23 Mart 2024 Cumartesi

Kılıçdaroğlu Kaybetti!

 

Bu, aylardır isteyip de sürekli ertelediğim gecikmiş bir yazıdır aslında.

Belki de sonucu: "Korkak Bezirgân Ne Kâr Eder Ne Ziyan" atasözünün bir doğrulaması kabul edip hiç yazmayabilirdim.

Fakat hiç de öyle olmadı yani atasözü doğrulanamadı. Çünkü, bu sonuç bir kâr sağlamadığı gibi ahlaki ve insani değerlere çokça zarar verdi.

İşte bu duygularla ben de iki soru sorup, okuyucularımın cevap vermesini beklemeden, iki de cevap vermek istiyorum. Çünkü okuyucuların yerine vereceğim iki cevabın da onaylayacağını düşünüyorum.

İşte, o iki soru ile cevapları:

Soru 1: Sizler, 28 Haziran 2023 Cumhurbaşkanlığı seçim sonuçları için TV kanallarınca hazırlanıp ekranlarda gösterilen Türkiye haritasını gördünüz mü?

-Bu soruya hepinizin cevabı: 'EVET!' olacaktır.

Soru 2: Peki, sözü edilen haritada; Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı tüm yerlerin: muhalefeti temsil eden 'kırmızı' renkle boyandığını da gördünüz mü?

- Biliyorum bu soruya da hepiniz: 'EVET!' diyeceksiniz.

Hiçbir karşı çıkış olmadığı için devam ediyorum:

Ve şimdi de diyorum ki, eğer o haritadaki 'kırmızı' renk dile gelseydi: "Bu coğrafyada yıllardan beridir, ne ana muhalefet partisi CHP ne de altılı masadaki diğer paydaşlarının pek taraftarı yoktu. Fakat halk bu seçimde onlara 'Merhaba' dedi, onların adayı Kılıçdaroğlu'nu adayları kabul edip ona çok yüksek oranda OY verdi!.." derdi.

Buraya kadar hep ben sordum ben cevapladım ve karşı çıkan olmadığına göre: 'anlaştık' diyebilirim.

Nerede kalmıştık?

-Seçim bitti ve Kılıçdaroğlu kaybetti!

Ve bu sonuç oy verenlere uzun süre: Oy! Oy! dedirtti.

O halde biz yeniden o haritada gördüklerimize bakıp devam edelim:

Çünkü burada, ülkemizin iç barışını yok etmeyi amaçlayan çatışmacı bir korku iklimine, onun yapay algılarla oluşturduğu önyargılara karşı boyun eğmek istemeyen halkın verdiği önemli mesajlar var.

Eğer bu mesajları görmez, anlamazsak o zaman da ülkemizin kördüğüm olmuş sorunları gün görmez ve çözümsüz kalır.

Sorumuz şudur:

Kürtler, bu altılı muhalefete neden 'merhaba' dedi ve adaylarına niçin 'oy' verdi?

Bu soruyu da (farklı görüşlere açık olarak) hemen cevaplıyorum.

Fakat cevap vermeden önce de bir ön açıklama yapmalıyım. Şöyle ki;
Kürtler, CHP lideri Kılıçdaroğlu'na destek verirken, onun geçmişte:
*Kürt sorunun çözümü için (yani barış olmasına) katkı vermediğini...
*Haksız savaş politikalarına ve teskerelere destek verdiğini...
*YSK'nın hukuk dışı kararlarına boyun eğdiğini...
*Dokunulmazlıkların kaldırılmasını onayladığını...
*Halk iradesinin gaspı eden 'Kayyum' uygulamalarına sessiz kaldığını...
*3. defa Cumhurbaşkanlığı adaylığını...
*Ve benzeri pek çok konu/duruma: "Anayasaya aykırı ama EVET!" diyen bir kişi olduğunu biliyorlardı.

İşte tüm bunları bile bile ona oy verdiler.

Neden mi?

Çünkü Kürtler, Kılıçdaroğlu'nun:
*2023 seçimini eğer Kılıçdaroğlu kazanırsa, Kürt sorununa yeni çözüm (çareseriya nû), yeni bir yol (rêyeke nû) bulabileceğini...
*Geçmişin karanlıklarına ayna tutacağını...
*Mağdurlarla helalleşeceğini...
*Çatışmaları bitireceğini...
*AKP+MHP ortaklığı ile bitirilen 'barış iklimini' başlatacağını...
*"Bal tutan parmağını yalar" bir kişi olmadığını... DÜŞÜNMÜŞLERDİ.

İşte bunun için de SHP'den sonra, bölgede hiç varlık gösteremeyen CHP'ye 'merhaba' deyip, liderine en yüksek oranda 'evet' oy verdiler.

* * *

Seçim olmadan önce, Kılıçdaroğlu, mutfağında Kürtlere el uzatıyordu. Kürtler, yaşananları unutmamış olsa da: "demek ki pişman olmuş"
diyerek onun uzattığı eli tutmak istedi ve öyle de yaptılar.

Meğer aynı günlerde Sn. Kılıçdaroğlu, (hem Machiavelli'ye özenmiş hem de okul arkadaşı Bahçeli'ye yakın olmak için) kapalı kapılar ardındaki dehlizlerde: Ümit Özdağ ile 'kirli' pazarlık yapıyor ve 'gizli' bir anlaşma imzalıyormuş!

Özdağ’a verilen 'devlet sözü' gereğince; Turancı kadrolar görev alacak: Kürtlerin insan hakları, kültürleriyle birlikte yok sayılacak, 'helalleşme' de unutulacakmış!...

Yeni bir oyun, yeni bir tuzak, yeniden aldatılmıştı Kürtler!

Özdağ, bu utanç belgesini açıklayınca da; Kılıçdaroğlu ne bir pişmanlık duydu ne de bir özeleştiri yaptı. Sadece susarak kabul etti.

Böylece anlaşıldı Kılıçdaroğlu'nun dürüst ve samimi olmadığı!
 
Ve böylece Kılıçdaroğlu tarihteki: 'bir varmış bir yokmuş' oldu!

İşte: Kılıçdaroğlu'nun: barışçılığı, erdemliği ve dürüstlüğü(!)

İşte, onun utanç duyulması gereken 'gizli' uzlaşısı ve anlayışı!

İşte, Dolmabahçe'de devrilen masanın bir benzeri!

Yine odaktalar fakat yine saha dışı bırakılmış Kürtler!

Kürtler yıllardır eşit-özgür vatandaşlık ve BARIŞ istiyorlar. 

Çünkü barış; tüm dargınlıklara, çatışmalara, savaşlara çözüm bulur.

Fakat bu barış istekleri; öfke, kin, düşmanca bastırılmak isteniyor.  

Savaşı seviyorlar; dargınlık, çatışma, acı, yokluk, kin, düşmanlık, ölüm kaynağı savaşı!

Bakınız Leyla Zana, daha dün Diyarbakır'daki Newroz konuşmasında milyonu aşkın insana sordu onlar hep birlikte: "Barışçı bir çözüme evet" dedi.

Peki, aynı soruyu şimdiki iktidara ve bugünkü muhalefete de sorarsak ne derler acaba?!.. 

**

Bir hafta sonra yeni bir seçim var! 

Dilerim ki bu seçimde barış kazansın. 

Sait Faik Abasıyanık: "Bir insanı sevmekle başlar her şey." diyerek sevginin yaşatan sonsuz gücünü anlatır.

Çünkü sevgi barıştır, kucaklar, korur, çoğaltır ve yaşatır her varlığı. 

Oysa, savaş zalimlerin işidir onlar; yakar, yıkar, yok eder ve sadece acı, kin düşmanlık, ölüm üretirler. 

Ayrımsız olarak ve hep birlikte: sevgiye, dostluğa, özgürlüğe, barışa götüren yolun yolcusu olalım.

16 Mart 2024 Cumartesi

Öğretmen yerine İmam!


Bir günün tarihçesine baktığımızda, birden çok acı-tatlı olay yaşandığı ve her olayın da bir öyküsü olduğu ortaya çıkar.  

8 Mart 2024 Cuma

Eş fakat eşit olamayan kadınlar


Kadın anadır. "Ana" ise doğanın ana belirleyeni, en başat öznesidir.

İnsanın varoluşunda da en önemli özne kadındır.

Kadın; doğuran, doyuran, koruyan, yönlendiren, emekle, sevgiyle, bir arada tutup yaşamı belirleyendir.

Kısacası: 'ana arı' olmadan yaşam olmaz ki!

Bugün: "Dünya Kadınlar Günü". Yaşanan 'acı' ve sevinçler toplumsal bellekte unutulmadan kalsın diye seçilir böyle günler.

8 Mart 1857 günü New York'ta unutulmaz büyük bir acı yaşanmıştır. Bir tekstil fabrikasındaki 40 bin işçi hak arayışı için grevdeyken... Polis, fabrikayı ablukaya alır, grevcileri, fabrikaya kilitler ve sonra da çok büyük bir yangın çıkar...

Sonuç olarak: çoğu kadın 129 emekçi yanarak can verir! (Bu katliamın bir benzerini biz de 2 Temmuz 1993'de Sivas Madımak Oteli'nde 37 canımız vahşice yakıldığında yaşamıştık... Unutmadık!)

İşte yakılan bu 129 can unutulmaz ve dünya çapında yıllarca saygıyla anılır. 

Sonraki yıllarda 8 Mart’ı esas alan iki karar alınır.

1. 1921'de Moskova’da Alman Marksist Clara Zetkin’in önerisiyle alınan: "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" kararı.
2. ⁠Birleşmiş Milletlerin 1977 "Dünya Kadınlar Günü" kararıdır.

Ben de bu iki kararı da saygın görüyor ve tüm kadınları, bu anlamlı gün nedeniyle kutluyor, onlara sevgi-saygı sunuyorum.

Hani; "Yergilerinizi bize, övgülerinizi de dostlarınıza yapınız." derler ya! Ben de sevgi-saygı-övgüyü çokça hak eden kadınlara, biraz da yergide bulunmak gerektiğini düşünüyorum (hem de bu günde!).

Toplumu ayakta tutan kadına erkek egemen anlayışla, kadına yönelik cinsiyetçi ayrımcılık, şiddet, cinayet ve haksızlık her gün artarak devam etmekte. Sorumlular önlem almak yerine susup seyirci kalmaktadır. Kadınların büyük çoğunluğu bu gidişi: 'kader' sayarak kabullenir, diğerleri ise sessiz-çaresiz olarak beklemede...

İşte yurdumuzdan sadece birkaç örnek:

*Türkiye, kadına yönelik şiddeti önlemek için "İstanbul Sözleşmesi" hazırlayan bir ülke iken, pişman olup imzasını çekti.
*Ve ülkemiz dünya kadın cinayeti sıralamasında, ilkler arasına girdi.
*2023 yılı içinde; 315 kadın cinayeti 248 şüpheli kadın ölüm olmuş. 
*Bir hafta önce yani 27 Şubat günü de 8 kadın hunharca katledildi!

Tabii ki, bizim bir de kadınlara dair gerçeklerimiz var. Asırlar, yıllar geçtiği halde yok edilmeyi ve yok sayılmayı kabullenip susuyor kadınlarımız.

Ve eğer, kadınlara mikrofon uzatır: "Neden, kadının adı var da hakları yoktur?" diye soracak olursanız:

Kimi: "Dinimiz, cennet anaların ayakları altındadır der!,
Kimi gözleri dolu dolu "Bilmiyorum!",
Kimi de "Kadınlarımız oy kullanıyor ya!...“
Ve benzeri çaresiz, yılgın, üzgün cevaplarla liste sürüp gider.

Eğer kadınlara:

"Eşit olmak sizin hakkınızdır. Hakkınızı birileri size ‘lütuf’ olarak vermesini beklemeyiniz. Birlik olup hakkınızı alıncaya kadar mücadele ediniz..." Derseniz, o zaman da: "Biz bilmeyiz ki..." Ve benzeri cevaplar verecek olan; bağımlı, özgün düşünmeyen, kararsız, ürkek... pek çok kadın görürsünüz.

* * *

22 gün sonra ülkemizin yerel seçimler var.

"Yerel Seçim" adından da anlaşıldığı gibi köy, mahalle, ilçe, il gibi tüm yaşam alanlarının halk tarafından seçilenlerce 'yerinden' yönetilmesini esas alan ve demokrasiyi var eden bir kavramdır.

Demokrasilerde kadın-erkek eşitliği vardır deriz ya, o halde soralım:

Yerel seçime karşı mısınız? -(Karşı olan pek yoktur.)

Yerinden yönetim olsun ister misiniz? -(Evet diyecek çok azdır.)

Kadın ile erkek eşit haklara sahip mi? - (Çok tartışmalı bir konu)..

Nüfusun yarısı kadın, 'yöneticilerin' hemen hepsi erkek!

Birçok ülkedeki sol-sosyalist-yeşil parti, 'eşbaşkanlık' uygulamasıyla bu eşitsizliğe son vermiştir.

Bizde 2014'te eşbaşkanlık kabul edilmiş ve sadece DEM parti ile mirasçısı olduğu partiler uygulamıştır. Tekçiliğe karşı çoğulculuğu yani demokrasiyi savunan eşbaşkanlık bir 'makamın'; eşit yetkili kadın-erkek birlikteliğinde yönetilmesidir.

Bu yönetim biçimi, tüm farklılıkları zenginlik sayar, çoğulculuğu, kadın-erkek eşitliğini ve kadınlara tüm görevlerde öncelik vermeyi savunur.

Peki, kadınların çoğunluğu örgüt ve partilerinden niçin eşbaşkanlık uygulamasını istemezler?

Neden yerinden yönetim ve eşbaşkanlık sözcüklerine bile karşıdırlar?

Tam da soruları sormuş ve kısa bir cevap arıyordum ki.. FLAŞ! FLAŞ!:

CHP Afyonkarahisar Belediye Başkan Adayı Burcu Köksal:
"Seçildiğimde belediyenin kapıları DEM Parti hariç her siyasi partiye açık olacak" derken hemen yanında CHP lideri Özel vardır. Fakat, susar! Ancak Burdur’a varınca bu sözleri: “Sürçü lisan!” ilan eder.

Olan olmuş, bir kadına yakışmayan ‘faşist-eril’ sözler artık 'gündem' olmuştur!

Bizler bu ayrımcı, ırkçı, tekçi, üstenci sözlerin yabancısı değildik aslında. Bunlar medyada sık sık duyulan, söylenen, bilinen, tanıdık sözlerdi.

Medya bu sözleri 'bir ilk' sayıp 'gündem' yaptı, düşündürücü değil mi?

Oysa şimdi sözleri 'faşistçe' bulan medya; her gün üç-dört kiralık kişisine, DEM hakkında yalan, iftira, karalama yaptırdı ve hiç söz hakkı vermedi. Yetinmeyip o kiralık kişileri bakalım DEM'e kim daha çok hakaret edecek diye yarıştırdı.

Nereden nereye...

İşte bu medya tüm yaptıklarını unutmuş olacak ki, şimdi de kapıkulu olduğu rantçı sahipleri için bir 'fırsat' arayışında.

Doğrusu haftanın konusunu oluşturan bu sözleri duyunca ben de irkildim ve oturup araştırdım:

Burcu Köksal, 1980 faşist ikliminde doğmuş ve sözlerinden de anlaşılıyor ki, bu iklimin etkisinde kalmış bir avukatmış(!) (hukuk-etik ve faşizm nasıl uyuşur ki!). CHP'den dört dönemdir Afyonkarahisar milletvekili, TBMM'de grup başkan vekili hem de CHP Afyonkarahisar Belediye Başkan Adayı. Yani parti adına konuşabilecek önemli bir kimlik(miş).

Afyonkarahisar meydanında dili mi sürçtü yoksa bilinçaltı mı dile geldi konusu tartışılırken… Barış Yarkadaş, CHP Afyonkarahisar il başkanı ve çok partiliye bu soruyu sormuş.

CHP Afyonkarahisar örgütü kısaca: “Arkadaş, bizim anlayışımız bu!" demiş...

Başkan adayı bu sözleriyle; öfke ve kinini dile getirerek bir nefret suçu işlemiştir. Bu sözleri erkek egemen meydana; hoş görünmek için bile-isteye seçerek ve bilinçli olarak söylemiş....

Ve bu faşistçe sözleri meydandan coşkulu kabul ve alkış almıştır!

Durun bakalım bu faşist gidiş nerelere varacak ve nasıl duracak.

Burcu Köksal unutmasın ki, biz barışçı insanlarız, öfkelensek bile kin tutmayız ve kapılarımız da 'insan' olan herkese açıktır.

2 Mart 2024 Cumartesi

28 ŞUBAT

24 Şubat 2024 Cumartesi

Okullarda Neler Oluyor? (5)


Bu yazı dizisi öğrencilerin 'yarıyıl tatili' sevinç çığlıkları ile başlamıştı. 

Peki, sevinç çığlıkları ne zaman ve niçin atılır?

Bu soruya verilecek değişmez bir cevap vardır o da şöyledir:

Bir 'müjde' alanlar veya kötülükten kurtulanlar sevinç çığlıkları atarlar. 

Demek ki, öğrenciler okuldan ayrılmayı ‘bayram’ ilan etmişler! 

Peki, öğrenciler/çocuklar yani en değerli varlıklarımız, akran buluşmasını ve sosyalleşmeyi en yoğun yaşadıkları okuldan niçin kaçmak istiyor ki? 

Bu sorun; ülke, okul, öğretmen, veli için bir ayıp, gelecek kara günlerin habercisi ve çözülmesi öncelikli bir ülke sorunudur.

Tabii ki, tüm yaşamsal sorunlar gibi bu eğitim sorunun da birçok psiko-sosyal-ekonomik nedenleri vardır. 

Ben sadece ezberci sistemin; derslik ile evlerdeki bazı uygulamalarına ve sistemin destekçisi olmuş öğretmen ile velilere dair anımsatmalar, bir de "sınav"-"ödev" araçlarına dikkat çekmek istiyorum. 

Karşımızda: Bilimden yoksun, ezberci ucube bir sistem var!

Bu sistem devletin denetim ve gözetiminde; anaokulundan-üniversiteye tüm öğrencileri, tüm branş-sınıf öğretmenlerini, tüm velileri etkilemiş ve büyük bir çoğunluğun desteğiyle kök salarak güç kazanmıştır. 

Ve bu sistemin faturası da öğrencilere yani geleceğimize kesilmektedir.

DERS - SINAV - ÖDEV
 
Okullar zincirin her halkasında; öğretmen çok bilen ve kürsüde 'DERS' anlatandır. Öğrencilerin (kimi uyuklar) dinleyenleri de 'SINAVA HAZIRLIK' olsun diye anlatılanı sözcük sözcük 'EZBERLEMEK' ister. Çünkü o öğrenci biliyor ki, 'SINAV' yapılınca, bu ezberi aynen tekrar etmezse düşük 'NOT' alacaktır. Bu anlayış içinde verilen ders saati bitmek üzere iken kürsüdeki öğretmen tüm sınıfa, sonraki derse hazırlık olsun diye bir 'ÖDEV' verir. 

Günün yorgunu olarak eve varan öğrencinin; hem akranlarla buluşma, oyun oynama, TV izleme vb. istekleri hem de birkaç dersten ödevleri vardır. 

Veli karşıladığı çocuğu için sofrayı hazırlarken bir yandan da ona; hal hatır sorar, günün ders-sınav-ödev durumunu anlattırır ve yemek faslı biter... Ve velinin: Bak çok ödevin varmış hemen masa başına! deyişi yankılanır evin içinde. 

Çok az çocuk tüm isteklerini öteleyip bu komuta boyun eğer ve uykulu gözlerle ödevlerini yapar.

Çocukların büyük çoğunluğu ise ödev yapmak için direnirse de sonunda veli desteğiyle ödevlerini hazırlarlar. 

Ve bu çocukların hepsi 'yarın' olduğunda öğretmeninden bir övgü, bir gülücük beklerler. Yarın olur öğretmen ödevleri hiç sormaz, yapılanlara bakmaz, o yine kürsüdedir anlatmaya devam eder. (Pek çok öğretmene: “Verdiğiniz ödevi niçin kontrol etmiyorsunuz? diye sormuş, hemen hepsinden: “Eğer gereğiyle bir ödev kontrolü yaparsam ders saati yetmez ki! cevabını veriyordu. Ve ben de: “Peki, bu durumun öğrencide neleri yok ettiğini hiç düşündünüz mü? sorusunu sorar ve hiçbirinden cevap alamazdım.)

Böylece çocuğun: akran buluşması, oynama, TV izleme vb. doğal istekleri karşılıksız kalmış, çocuk-veliyle tartışması yaşanmış, uykusuz kalınmıştır. Ve en önemlisi de verilen emek ilgi görmemiştir. 

İşte böyle başlar, Öğrenci-Öğretmen-Veli arası güvensizlik ve çatışmalar. 

İşte bu süreç öğrenciye hile yaptırır, yalan söyletir ve velileri de bu işlere ortak eder       

İşte böyle başlar, çocuğun veliye-öğretmene-okula karşı feryatları ve onlardan kurtulduğunda sevinç çığlıkları atmaları... 

Tüm bu olumsuzluklar; bilimsel-insancıl amaç ve ilkeleri bulunmayan, ezberci bir eğitim sistemi ile onun 'Ders' "Sınav" 'Ödev' araçları yüzünden yaşanıyor. 

Bu kapkaranlık ezberci eğitim sistemi; bağımsız düşünemeyen, sadece verilen komutlarla yol alan, yalanı, hileyi mubah sayan fanatik kişiler yetiştirir. O kişiler de gaddarca yıkar, yakar, öldürür! 

Böylesi bir iklimde yetişen nesil ne özgür düşünebilir ne makine yapan makine yapabilir ne de bilişim ve yazılım sektöründe başarılı olabilir.

Demek ki bu sistem hepimiz herkes için bir gelecek sorun olmuştur. Düşünmeli, tartışmalı, birlik olup bu kul, köle, çaresiz yetiştiren gerici çağdışı sisteme dur demeliyiz.

Çünkü, olup bitenleri görüp susmak bir suçtur.

Bu insanlığa, çocuklara, geleceğe karşı işlenmiş bir suçtur!

Bu hepimizin ortak suçu, acısı ve utancıdır!

Veli-öğrenci-öğretmen olarak, bu suçu işleyenlere dur demeliyiz!
Ancak toplumsal birliktelik sağlanırsa, bu insanlık dışı anlayış yok olur, kurduğu düzeni yıkılır ve eğitim sistemi de kaostan kurtulur.
 
***

Bir toplumun çağdışı anlayıştan, bilimsel anlayışa geçmesi oldukça zor bir süreçtir. Bunun için bilimi, barışı, demokrasiyi esas alan, insanı saygın gören, çağdaş bir eğitime ihtiyaç vardır.
 
Çağdaş eğitim anlayışı; öğrenciyi odak alır ve yaşamın olduğu her yerde de eğitimi öngörür. Süreç diyalektik olduğundan: ortam, koşul ve katılımcılar sürekli olarak gelişir, dönüşür ve değişirler. 

Diyalektik eğitimde; öğrenci-öğretmen kavramları da değişkendir: 

Kürsü ortaklaşa kullanılır, bazen öğretmen öğrenci olur bazen de öğrenci öğretmen...

Ve öğrenciniz bir gün, sizin doğru bildiğiniz yanlıştır deyip, bunu kanıtlayabilir! 

Kısacası okul sürecinde paydaşlar; birlikte öğrenir, öğretir, sosyalleşir.

Bir önceki yazıda sınıftaki öğretmeni, bir trafik görevlisine benzetmiştim.

Şimdi ise bu tanımlamanın, "doğru fakat eksik" olduğunu düşünüyor ve diyorum ki:

“Öğretmen, sınıfta bir orkestra şefi anlayışıyla çalışmalı!”

Çünkü, orkestra şefi yüzünü göstermez ve öncelik de istemez! O belki, iyi bir kemancı, piyanocu, … ve ses de değildir.

Fakat O, büyük bir grubu jest-mimikleriyle yöneten, yönlendiren, gruptaki her ses, yeti, beceriyi ortaya çıkaran ve bu değerleri tanıtan geliştiren ortamın etkili bir öznesidir. 

Çağdaş bir öğretmen de; sınıfındaki çeşitliliği, çok sesliliği yönetirken, orkestra şefi anlayışıyla çalışmalı, farklı değerlere özgün ve özgüvenli bir değişim-gelişim ortamı sağlamalıdır...

17 Şubat 2024 Cumartesi

Okullarda Neler Oluyor? (4)


Okullarda neler oluyor diye yola çıkmıştık, devam ediyoruz. 

Eğitim sürecinin tarihsel bir genellemesini yaptıktan sonra da okula ya da dersliklere girmek istiyorum.

İnsanlar dünyaya bir genetik miras ve beş duyu organıyla donanmış bir  bedenle gelirler. Her canlı gibi onun da amacı güven içinde, sağlıklı-mutlu yaşamaktır. 

Lütfen dikkat ediniz her canlı dünyaya; iyi ve mutlu 'yaşamak için' gelir dedim. Ölünce gidileceği varsayılan 'öteki dünya' için gelmiyor demek istedim! 

O halde, doğumla başlar insandaki yaşam tutkusu ile eğitim ihtiyacı. Eğitim insanın; gördüğü, duyduğu, kokladığı, tattığı dokunduklarını akılla değerlendirerek, yaşamı daha iyi kılma arayışıdır. Başka bir anlatımla bir sorunu çözebilme başa çıkmadır eğitim. Eğitim insanın beceri kazanıp üretmesidir. Bu çabaların sonucuna göre de insan: güler, ağlar, konuşur, düşünür, gelişir ve değişir.

Çok önceleri henüz devlet yokken insanlar ev-sokak-meydan-mahallede alırmış eğitimi. Daha daha sonra 'devlet' denen bir 'güç' ortaya çıkmış, o güç de gücünü sürekli kılmak için okullarda başlatmış eğitimi. 

Asırlar boyu insanlar yaşamak, kralın kul-kölesi olmak için eğitim almış, savaşa gidip ölmüş-öldürmüş. Farklı olanlar da kul-köle olarak değil daha özgür bir yaşamın yol-yöntemlerini bulmak için yaşamı pahasına asırlarca düşünmüş, tartışmış... 

SONUÇ:

Dünyada çokça otokrat, çok az sayıda demokratik devlet var oldu. Ve tabii ki eğitimi demokratik olmayan ve demokratik olan iki anlayış.... 

Okullardaki eğitim-öğretim sürecinin içerik-amaç-ilke-yol-yöntemlerini o devletin egemen anlayışları düzenler, uygular ve denetlerler. 

***

Okullardaki derslerin tümüne: "Hayat Bilgisi" diyebiliriz. İnsanlar ömür boyu bu yaşam bilgilerini arar dururlar. 

Okuldaki akranların beş duyu organına sahip olması, onlara benzer algılar ve eşitlik sağlar. Algıların eşitliği her bireyin; akıl-mantık-yetileriyle birleşince ortaya bireysel farklıklar çıkar.

Bu farklılıklar öğrencilerin gerçekleridir. Okulun ve öğretmenin görevi bu bireysel farklılıkları kabul etmek ve onlara uygun koşul ve ortam sağlamaktır. 

Sınıflar toplumun küçük bir kesitidir, orada da bireysel farklılıkları olan öğrenciler hem de farklı eğitim anlayışına sahip öğretmenler bulunur...

Şimdi size tüm resmi ve özel okullarda, bireysel farklılıkların, farklı eğitim anlayışlarınca nasıl yönetildiğini abartısız olarak sunuyorum:

Diyelim ki, iki 3. sınıfı şubesi bulunan X okulunda o gün:

Ders: Hayat Bilgisi, Konu: Ulaşım. Süre: 40 dakika 

Amaç: Güvenli ve ekonomik şekilde bir yerden başka bir yere gitmek. 

Ve ders başladı!.. 

**

3/A sınıfı ve öğretmeni:

Öğretmen tahtaya kocaman bir gemi fotoğrafı yansıtır ve gördüklerini anlatmaya başlar.

Güzel konuşan, planlı ve teknolojiyi sınıfa taşıyarak ders anlatan biridir o. Gemi çeşitlerini, su yoluyla ulaşımın kolaylık ve kazançlarını ... detaylı anlatır...

Sınıf ise dikkatle dinlemektedir.

Ve zil çalar!

(Bir anımsatma: Şu an anaokulundan-üniversiteye tüm okullarımızda, öğretmenlerin %90 (yüzde doksan) böyledir. Ya da böyle bir öğretmen olma çabası içindedirler.) 

Bu öğretmenler: çok sevilen, istenen, çevresi ve imkanı olan velilerin de uzak-yakın mesafeyi düşünmeden arayıp buldukları öğretmenlerdir. 

Bu veliler; çocukları öğrendiklerini papağan veya muhabbet kuşu gibi tekrar etsin ve sınavlarda yüksek not alsın isterler. 

Bu veli çocuğunun; güçlü bir bellek kazansı uğruna, onun duyu, duygu, deneyim, düşünce, sorma ... beceri yoksunu olmasını göze alıyor!

Ve bu ezberci eğitim ile gelecekte ne büyük kayıplar yaşanacağını bilmek düşünmek istemiyorlar. 

Tabii ki sadece veliler değil öğretmenler de böylesi bir ezberci eğitim-öğretimi içselleştirmişler!

Yani sanki bu tuhaflık genetik bir güdüye dönüşmüş! 

Büyük çoğunluğun ortaklaştığı bir anlayış var ve bu anlayış:
*Ezberci neslin; nas ve dogmalara inanan, düşünemeyen, soru sormayan, yorum yapmayan, emirle iş yapan 'kullar' olduğunu...
*Dindar ve kindar bir nesil yetiştirmek isteyen günün iktidarına güç sağladığını…
*Düşündüren, soru sorup yorum yaptıran: felsefe, mantık, psikoloji, tarih, sosyoloji, biyoloji bilmeden büyümenin geleceği karanlık kılacağını…
*Eğitim-öğretimin bugünlerde tarikat-cemaat gözetim ve denetimine bırakılmasına çokça katkı sağladığının farkında değil...
*Ve tüm bunları hiç düşünmemiş gibi...

**

3/B sınıfı ve öğretmeni:

Öğretmen tahtaya kocaman bir gemi fotoğrafı yansıtır ve ne gördüklerini sınıfa sorar:

Öğrenciler söz alıp konuşmaya başlar:

Kimi: 'gemi' diyerek 'yalın' bir cevap verir.  

Kimi: Aaa büyük bir yolcu gemisi! diyerek işlevini ve bir sıfatını söyler. 

Kimi: Bu üç katlı, beyaz bir bir yolcu vapuru. Işıl ışıl parlıyor, çok yolcusu var. Yolcuları uzaklardaki eser ve güzellikleri görsünler diye götürüyor. Keşke biz de ailece böyle bir vapurla yolculuk yapsaydık. Denizle yolculuk hem güvenli hem de ucuzdur... 

Görüldüğü gibi bu öğrenciler 'yalın' bir anlatımla yetinmezler. Vapuru, sosyal-kültürel-ekonomik detaylarla tanımlar. Fakat bununla da yetinmeyerek anlatıma kendi istek, özlem duygularını da katarlar...

Öğretmen onları dinler, bir trafik görevlisi gibi mimikleriyle destek verip, yol verir. 

Ve zil çalar!

Böyle bir iklimde öğrenci; duyu organlarından aldığı algılara dayalı olarak öğrenir, akranlarıyla dayanışır, sosyalleşir, özgüvenli olarak ve öz gücünü bilerek kendi dünü ile yarışır.

İnsani değerlere uygun, demokratik amaç, ilke, konu, yöntemleri olan bu iklimin etkin öznesi öğrencidir, öğretmen ise ikinci öznedir. 

Böyle bir öğretmen 'ben bilirim' demez! O, 'öğrenci merkezli' - 'yaparak-yaşayarak' anlayışıyla çalışır.  

***

Öğretmenin amacı: sınıftaki farklılıkları ortaya çıkarmak, öğrencilerde  farkındalık yaratmaktır. Böylece öğrenci, kendi artı ve eksilerini görür-bilir ve daha 'iyi' arayışına girmiş olur. Akran dayanışması ile arkadaşı çoğalınca da güzel konuşup yorum yapanlara özenerek kendini geliştirir.  

Bizim öğrenciyi merkez alıp fırsat veren öğretmenlere, öz gücünü bilen bu gücünü geliştirerek sosyalleşen öğrencilere çok ihtiyacımız vardır. 

Fakat ne yazıktır ki bu anlayışı, yönetimler de veliler de istemiyor!

Onlar ister ki: "Öğretmen anlatsın, çocuk öğrensin!" 

Ve onlar göre: ocuk, çocuğa ne anlatabilir ne öğretebilir ki!" 

 
Yazı dizimizi sınav ve ödev konularına dokunarak haftaya bitireceğiz.

Sevgi ve saygıyla...

10 Şubat 2024 Cumartesi

Okullarda Neler Oluyor? (3)


Bugün üçüncüsünü okuduğunuz bu serinin ilk ikisi, eğitim sistemimize bir 'kuşbakışı' idi.