24 Nisan 2020 Cuma

“DEŞTA ZENAN” (2)


Dünyanın ucunda bir gül açılmış / Efil efil esen yele merhaba 
Karanlığın sonu bir ulu şafak /  Sarp kayadan geçen yola MERHABA..!
/ Yaşar Kemal

Merhaba; köylük yerde yaşayanlar bilirler, oralarda; her dağ, tepe, taş, kaya, çukur, ova, çeşme, göl... ne varsa insan yaşamına dokunur, bu dokunuşun hem bazı bilinmezlikleri, hem de bilinen öyküleri vardır.  

Yaşayanlar; bu çevrede bazen düşmüş-yaralanmış-üzülmüş, bazen  ürkmüş-korkmuş, bazen de sevinmiş-mutlu olmuştur. Ben tüm bunları görmezden gelip sizlere sadece görünenin mekanik bir fotoğrafını çekercesine anlatırsam, kolektif oluşmuş o kültürel birikime haksızlık etmiş olurum. Bu nedenle bazı ayrıntılar görürseniz lütfen hoşgörünüz, olmaz mı?  

Önceki hafta kısaca anlattığım yayladaki hayat zorluklar içinde süredursun, devamı anlatımlar da sonraki haftalara kalsın… 

Şimdi olayları kronolojik sıraya göre dümdüz değil de bazı zikzaklar çizip, ileri-geri dönüşler yaparak anlatmak istiyorum. Bu yöntemin daha iyi olacağını düşünüyorum. Bu nedenle sizi Mayıs ayının son haftası ve sonrası günlere götürmek istiyorum. 


12-18 yaş arası yeniyetme ve gençler

12-18 yaş arası yeniyetme ve gençler, eğer uzaklarda okuyorlarsa ve okulları tatil olmuşsa, köye sıla özlemi çekmiş ve okul yorgunu olarak dönerlerdi. En dinamik güç olan bu gençler, asıl yorgunluklarını da köydeki; ot biçme, peşi sıra ekin biçme bunları istifleme, samanlığa-harmanlara taşıma ve sonrası işlerde yaşarlardı.    

Onlar hem bu işleri yaparlar, hem de yaylada olanlara köyden, köyde olanlara da yayladan günlük ihtiyaçları götürür-getirirlerdi (şimdilerde bu iş yapan "kurye" benzeri, fakat taşıtsız, yürüyerek...). Ve bu "çocuk emekçiler"; her sabah çok erken kalkar köye gider, oradaki işlerle boğuşur, yeniden yaylaya dönerlerdi. Ve bu döngü Eylül gelip okullar açılına kadar yinelenerek, sürüp giderdi. 

İşte böyle yorgun bir günün sonunda onların yaşadıkları: 

Gün batmaya başladığında artık bahçe, çayır veya tarlada çalışanın işi bırakma zamanın gelmiş demektir. Daha günün yorgunluğunu atacak bir dinlenme fırsatı bulmamışken, bu kez onu başka bir yorgunluk bekler...

Çünkü yaylaya dönme zamanı gelmiştir.


***

Yaylaya götüren yol; köyün yukarı mahallesinde olan, dede-çocuk-torun akraba evlerimizin hemen sonrasında geçilen "dere (!)" (Ki bu dere sadece yağmur yağdığı zaman su görür diğer zamanlarda kupkurudur.) ile başlardı. 

Bu yolun sağında ve solunda meşe korulukları vardı, bunlar aynı zamanda etraftaki tarlaların sınırını oluştururdu. Yolumuz işte bu sınırlar arasından bazı uzun-kısa "Z" çizişler yaparak, rampa ve yokuşlar çıkarak devam eder.

15 dakika sonra "Kortik" denen yeri geçince, sağdaki tepeye konumlanmış "Goma Ome"yi karşınızda görürsünüz. Burayı geçer geçmez ise 200-300 metrelik düz ve dinlendiren bir yolla "Çalika Qeri"ye varırsınız. (Kürtçede "çalik/kortik": dağ ve tepelerin arasındaki çukur). Burası, "Beroje Mezin" (Büyük Dağ)'ın hemen altındadır ve burada bulunan dut ağacının gölgesi sanki bir sığınaktır, insanı güneşten korur, yorgunluğunu giderir, dinlendirir. Yayla yolunun en zor bölümü ise buradan başlar...

25-30 dakika yürümek zorunda olduğunuz bu altmış-yetmiş derece eğimindeki yol; sarp, zikzaklı, sanki cilalanmış kaygan taşlı, kırmızı-kahve karışımı renkte bir patikadır. 

Yolcuların büyük çoğunluğu, günün yorgunluğuna eklenen bu dik yokuşun yaşattığı zorluk sebebiyle halsiz kalırlar. Varsa çorap ve tüm giysileri; alın, yanak, ense, sırt ve bele doğru şıpır şıpır akan ter derecikleri nedeniyle ıpıslak olurdu. (Ha.. unutmadan söyleyeyim, o yıllarda henüz yeni yeni başlamıştı Alamancılık, onların hediye ettiği o cafcaflı naylon gömlek ve giysilerin de bu terlemeye epeyce  katkısı olmuştur.) 

Kuşkusuz ki, yayla yolcusu olan herkes yaşamaz bu trajik durumları. Bazı yaşlı, hasta, varlıklı gibi öncelik ve özellikleri olanlar, bu yolu, at, eşek ve katırlar sırtında geçirirlerdi. 

Ancak, bu zor ve zorunlu yolun asıl yorgunları; serinde ve dilinde gençlik olanlardı!… 

Ve bu büyük çoğunluk, böylesine halsiz, ıpıslak olarak varırdı “Mezela Sipi” (Beyaz Mezar) dediğimiz zirveye. Bu zirve her mevsim kış serinliği yaşatır insana… Zirveye varınca rüzgâr; ter damlatan çamaşırları buzdan bir örtüye dönüştürür, insanı iliklerine kadar üşütürdü...


                                      (Hasan Yalçın’ın objektifinden)

Ama eğer burada azıcık durur ve geldiğiniz yöne doğru (batıya) döner bakarsanız, hem terinizi hem de üşüdüğünüzü unutursunuz. Çünkü; Bingöl'e bağlı bazı köyleri ve Elazığ-Karakoçan'ın eski Çan nahiyesinin etrafındak köyleri kucaklamış olan, zirvesinde yazın bile sisi, bulutu, karları hiç bitmeyen o heybetli "Çiyaye Korboğe" (Körboğa Dağı) tam karşınızdadır... 

Gözlerinizi dağın zirvesinden eteklerine doğru kaydırdığınızda ise; “Peri Çayı Vadisi” size adeta “bana bak!..” der. Siz bakınca da; masmavi suyu, dereleri, meşe ormanlı tepeleri, yeşermiş, solmuş tarlaları, bol bitkisel ve hayvansal çeşitliliği olan doğal bir kartpostal görürsünüz (Çocukluğumuzda Peri Çayı çılgın bir akardı, fakat o,  şimdi bir baraj gölü…) 

Bilirsiniz yaşamın diyalektiği insana hep iyi ve unutmak istediklerini birarada düşündür. İnsanı bazen iyi anları ve anıları ile sevinir-dinlenir, bazen de anmak istemedikleri baskın çıkar, işte o zaman üzülür-yorgun düşer... 

Ama bu zirvede sizin iyi duygularınız baskın çıkar, güzel bir an yaşarsınız. 

Şimdi eğer bu muhteşem Peri görüntüsüne arkamızı döner ve gelecek olan tatlı bir inişi 30-40 adım yürürsek, yolun  ikiye ayrıldığını ve tam karşımızda da “Deşta Zenan” olduğunu göreceğiz (Orayı çok özledim!..).

Bugünlük bu kadarla yetinelim, devamını gelecek haftalara bırakalım.



Diğer yazılarım: tıklayınız





17 Nisan 2020 Cuma

YAYLAMIZ “DEŞTA ZENAN” (1)

Beşikler vermişim Nuh'a / Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır, / Anadoluyum ben,
Tanıyor musun ?
Ahmed ARİF
Bir önceki yazımda: “Mart bitmeye, Nisan gelmeye başlayınca ahırlardan, yeni yeni canlılar katılırdı aramıza: tay, sıpa, oğlaklar, kuzular, buzağılar ve civcivler... Bunlar, evimize, sokağımıza; renk, ses, neşe, dert katarak hem şenlik, hem de hüzün kaynağı olurdu.” demiştim.

Bu, ‘hem şenlik hem de hüzün kaynağı’ bir gerçekliğimizdi. Bu gerçekliği daha yaşanır kılmak için köy halkınca neler yapıldığını, anımsamalarla anlatmak...  Bu şekilde devam etmek isterim yoluma.

Köyümüz "Zenan" (resmi adı: Zeynelli)'de bazı aileler Mart ayındaki "kocakarı soğukları" sonlanır sonlanmaz yaylaya giderken, okulda çocukları olan büyük çoğunluk da Nisan'ın son haftasını beklerdi. 

Bildiğiniz gibi, 'Beritan Aşireti' 'göçerlik' diye adlandırılan bir yaylacılık yapar. Onlar, mor koyunları alıp köylerinden, illerinde çok uzak diyarlara gider, oralarda aylarca kalırlar ve kış yaklaşınca da kışlıklarına dönerler. Bizim köyde her ailenin "kendine yeter" sayıda hayvanı olduğu için yaylacılığımız; 3-4 ay süreli ve köy sınırları içinde günübirlik ulaşılabilecek uzaklıkta, yani kısa süreli, kısa mesafeli bir tür 'yarı-göçerlik' idi.   

Yaylaya gidişte başlıca amaç; kıraç tarlalardaki ekinin, çayırlardaki otun, bahçelerdeki meyve ağaçları ve sebzelerin zarar görmeden korunması... Ve uzun kış süresince içeride tutuklu kalan hayvan ve yavruları daha özgür bir ortamda, daha bol ve çeşitli beslemekti…



Bir de örtük amacı vardı bu göçümüzün, o da: Yoksulluk ve hastalığın olmadığı bir:“Kışa hazırlığı”... Böylece köy halkı, daha donanımlı ve daha da güvenli olarak "kış" aylarına girmiş olurdu.

Yaylamız “Deşta Zenan”; dağlar, tepeler arasında kalmış coğrafyadaki isimlendirme ile bir plato. Burası, komşu köylerimiz olan; Haftariç, Xozavit, Qeman, Xajik’in sınırladığı geniş bir alan…

NOT: Bu köy isimleri için olası karşı çıkışlar olabilir, bu nedenle bir parantez açmak istiyorum:  (Anadolu'nun antik mirası ile hepimiz gurur duyarız. Çünkü pek çok uygarlığa beşik olmuş bu toprakları eşeledikçe, nice uygarlıklar karşılar bizi. Ve anlıyoruz ki; Anadolu'da hiçbir zaman tek dil, tek ırk, tek din..., olmamış, tarihin her döneminde bu topraklarda; çok dil, çok ırk, çok din..., yaşaya gelmiştir. İşte bizler de böylesine harmanlanmış bir kültürün mirasçısıyız. Mirasa saygı esastır... Yukarıda sayılan isimler komşu köylerimize ait ve hepsi "resmen" değiştirilmiştir. Bu ırkçı uygulama 1913'ten günümüze devam edegelmiş ve 12.211 köy, kasaba ile 4.000 dağ, nehir gibi alanlarla birlikte 28.000 civarı isim, resmî kayıtlarda Türkçe isimlerle yer değiştirmiştir. Böylece bu "toprakların hafızası" silinmek istenmiştir.  Değişen isimler de genellikle; Arapça, Bulgarca, Ermenice, Gürcüce, Kürtçe, Lazca, Süryanice, Yunanca ve Zazaca dil kökenlidir. Ancak gerçekler zor değiştiği için, bölge insanları eski isimleri hiç unutmamış  ve halen kullanılmaktadırlar. Demek ki, yasalar her şeye kadir değildir: Örneğin; 1980’li yıllarda Bulgaristan’dan yurdumuza yoğun bir göç yaşanmıştı, o insanların en önemli kaçış gerekçesi “kimlik” haklarına yapılan müdahaledir. Kimlikler; anne-baba-ceddin belirlediği kişiye has insan hakları ve o bölgenin kültürel, psikolojik, sosyolojik öznelliklerdir. Bunun içinde de asıl kimlikler halkın belleğinde hep yaşar ve emirle değişemez, değişmemeli…)

Kaldığımız yeden devam edelim: Evet, bu sınırlarla çevrili olan yaylamız “Deşta Zenan”;  soğuk havası, serin suları, geniş ovası, bitek merası, meşe ağaçları ile süslenmiş dağ-tepelerinde, börtü-böcek, çiçek-bitki ve bolca keklik, yılan, kurt, tilki, ayı...’nın barınak kurup yaşadığı, bir korku-çile-özgürlük alanıydı. 

Bu alan aslında; uzun bir kış geçiren insanları ve hayvanların yaşadıkları sıkışıklığa son verir ve onları daha özgür kılardı.

Bunun içindir ki, “Yayla” tüm köy halkı için çok çok önemli…

Bunun içindir ki, bizim belleklerimize kazınmış çokça yayla anısı vardır.
***

Hani, bizler 7-8 yaşlarında bile ailenin birer üreticisiydik ya!..

İşte bu yüzden:

23 Nisan Bayramını coşku ile kutladıktan sonra, biz artık okula gitmez, yaylaya giderdik. (Zaten Mayıs ayı başında da köy okulları resmen tatil olurdu.)

Tam da o günlerde yaylaya gitmek için hummalı bir hazırlık başlardı.

Önce, “gom/xırcit” (yayla evi) ve hayvan barınaklarının kışın gördüğü hasarlar giderilir, gerekli onarımlar yapılır... Çuvallarla un ile bakliyat, yaylaya has (daha eski) araç, kap-kacak, yatak-yorgan, giysiler hazırlanır... Sonra da bunlar, merkep ve katırların sırtında yayla evlerine taşınır ve yerleştirilirdi.

Yayla zamanı, köyümüzün nüfusu üçe bölünürdü:

1. Köyde sürekli kalanlar (yaşlı ve hasta olanlar).

2. Yaylaya çıkıp sürekli orada kalanlar; anneler, bebekler, genç kızlar ve bir de hayvan yavrularına “şıvan” (çoban) olacak 7-12 yaş kardeşlerimiz.

3. Köy ve yayladaki güncel işlerin yoğunluğuna göre, yayladan köye gidip gelmeler değişkenlik gösterirdi. Bu grubun çoğunluğunu; henüz çocuk, fakat çocuk gibi yaşamayan, çocuk hakları olamayan 12+ yaşata birer emekçi olanlar oluştururdu. Ayrıca; ailede 12 yaş ve yukarısı erkek çocuğu olamayanların da o yaşlardaki kız çocukları ile eşleri askerde, gurbette ve dul kadınlar olurdu. Çok dinamik olan bu grup; köyde kalanlara yayladan, köyden de yaylaya ihtiyaç duyulan araç gereç ve yiyecek-içecekleri taşırlardı. Ve köyde tarla, bahçe işlerini yaparken, yaylada da sırası geldiğinde “şıvan” (çoban) olurlardı.  

Yayla ve oradaki yaşam anlatması çok uzun bir konu, bunun için diyorum ki; iyisi mi bu haftalık buraya bir nokta koyalım ve devamını gelecek haftalara bırakalım. 


Diğer yazılarım: tıklayınız


13 Nisan 2020 Pazartesi

‘İKİ KUMRU-İKİ YAVRU ile İKİMİZ ’in CORONAVİRÜS GÜNLERİ

21 Coronavirüs saldırısı nedeniyle 21 Mart saat 24.00’den beri ikametimden çıkmam yasaklandığı için içerideyim. Hayatımızda nice güçlüklerle karşılaştık, bazen yendik bazen yenildik. Bu yaşamada beraberlik de, gri alan da olmaz; ya öyle ya, da böyle... Henüz o yasaklı yaşa gelmeyen ve can yoldaşlığımız 43 yıla dayanan Dilek Hanım da beni yalnız bırakmadı ve gönüllü olarak kısıtladı kendisini.

İki kumru da; tam da tutuklu olduğumuz ilk günden başlayarak balkonumuzu kira ödemeksizin mesken tutarak bize yoldaş oldu.

Dilek Hanım kuşları çok sever, serçe, saka, kumrular için yurt dışına çıktığı bir seferde bu işe özel yapılmış iki “yemlik” almıştı. Bunları; iki ayrı pencerenin dışına kalıcı olarak astı ve özellikle kış aylarında düzenli aralıklarla yemle doldurur, tabii ki yanlarına da bir su kabı koyar... (Bazen kargalar da misafir olmak isterler, bu da küçük kuşlara zarar verirler diye bize korkulu anlar yaşatır.).

Kim bilir, belki de bu kumrular; yavru ya da ergenken bu suluk ve yemliklerden yemlenmiş.... Belki de bu güvenle, konuk olmuşlardır balkonumuza.

Önce yuva hazırladılar, iki yumurta yaptılar, kuluçkaya yatıp 15 gün sonra altıntopu iki yavru ile nüfusumuzu arttırdılar.

Şimdilik bize yavrularını hiç göstermek istemiyorlar, belki de sonraki günlerde bize o yavruları sevme fırsatını verirler. Fakat biz de boş durmadık, onların yuvadan çıkışlarını fırsat bilip, o altıntopu yavruları bir-iki kez görmeyi başardık.

Bir gün anne yavrularını beslerken, sessizce yakınlarına vardım.  O, hemen yuvasına kapanıp, kanatlarıyla yavrularını sıkıca örttü ve görselde gördüğünüz o korkulu gözlerle bana baktı.

Onun bu gözlerini pörtleten korkusu; kuşkusuz ki kendisi için değildi. Eğer isteseydi hemen uçup kaçabilirdi. Ama kaçmadı!... Bu bakış beni korkuttu, hemen kaçtım oradan.

Birlikteliğimiz devam edecek... Gelişmeleri merakla bekliyoruz.

***

Dilek Hanımla birlikteliğimiz 43. yıla doğru yol alıyor demiştim. Bir an düşündüm; "bunca yıldır biz hiç bu kadar (kesintisiz olarak) birlikte olmadık ve belki de hiç bu kadar uyumlu da..."(Dedim kendi kendime)

Nasıl mı geçiyor günlerimiz?
Önce hayat akışındaki sessizlik ve dinginliğe alışmaya çalıştık ve biz de dinginleştik...

On yedinci günü Dilek Hanım; böyle devam etmez, etmemeli diye kara vermiş olacak ki, her sabah kahvaltısı ve her akşam yemeği sonrasında “ev içi 30 dakikalık yürüyüş” turları başlattı, tabii ki hemen peşi sıra ben de…

Evin mutfak ve bir odası dışında kalan; salon, koridor ve iki oda arasında 90 adım tutan bir yürüyüş yolu tespit ettik. Bu güzergâhımızda; trafik ışıkları yok ama kavşaklar, u dönüşler, sert virajlar, asfalt yolu aratmayan düz yol bile var. Günde ortalama 5940 adım ve 4,2 km’yi buluyordu bu yürümeler.

Yürüyüşün ikinci günü Dilek Hanım'ın ayak tabanında başlayan bir ağrı, onun yürümesini engelledi, ben devam ediyorum… Neyse, gün be gün bu ağrılar azalmaya başladı umarım yakında son bulacak.

Aslında ben ev işi yapmayı seven ve başarana biriyim. Bu istekli durumumu bilen Dilek Hanım bana izin vermiyor: “boşuna su kaybı olmasın bulaşıkları makine yıkasın” diyor (ben de haklı bulup kabul ettim). Fakat yemek pişirmeme ve temizlik yapmama da izin vermiyor!... 

Dün bir pırasa yemeği yapmıştı (ki, pek sevmem), mecburen çatalımı alıp oturdum, bir-iki lokma, sonrasında inanın yediğim en güzel yemeklerin içinde yer alan bu yemeği silip süpürdüm ve onu kutladım (içimden de: “demek ki haklıymış bana yemek yaptırmamakta” deyiverdim).  

İşte böyle ortaklaşa iş konusunda bana sadece sofra kurup kaldırmada yardım etmek kaldı. Haaa, bir de erken davranıp çay demliyor, günlük 6 cevizi kırıp ayıklıyorum.

Uzun zamandır zaten yemek öğününü ikiye indirmiştik. TV haberleri eşliğinde yapılan kahvaltı sonrasında; ben böylesi yazılar yazmak için otururum bilgisayarın başına… Arada da çocuklarımız, torunlarımız, akraba ve arkadaşlarımızla telefon konuşmaları… Dilek Hanım kitap okur, yemek yapar, toz alır, çekmece düzenler (unutmadan söyleyeyim bu ara bana hiç "çekmecelerini, evrak çantalarını düzenle” demiyor! Sakın ola, duymasın!).

Akşam yemeğinden sonra da ben en az 3 saat kitap okurum, Saat 19 olunca TV haberlerini birlikte izliyoruz (sonrasında eğer ortak izlence varsa devam, yoksa Dilek Hanım mutfaktaki TV başına geçer). Artık bıktırdı dön baba coronavirüs oturumları (çok az izliyorum), varsa film izleme ve uyku...

İşte coronavirüsün evimizde yaşattığı bir gün böyle sonlanıyor.

9 Nisan 2020 Perşembe

DOĞURAN BÜYÜTEN OKUTAN ANNEM


Coronavirüs tutuklusu olduğumuz günler…

Vücudumuz olmasa da kafamız yorgun bu günlerde.

İşte böyle bir günün gecesinde uyku saatimi biraz erkene almıştım. Tabii ki, saat 03 gibi erkence uyandım. Birdenbire Can Yücel’in, babası Hasan Âli Yücel (Maarif Müfettişi ve 1938-1946'de Maarif Vekili) için yazdığı o meşhur şiiri geldi aklıma. 

Uykum kaçtı!.. 

Uzun süre dönüp dursam, sıkıca gözlerimi yumsam da nafile... Artık uykum kaçmıştı, uyuyamazdım...

Döne döne sorgulayıp durduğum ise, o şiirin başlığı olan: “Ben Hayatta En Çok Babamı Sevdim” dizesiydi. Buydu beni uykusuz bırakıp, bunca düşündüren.  

Kuşkusuz ki; “çok sevilme babanın hakkı olabilir, ancak en çok sevilme olsa olsa annenin hakkıdır…” düşüncesiyle sevip, saygı duyduğum ozan “Can Baba’ya” karşı çıkıyor...Bunun için de nitelik farklılıkları olan: sevdim/çok sevdim/en çok sevdim (daha çok sevdim) sıralamaları yapıyordum. 

Sonra da kendimce:'Ben Hayatta En Çok Babamı Sevdim' sözünün gerçeğe uymayan, abartılı bir yargı olduğuna bir karar verdim. Ve bunun için de, kendi geçmişimi eşeleyip, yaşanmışlıklarımla baş başa kaldım.

Herkes gibi ben de kendi derinlerime daha çok yatarken/yatakta iken girip çıkarım. O anlarda peşi sıra açılır pencereler perdeler bana... Hele de aylardan Nisan’sa!… 

NİÇİN NİSAN AYI?

Eğer aylardan Nisan’sa!.. Ki, şu an öyle… 

Bu ayın her gününü; kutsal sayıp, anneme adarım ve “Anneler Günü” ilan ederim kendime. Bundandır ki, bu ay boyunca; rüyada ve gündüz hülyasında annemi görünce, çokça sevinir-coşar, ya da hüzünlenip-üzülürüm.

Annem, Fadime Hanım ile “Ali Çavuş ”un çok güzel oldukları söylenen 4 kızından en büyüğüydü… 

Bizim yörede her kız çocuk yeniyetmeliğinde anne olur, küçük kardeşlerine. Erkek çocuklar da henüz 6-7 yaşında iken ailenin bir emekçisi olmaya başlarlar.  Bu nedenle de çok erken yaşta başlamıştır benim annemin, anneliği…

Zaten, annem de sık sık: “12-13 yaşlarında” evlendiğini ve “daha çocuk yaşta iken, kendi çocuğunu kucağına aldığını..” söylerdi.

Benin çocukluk yıllarımda, bizim orada kışlar daha uzun sürerdi. Baharın gelişi ve evlerimizin biraz daha ısınması bademlerin çiçek açmasıyla başlardı.

Eğer size önce evimizin fiziki yapısını anlatırsam, sanırım daha iyi anlarsınız benim meramımı:

Köyümüzün evleri, iki katlı olarak kesme taştan yapılır ve benzeşirler.  Bizim evimizin balkonu ve pencereleri Peri Suyu vadisine bakar. Aynı koridorun bağladığı iç içe odaları da görenlere tren kompartımanlarını çağrıştırırdı:


                             (Hasan Yalçın’ın objektifinden)
  • Evimizin girişinde, yaklaşık 20 metrekarelik korkuluksuz bir balkonu vardı. Bu balkonun alt katında da 6-7 keçi, 1-2 koyun, birkaç tavuk ile horoz ve sağ pencere tarafında odun istifleri üzerinde de saman-mayıs karışımından yapılmış olan 5-6 karakovan içinde bize bal yapacak olan arılar barınırdı. 
  • Girişin sağ tarafında, gündüz misafirler, geceleri erkek kardeş ile (varsa) misafirlerin yattığı bir oda… Devamında anne-baba-çocuk ve kız kardeşlerin olduğu büyük bir oda (evin kumanda merkezi) ...  İki odanın alt katı bitişik büyükçe bir ahır alanı, sol duvarın önünde boydan boya ve tavana kadar meşe odunu istifleri, 2 öküz, 2-3 inek, birkaç dana, bir eşek, bir de atımız olurdu…
  • Üçüncü odada banyo, istiflenmiş yün yataklar, tahıl ambarları vardı. Abim evlenince bu odayı onlara verdiler… Buranın altı da samanlık ve analarından uzak yavruların tutulduğu yerdi…

Görüldüğü gibi bizim, bize yeter sayıda oda, erzak ve hayvanımız vardı.

Mart bitmeye, Nisan gelmeye başlayınca ahırlardan, yeni yeni canlılar katılırdı aramıza: tay, sıpa, oğlaklar, kuzular, buzağılar ve civcivler... Bunlar, evimize, sokağımıza; renk, ses, neşe, dert katarak hem şenlik hem de hüzün kaynağı olurdu.

Annemiz; beşikteki bebeği büyük kardeşe bırakır, onların da annesi olur, onlara da koşar, dururdu. Bu iş için bizden gücü, becerisi yetenleri de görevlendirirdi. Ve eğer bu görevlendirme için bir itiraz olmuşsa; “Onlar da sizin gibi birer can! ...” diyerek karşı çıkar, hiç kabul etmezdi.

Gurbetçi babamızı çok az görürdük. Köye her gelişinde; bizim için yiyecek, giysi alıp, para bıraksa da her gidişinden bir süre sonra “bir” artardı kardeş sayımız. 

Onun için diyorum: 

Annemizdi; evimizin çarkını çeviren, bize yeten, bize hayat veren, büyüten koruyan, kollayan, okutan… O bizim her şeyimizdi, o bizim hem annemiz hem de babamızdı... Işıklar içinde uyusun.

Not: Coronavirüs insanlara pek çok ilk yaşatıyor, bu haftanın incisi de: "Eczaneler maske satmasın!.." Peki, çalmışlar mı, fahiş fiyatla mı satıyorlar ki bu yasak kondu? Neden?!.. 'Maske' takmaya devam ediyorlar...



Diğer yazılarım: tıklayınız



3 Nisan 2020 Cuma

MUTLULUK

Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe
                                 
/Ahmet Arif
                                                                                                   

Açlıktokluk, sağlıkhastalık, sevinçüzüntü, uykuuykusuzluk, sevginefret,  dostdüşman,  başarıbaşarısızlık, savaşbarış … diye devam eden bu zıtlık ve birliktelikler yaşamölüm zaman diliminde sürer gider...

Antik çağdan beri filozof ve bilimciler; (Yaşam=mutluluk+mutsuzluk), (Yaşam-mutluluk=mutsuzluk), (Yaşam-mutsuzluk=mutluluk) diye matematik diliyle tanımlamış ve tartışmışlar yaşamı. 

Bu her üç eşitlik dizgesinde de “yaşam” öznedir. Her yaşam, formülde yer alan iki zıt ögenin durumuna göre; renk/içerik/nitelik değiştirir. Yaşamın bu formülü belki size çok basit görünebilir, fakat derinlere indikçe; pek çok açılıp kapanan parantezle karşılaşır, çokça bilinmezle tanışırsınız, bu durum da sizi yorar ve düşündürür.

Sonunda da, belki “çözümsüzdür” diyerek, yılar ve kendi bu gerçeğinizi yadsıyıp kaçmak istersiniz. En iyisi mi biz; bu girift bilinmezlikler için kalıcı çözümleri, insan, toplum ve matematik bilimcilere bırakalım…

Ama boş da durmayalım, nasılsa coronavirüsün bize sağladığı bolca zaman var. O halde yaşam pratiklerimizi; düşünüp, konuşup, paylaşıp, tartışalım.

Ve eğer anlaştıksa, penceremizi azıcık aralayıp, birazcık eşeleyelim. Bu bakış ve eşeleme sonunda, insanların 4 farklı yönelim gösterdiğini ve numaraları her okunuşta da (sanki)"o, benim"-"buradayım" seslerini duyarsınız: 

1.    “Yaşam = mutluluk + mutsuzluk ”dur olgusuna inanlar: Bunlar, yaşamdaki mutluluk ve mutsuzluğun neden-sonuç ilişkisiyle birbirini tamamlayıp hep var olacağını... El birliği ile yapılacak mücadelenin de, mutsuzluğu azaltıp, mutluluk çoğaltacağını… Yaşamı var eden doğal ve sosyal çevreleri korumak ve haklara saygı duymak gerektiğini…   Barış içinde yaşamak için sorunlarla ve sorun yaratanlarla savaşmak gerektiğini bilir ve bu amaçlarla uğraş verirler. Bunlar; kendi gerçeklerine ayna tutabilen, yaşamın diyalektiğine inanan kişilerdir.    
2.    Sürekli mutlu olmayı ve hiç mutsuz olmamayı kendine dert edinmişler: Bunlar; yaşamın gerçeklerinden uzak, hayal dünyasında yaşayanlardır. Bunlar; başkalarını önemsemeyen, "hep bana" diye düşünen, egolarına tutsak narsist ruhlu kişilerdir.    
3.  Hayata tutunmak, mutlu olmak için kendini güçsüz, yetersiz görenler: Bunlar; ham hayallere sığınıp el açar, diz çöker; n’olur nidalarıyla dua eder, yalvarır, söz verir, adak adar, düşleri gerçek olsun diye, içten, masumane gözyaşı döker… İstek ve özlemlerine kendi öz çabalarıyla değil de başka kapılardan gelecek mucize yardımlarla ulaşmak… Kendilerini; dilenci değil, kader mağduru, “dileyenler” olarak gören kişilerdir. Bunlar; kurnaz ve uyanık geçinseler de aslında özgüvensiz ve çaresizdirler.
4.  Ha! … Bir de mutlu olmayı kendisine çok görenler var ki: Bunlar; yaşam boyu kendini mutsuz kılmak isteyen… Mutlu olmak için yol, yöntem, çare arayıp bulmak yerine, kendi mutsuzlukları için hep başkasını suçlayan, onlara öfke duyan ve sürekli mutsuz kalmayı seçen kişilerdir. Bunlar; sorunlarıyla baş edemeyip sürekli kendileriyle uğraşan, psikolojik sorunları olan kişilerdir.

***

Diyalektik kural gereği her insan yaşamında; mutluluk ve mutsuzlukları bir arada, iç içe yaşar. Biri diğerinin karşıtı olsa da aynı zamanda onun varlık nedenidir. İşte bu karşıtlıklardır hem kendilerini hem de yaşamı var eden ve anlamlı kılan…

Önemli olan, insanın kendisi gibi başkalarını da “insan” görmesi... 

“Başkalarını” önemsemek, onların yaşadığı acıları fark etmek bizim "insani" duygularımızdır. 

Peki, kendine ayna tutmayan, ayrımcı olan, sahte pozlar takınıp, hamasi nutuklarla algı yaratanlar acaba hangi duygulara sahiptirler?!..              (Evet, sahte dedim!.. Çünkü sahtedir; kendine ayna tutup, kendisiyle yüzleşmeyen. Sahtedir ‘kendisi’ olmayan! )

Bir de toplumsal hak ve özgürlükler konusu var ki, kişileri mutlu veya mutsuz kılan asıl kaynak budur. Bunun düzenleyicileri ise devletlerdir.

Devletin amacı; insanları güven içinde yaşatmak, ya da daha mutlu kılmak insanı... M.Ö 3. yüzyıla dayanır ilk devletlerin kökleri… 

O günden günümüze, tüm devletler halktan alırlar güçlerini. Ancak bu güç; hep kin-nefret üretmiş, hep savaşlar çıkarmış, hep mutlu bir azınlıktan yana, hep güçlülerin emrinde ve acımasız olmuş… 

Ve ne yazık ve ne acıdır ki, henüz insancıklara “insanca” davranan bir devlet olmamış…

Güncel bir konu ve birkaç soru: 

İşte size çok çok güncel bir örnek: O meşhur coronavirüs sayesinde, daha önce; "komşu, mahalle, kent, ülke içindeki olağan yardımlaşmaların, şimdi sınırları aşıp dünyaya yayıldığını, kucaklaştırıp düşmanlıkları ötelediğini ve büyük bir dayanışma sağladığını..." düşünüyorduk ki:  

Meğer bizim devlet (aşağı yukarı şöyle) bir karar almış; "Siz artık kendi seçtiğiniz belediyeler aracılığı ile değil, sadece benim dediğim yere, istediğim hesaplara bağışta(!) bulunacaksınız! ..." Demek ki devlet, kesemizi kullanmamız konusunda bile bizi ehil görmüyor! Artık bu işi de "O" yapacakmış!...

Vay be!.. Bu bir ferman, bu bir emir!.. Sizce mutsuz etmez mi insanı?

Bu emir bana, mutsuz olduğum bir anı, anımsattı: 2011 Van Depremi olduğunda depremde zarar görenlere verilsin diye kendimce bir koli hazırlamış, Van Belediyesine gönderecektim. PTT kargo görevlisi: “Hayır!.. Yasak1... Belediyeye değil Valiliğe göndereceksin!..” (Nedeni açık:Van Belediye Başkanı HDP’li, onu etkisiz kılmak, cezalandırmak istiyorlar.) Bu sözleri duyunca çok şaşırdım ve ben de o zavallı görevliye kızarak: “Sen mi karar vereceksin, benim kime yardım edeceğime?” demiştim...

Ve bir vatandaş olarak, birkaç soruyla noktalayacağım bu uzunca yazıyı:
  • “Kamu İhale Kanunu” niçin 187 ayda 186 kez değiştirildi?
  • "Deprem Yardımı" diye toplanan paralar nerelere harcandı?
  • Kızılay, vergi muafiyeti sağlamak için kime ve niçin aracı oldu?
  • İşsizlik fonu paraları nerelerde kullanıldı?
  • Dünyadaki kriz ve iflaslar bizim de kapımızı çalmaya başlamışken, neden bizde köprü, geçit yapanlara dolarlar akmaya devem ediyor?   
Mutluluk dedik de bakın nerelere geldik!...

Yaşamın diyalektiğidir bize bunu yaptıran.


Diğer yazılarım: tıklayınız

27 Mart 2020 Cuma

GÜNDÜZ ve GECE

Sevilmek mutluluk değildir.
Her insan kendi kendini sever;
ama mutluluk bir başkasını sevmektir.
                                                                      / Herman Hesse                                             

Gündüz ve gece; uzaydaki yerinde çakılı duran Güneş’ten, döne döne kaçan Dünyanın, görünen ve saklı kalan noktalarında yaşanır.

Dünya küresinin uzaydaki duruşu, kendisi ve Güneş etrafında batıdan-doğuya devinimi (dönüşü) sonucu oluşan saat, gün, gece ve gündüz… 

Dünya üzerinde bir yerin; ekvator, dağa, ovaya, nehre, göle, denize uzaklığı, yakınlığı, güneş ışığının geliş açısı vb. etmenlere bağlı olarak oluşan iklimsel farklılıklar... İşte bizler böylece yaşarız; gündüzün aydınlığını, gecenin karanlığını, sıcaklığı, soğukluğu, nemi, yağmuru, kar ve doluyu... 

Gündüz ve gece, değişmez gerçeklerdir. Bu gerçekler, pek çok işlevi ve sonuçlarıyla yaşamımızın; fiziksel-biyolojik-sosyal alanlarını etkilerler. Yazımız, bu etkilerden fen-bilim kaynaklı olanlarını es geçerek, daha çok sosyal yaşama etki edenler üzerinde yoğunlaşacak.  

Tan ağarmasıyla başlayan günün alacalı aydınlığı, sonraki saatlerde yavaş yavaş artarken, uzun gölgeler de kısalmaya başlar. Saat tam gün ortasını gösterdiğinde; ışık en parlak halini alır, gölgeler de en kısa durumlarına gelirler.

Gün yarısından hemen sonra, bu döngü tersine döner, ışık giderek azalmaya, gölgeler de uzamaya başlar… Bu durum, dünyanın oluşumundan günümüze kadar hep vardı ve var oldukça devam edecek olan bir döngüdür.

Gün, güneşin gün batımındaki çaresiz kayboluşla yavaş yavaş alaca karanlığa, o karanlık ise, yol alarak zifiri karanlığa dönüşür gece yarısı olduğunda. Sonra da o gizlerle dolu zifiri karanlık; ömrünün yarısını düne, yarısını da yeni güne vererek paylaşır.

Dünün hemen peşi sıra o bilindik nakaratla yeniden başlar yeni bir günün kurgusu, döngüsü ve doğum sancısı…

Gündüz aydınlığın görevi; her yana ışık salmak ve görünür kılmaktır her şeyi. Görmek istemeyene "ışığım sana yetmedi mi" diye sormaz, kızmaz, karışmaz hiç kimseye. Görmek isteyen, görür-düşünür, görmek istemeyen ise, görmez-düşünmez. 

Zaten, “herkes bakar ama kaç kişi görür ki!..”.

Gece karanlığının görevi; her yana karanlık salmak, görünmez kılmaktır her şeyi… Karanlık kendince, görmek isteyeni ve görmek istemeyeni eşitlediğini sanır. Ama yanılır! Çünkü, gündüz görenler; hem görür hem de düşünürlerdi!.. Onların bu istekli oluş ve düşünerek karar verme yetileri, karanlıkta da görünür kılar gerçekleri. Görmek istemeyen ise, zaten düşünmeye gerek duymadığı için karanlıkta da anlamak istemez olup bitenleri...

***

Doğada devam edip gelen ve sürüp gidecek olan o bilindik döngüye dönelim yeniden:

Gündüz aydınlığının ve gece karanlığının her bakışa göre değişebilen yarar ve zararları vardır: Kimi görmek ister, kimisi istemez. Kimi aydınlığı sever kimi de karanlığı…

Gecenin alacalı karanlığı başlamış olsa bile, henüz dingin sessizlik korkulu karanlığa dönmemiştir. Henüz haz veren güzellikleri, zifiri karanlık yutup, yok etmemiştir daha… 

Hele bir de bulunduğunuz yer, bir ırmak, nehir, göl, deniz yakındaysa!...(Hani  su hayattır derler ya!..) İşte o zaman suyun şırıltısını, dalgaların şapırtısını, hatta yakamozun büyüsüne kapılmış balıkların ve yıldızların göz kırparak dansını bile görebilir, izleyebilirsiniz… 

Hele de Ay’ın dolunay zamanıysa... Hele de o Ay, yaramaz çocuklar gibi bulutlara dala çıka, köşe kapmaca ve saklambaç oynuyorsa… İşte o zaman günün yorgunluğunu, hayatın yüklerini biraz olsun unutur, sevinir, mutlu olursunuz. Ve günün yorgunluğunu deliksiz bir uyku ile sonlandırıp dinlenirsiniz. 

Tabii ki, bu güzellikler her coğrafyada aynı şekilde ve her zaman olmaz.

Bir de kötülükleri vardır zifiri karanlığın. O, suçları örten, suçluları koruyan, tüm renk ve boyutları görünmez kılandır. Tüm kötülük pınarları karanlıktan doğar, ondan beslenir.

Çıkarcılar, zifiri karanlığı çok sever ve hep o fırsatı beklerler. Oysa “insani” bakışla bakıp, düşünenler; gecenin o insafsız, vicdansız girdabı içinde karanlık/saklı kalmış anı, acı ve çaresizliklerinin depreşmesiyle sarsılır, üzülürler.

Bunun için eğer karanlık kötülüktür dersek, çok da yanlış bir tanım yapmamış oluruz. Karanlığa karşı çıkmak, itiraz edebilmek bir erdemdir, budur insanı “insan” kılan ve insan kalmamızı sağlayan…

Zulüm, sömürü ve savaşın olduğu yerlerde zalimler, zifiri karanlığa sığınır, aydınlıkla savaşırlar. Karanlık gerçekleri gören, düşünen, karşı duran ve yok olmasını isteyen herkesi de “tarafsız değil” diye suçlar, karanlık zindanlara atarlar.

Tabii ki tarafsız olamaz, insani düşünen hiç kimse. Çünkü sömürü, savaş, ölüm ve zulmün olduğu yerde hiç kimse tarafsız olamaz, olmamalı!.. Erdem sahibi her kişi, ezilenden yana olup, zalime karşı olmak zorundadır.

İşte bu duygulardır, insanı yağmur öncesi bir sıkıntı gibi yoran, feryat ettiren. Bu sıkıntıların kaynakları olan virüsler yok edilmeli, bunlar çoğaldıkça-durdukça demlenir; öfkeye, kine, salgına dönüşür.

Yıllarca sorunları; hukuk ve adaletle çözmek yerine, “kol kırılır yen içinde kalır” gibi ırkçı, koruyucu bir anlayışla çözmeye çalıştılar. Ayıpları, günahları, cinayetleri ve bilindik olan katilleri bile görünmesinler diye halının altına süpürerek gizlemeye çalıştılar. Hep belleklerdeki ağır yüklerin, zalimlik ve zalimlerin zamanla unutulacağını düşündüler. Zulmün öfkeye, öfkenin kine dönüşeceği gerçeğini öngöremediler ve yine yanıldılar. 

Çok yanıldılar…

İşte dili yok diyerek dilsizlikle suçladıkları, haklarını, özgürlüklerini yok ettikleri, katillerini görünmez kılıp, ölülerini bile sakladıkları insanlar şimdi: Hesap soruyorlar. Karanlıklara ışık tutup aydınlatmak, gerçekleri görmek, göstermek istiyorlar.

Ve işte yine yanıltmadılar bizi: Dünya pek çok bilinmezi olan coronavirüs ile yaşamsal bir savaş verirken... Daha dün, böylesi günleri fırsata çevirmek isteyen o karanlık sevicileri;, Kanal İstanbul ucubesi için ilk adımlarını attılar…    

Diğer yazılarım: tıklayınız