dilerseniz konuşmayı, ortamı içinde izleyip, dinleyelim: https://www.youtube.com/watch?v=7K4d97Wl5vA
Yetmedi; Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez bir parti başkanı özgüveniyle: “Toplumsal huzur ve birliğin temin edilmesi adına Başkanlık yasal yetki ve sorumlulukları genişletilmeli ve tahkim edilmelidir.” , “Camilere bağlı gençlik kolları oluşturulmalı; il ve ilçelerde gençlik rehberi adıyla yeterli kadrolar ihdas edilmeli ve bu rehberler aracılığıyla Diyanet İşleri Başkanlığı ideal bir gençliğin yetiştirilmesinde gerekli desteği vermelidir….” Gibi isteklerde bulundu. Kime özeniyorsa il-ilçelerde Camilere bağlı gençlik kolları ve gençlik rehberi arayışında!… Peki ne yapacak bunlar?!  
Bir de, belki unutunuz hatırlatmak isterim: İlim Yayma Vakfı’nın kurucusu olduğu, Sabahattin Zaim Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Bülent Arı: “Bizde de şimdi okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor. Ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum bu ülkede… Ülkeyi ayakta tutacak olanlar okumamış, hatta ilkokul bile okumamış olanlardır… Okumuşlardan korkuyorum, pratikte en tehlikeli kesim üniversite mezunlarıdır.”  Demişti.
Görüldüğü gibi, cehaleti kutsuyor ve geleceklerinin teminatı olacak cahil bir nesil istiyorlar. Herhalde, böyle bir neslin yetişmesi için de; geometrik hızla geliştirilen İmam-Hatip ikliminin uygun olabileceğini düşünüyor ve umuyorlar.
Sonuç: Orta yerde korku dolu bir sessizlik var… Sadece canı yanan bazı öğrenci, bazı öğretmen, bazı veli, bazı yazarçizerlerin, karşı çıkışları ve çığlıkları var. Büyük çoğunluk yılgın, sinik, şaşkın…

 ***
Bu iklimde özgüven yitimine uğrayan insanlar:
İktidarın iç-dış politikası çok etkili oldu. Birden bire hem içeride, hem de dışarıda savaş ortamına sürüklendik. İnsanlar önlerini göremez oldu, özgüven yitimine uğradılar…
Sizler de belki tanığı olmuş, belki konu komşunuzdan, belki de haberlerden duyup öğrenmişsinizdir: Bu iklimde yaşamanın zorlaştığını anlayan ana-babalar; anaokulundan, üniversiteye kadar her çağdaki çocuklarının geleceği için çok yoğun endişe duymaya başladılar.
Bu nedenle velilerden; çok varlıklı olanlar, çocuklarını alıp başka ülkelere göçtü, varlıklılar, ülke içinde güvenli gördükleri özel okullara verdi çocuklarını, gücü yetmeyenler ise düzenin akıntısına kapılmış kara kara düşünmekte ve çocukları mevcut devlet okulunda… Bunların hangisine kızabilir, hangisini eleştirebilirsiniz ki? Hepsi haklı!… Önce can diyor, her üç grup ana-baba da. Çünkü herkesin en değerli varlığı çocukları…
Bilirsiniz, okuyup başarılı meslek sahibi veya akademisyen olmuş tüm kişilerin geleceğe dair pek çok hayali, pek çok projesi vardır. Ülkeyi refaha kavuşturacak ve geliştirecek olan da bu hayal ve projelerin gerçekleşmesidir. Fakat bu beyinlerin, bazıları iktidarca işsiz bırakıldıklarından, bazıları da gelecekleri için endişe duyduklarından, ülkeden kaçmanın yollarını arıyor.
Artık onlara güven vermiyor, bu kara-sarı-sıcak iklim.
Tıpkı 1930’lu yıllarda Faşist Hitler’in zulmünden kaçıp Türkiye’ye sığınmış Yahudi asıllı bilim adamları gibi…
Şimdi de tarihten bir sayfayı anımsatalım:
Albert Einstein, “Yahudi Halklarının Sağlığının Korunması Vakfı” Onursal Başkanı olarak 17 Eylül 1933 günü yazdığı mektupla, T. C. Başbakanlığından; Nazi zulmünden kaçan Yahudi akademisyenlerin Türkiye’de mesleklerini icra edebilecekleri bir kuruma yerleştirilmeleri rica edilmektedir
Başbakan İsmet İnönü’nün bu mektuba olumsuz yanıt verdiği, fakat Atatürk’ün devreye  girerekk 190 Profesörün üniversitelerimizde ders vermeye başladıkları…: http://www.serenti.org/einsteinin-mektubu/
Bu bilim adamlarının, Cumhuriyet’in  yeni kurulduğu yıllarda, ülkemizin geleceğine yön verecek çok büyük katkılar sağladıkları bilinmektedir.
İşte bugün de bazı zenginlerimiz ve pek çok bilim insanımız kendi geleceklerini güvende göremedikleri için, tıpkı o zulmünden kaçıp Türkiye’ye sığınmış bilim insanları gibi gidiyorlar ve gidecekleri ülkelerin bilim-teknoloji ve sanayilerine katkı sunacaklar.
Bu durum ülkemizdeki; eğitime, ekonomiye, sanayiye, teknoloji ve bilimsel alanlardaki tüm gelişmelere büyük zararlar verecek ve çok önemli psiko-sosyal kırılmalar yaşanmasına neden olacaktır.
***

Özetle:
Anayasa dedikleri sadece raflarda bir kitap, Demokrasiden eser yok. Yasama; etkisiz, işlevsiz ve yetkisiz, … Yargı ve Eğitim sistemi çökmüş durumda…
Ülkenin bunca çözüm arayan ağır gündemi varken, bakın yine gündem değişti:
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Putin ile görüşmesini “Devlet Başkanları olarak konuştuk” diye özetledi. Başbakan Binali Yıldırım da Türkiye, fiili durumu hukuki duruma dönüştürmek mecburiyetindedir.  Dedi, yani; faili hukuk içine çekmek yerine, fiilen ilan edilmiş bir Başkanlık için anayasal çözüm arıyor.
Yeni gündemimiz: B A Ş K A N L I K !..
Haydi, tartışın bakalım…


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız