savaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
savaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Ekim 2021 Cuma

Cumhuriyet ve Demokrasi


İ
ktidarın; bir aileye, bir sınıfa, bir zümreye veya bir şahsa ait olmadığı yönetim anlayışına Cumhuriyet denir. 

Cumhuriyet yönetiminde iktidarlar, belirli aralıklarla yapılan seçimlerin sonunda, ülke halkının çoğunluk oylarına göre belirlenir. 

Demokrasi ise her bireyin değerli olduğu gerçeğinden hareketle toplumsal ve ekonomik durumu ne olursa olsun herkesin eşit sayıldığı yönetim anlayışıdır.

Cumhuriyet çoğunluğu, Demokrasi ise her bireyi, grubu, çok sesliliği, çeşitliliği, çoğulculuğu önemser, her farklılığı saygın görür, farklılıkların özgür olarak hak ve değerleriyle yaşamasını sağlar. 

Bu nedenle Cumhuriyet sistemi, ancak Demokrasi ile birlikte olduğunda insanileşir ve bir anlam kazanır. Cumhuriyet olan bir sistemde, eğer demokrasi eksikliği varsa; farklılıklar insan haklarından mahrum kalarak, sayısal çoğunluğu temsil eden güçlerin hegemonyası altında ezilirler. Günümüz dünyasında bile halen demokrasi tam işlemeyen, fakat ismi Cumhuriyet olan pek çok ülke vardır. 
 
Kurtuluş Savaşı yıllarında, ülke halkları bir taraftan, çoğulculuğu ve yerinden yönetimi esas alan demokratik bir Anayasa için aralarında uzlaşıp, anlaşıyor, bir taraftan da emperyalistler ve onların işbirlikçileriyle savaşıyordu. 

Ülke böylesi zor günler yaşarken, tüm farklıkları kucaklayan bir Anayasa hazırlanır Mecliste 20 Ocak 1921 günü görüşülerek kabul edilir. İşte bu Anayasa'nın ilk dört ve 11. maddeleri (özgün olarak): 

  • "Madde 1. Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.  
  • Madde 2. İcra kudreti ve teşri salâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder.  
  • Madde 3.- Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti “Büyük Millet Meclisi Hükümeti “ unvanını taşır. 
  • Madde 4. Büyük Millet Meclisi vilâyetler halkınca müntahap azâdan mürekkeptir. 
  • Madde 11.Vilâyet, mahallî umurda mânevi ve muhtariyeti haizdir..."

Görüldüğü gibi bu kurucu Anayasa; "tek kişi" buyruklarıyla oluşan Padişahlık yönetimi yerine, hakimiyeti kayıtsız şartsız olarak millete veren, çoğulculuğu kabul edip, Vilayetlere muhtariyet ve yerinden yönetim yetkileri veren oldukça demokratik bir öze sahiptir.

Fakat sonraki yıllarda ne yazıktır ki, ülkedeki farklı kimlikler: "tek millet" kabul edilip Türkleştirme başlamış, Vilayetlerin muhtariyet ve yerinden yönetim yetkileri de merkezde toplanmıştır. Böylece bu demokratik Anayasa için varılan uzlaşma ve verilen sözler unutulmuş; çoğulculuk, muhtariyet ve yerinden yönetim gibi demokratik haklar yok sayılmıştır. 

Kurtuluş Savaşı bitip geçiş ortamı sağlandıktan hemen sonra, Mustafa Kemal Atatürk'ün Başkanlığında toplanan Mecliste alınan kararlarla: 1 Kasım 1922 günü Saltanat (Padişahlık) kaldırılır ve bir yıl sonra da 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyet idaresine geçildiği resmen ilan edilir. 

***

Ben, 98 yaşındaki Cumhuriyetin 71 yılını gördümse de 60 yılını, dolu dolu yaşadım. 

Bu yıllarda; ülkedeki farklı kimlik ve kültürler yok sayılıyor, emekçilerin hak istekleri önemsenmiyordu. Bu uygulamalar, Cumhuriyetin demokrasi ve demokratik eksiklikleri olduğu içindi. Bu yüzden de tüm hak isteyişleri uzlaşma yerine, baskıyla sindirilmeye çalışılıyordu.  

Bu nedenle de ülkemiz; çokça darbe, sıkıyönetim, olağanüstü hâl yaşadı ve nice canını kaybetti, kaynaklarımız da top, tüfek, bomba gibi savaşlar için harcandı. 

Sonuç olarak: demokrasi ve barış düşmanları yüzünden çok büyük acılar yaşandı. 

*

Bugüne gelecek olursak: 

Bugün "tek kişi" buyruklarıyla yol alan bir iktidarımız var. 

Bu tek kişi; insan hakları, demokrasi ve tüm demokratik haklara karşı. 

Bu kişi sadece, kendisini ‘şimdilik’ cansiperane korumaya söz vermiş olan bir kişiyi dinliyor. 

Bu kişi, şimdilerde çok yorgun düştüğünden, yönetme güçlüğü de çekiyor. Ülkemiz çok zor günlerden geçiyor. 

19 yıllık iktidarın tek lideri: Sayın Erdoğan. 

Erdoğan anlayışı; Anayasada eser miktarda bulunan demokratik kazanım ve laikliği kaldırmış, Osmanlı saltanat anlayışı ve uygulamalarına ha döndü, ha dönecek.  

Tek kişi iktidarına geçildiği 19 yıldan beri, hiçbir ağır sanayi yatırımı yapmadığı halde, eko sistemi bozacak şekilde, ülkemizin yeraltı ve yerüstü kaynakları, suları, madenleri ve halkın ekmek teknesi olan fabrikaları yok pahasına yandaşlara satılmış durumda.

Bu yüzden ülkemizde hem ucuz emek gücü hem yoksulluk artmış, işçiler işsiz kalmış, sendikalar da güçsüz ve işlevsiz durumda.  

Tek karar verici Sayın Erdoğan, yola çıktığında:

"Önce inşaat!" dedi. Deli Dumrul'u bile kıskandıracak projelere; 25-30 yıl süreyle, Dolar endeksli ve müşteri garantileri verilerek, 2-3 kuşak borçlandırıldı. Böylece (hakkını yemeyelim); pek çok yol, tünel, köprü, havaalanı, şehir hastanesi yaptırdı. Hem de adrese teslim ihaleler yapıp,  yandaş müttehitte yaptıracak şekilde!

Ayrıca, ülke kaynaklarının büyük bir kısmını da güvenlikçi anlayışla savaş araç-gereçleri için harcadılar ve harcamaya devam ediyorlar. 

Sayın Erdoğan'ın birçok kimliği var. Bir kişinin birçok kimliğe sahip olması aslında bir zenginliktir. Fakat Erdoğan'ın etik olarak uyuşmayan, çok önemli iki kimliği var: 

Bunlardan biri olan AKP Genel Başkanlığı kimliğidir ki, bununla; çok ayrımcı, ötekileştiren, saldırgan bir siyaset diliyle rakiplerine saldırıyor.

İkinci kimliği ise tarafsız olacağına dair söz verip yemin ettiği, böylece dokunulmazlık kazandığı, devletin en üst makamı olan Cumhurbaşkanlığı kimliğidir. 

Sayın Erdoğan, etik olarak uyumlu olmadığını düşündüğüm bu iki kimliği her gün birlikte kullanıyor. Genel başkanı olduğu AKP'nin tüm görüş, söz ve davranışlarını, yeni makamında da sürdürüyor. Devlet imkanıyla gezilere, ekranlara ve meydanlara çıkıp, slogana dönüştürdüğü partisel görüşleriyle muhalefetteki rakiplerini terörist, hain ilan edip, sayıp döküyor.

Her sıkıştığında milliyetçi bir coşku yaratmak için meclise yurt dışına asker gönderme teskeresi gönderen Sayın Erdoğan'ın yeni teskeresi neyse ki üç gün önce ana muhalefet partisi CHP'ce de kabul görmedi. 

CHP'nin Barış ve demokrasiye katkı veren bu karşı çıkışını saygıyla alkışlıyorum. 

Cumhuriyet bugün 98 yaşında!

Cumhuriyet Bayramı Kutlu Olsun!

Günümüz, Demokratik Laik Cumhuriyet için mücadele günü olsun!

Yaşasın Demokratik Laik Cumhuriyet! 

Yaşasın Barış!

Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

21 Eylül 2020 Pazartesi

YİNE Mİ SAVAŞ?!.. (2)

19 yıl önce kurulup, 18 yıldan beri  iktidarı elinde tutan AKP'nin kısa hikayesi: Hemen hemen tüm kurucuları veya onların çocukları; "Gülen Cemaati" dershane veya okullarında eğitim almış, onlarla gönül bağı kurmuştur. Bu gönül bağı gereği yapılan işbirliği AKP'yi 2002 yılı seçiminde iktidara taşımıştır. Sonra da hep  "birlikte" yürüdüler... Fakat cemaat "hamili kart yakınımdır" kayırmalarıyla yetinmedi, sınav sorularını çalarak bu yolla devletin tüm kılcal damarlarına sızdı ve darbe yapacak güce ulaştı. 

AKP-Cemaat birlikteliğinin ilk on yılında, çok önemli sözler verildi: AB’ye girdik-giriyoruz kutlamaları, sorun yaşanan komşu ülkelere dostluk mesajları, Kürt, Alevi, Dersim v.b tarihsel yanlışlıklarla yüzleşme v.b.g. Uygulamada önemli bir değişim olmasa bile, bu sözlerin dile gelmesi, komşu ülkelerle dostluklar sağlamış,  yurtta  çatışma ve ölümleri önlemiş, ekonomik gelişmeyi hızlandırmış, barış sevinci yaratarak  iç huzuru arttırmıştı. 

Ancak, Dolmabahçe'de kurulan barış ve uzlaşı masanın devrilmesi; verilen söz ve girişimlerin sadece "Dur kendime yer edeyim, bak sana neler edeyim!" anlayışıyla söylendiği ortaya çıktı. Daha sonra da birlikte yürüdüğü cemaatin kendilerine tuzak kurduğu, ülke yönetimi ele geçirmek için hain darbe planları yaptığı ortaya çıkmış ve bu karanlık ortaklık kanlı bir şekilde son bulmuştu.

Bu ortaklığın bitişi şimdiki Erdoğan-Bahçeli iktidarının başlangıcı oldu. Yeni ortaklık, iktidarını daha uzun ömürlü kılmak için "beka" dedi ve barış-demokrasi sözcüklerini kullanmaz oldu. Ekonomiyi Dolar'a endeksli "yerli-milli" ihalelerle, iç ve dış politikayı da Turancı-Fetihçi-güvenlikçi anlayışla yaptı. Ve bu anlayış; kendilerine hizmet ederken suç işleyenleri "cezasız" bırakmış, yandaşları için özel af çıkarmıştır. Ancak kendilerine "kaşının altında gözün var" diyenleri yıllarca haksız-hukuksuz olarak zindanlarda tutmuş ve tutmaktadır.  

Hukuksuz ve tekçi politikaları ile ülkede; etnik kimliği, inancı, kültürel değerleri ve  yaşam tarzı farklı olanlar "bizden" değil diye ayrımcı (!) kabul edilmiş, halkın seçtiği belediyeler, halk için hizmet vermeye çalışırken "paralel devlet" olmakla suçlanıp yasaklanmış, ekonomi dip yapmış, doğa tahrip edilmiş, kaynaklar beş müteahhit firma ve savaş teknolojisi için heba edilmiş, dünyanın ilk 10. ekonomisi olma hedefi hızla 20. olmaya doğru gidiyor... Ve ülkenin "merhaba" dediği bir tek bir komşusu bile kalmamış...

İşte dış dünyada ülkece çaresizlik yaşadığımız iki örnek:   

  • ABD, milyarca dolar vererek sipariş ettiğimiz F-35A savaş uçaklarını vermiyor! 

  • Rusya'dan milyarlarca dolar ödeyerek satın alınan S 400 hava savunma sistemi ve füzelerin ambalajını dahi açamıyoruz!

-Ben savaş karşıtı biri olduğumdan, bu lanetli silahların, hem alınmasına hem de kullanılmasına karşıyım. Ayrıca düşülen bu çaresizliği örnek vermeyi de hiç istemezdim. Fakat bu iki örnek de birer acı gerçek!... Hazır bahanesi varken, yoksul halkın vergileri ile yapılan bu ödemelerin geri alınmasını ve ülkemize huzur getirecek olan  Barış-Demokrasi-Özgürlük girişimleri için harcanmasını isterim.- 

***

Barışık olmadığımız, ama kara ve denizden yakın-uzak komşularımız olan; İran, Irak, Suriye, Mısır ve Libya halkları ile benzer sorunlarımız var:

Onların da bizim gibi çocukları aç, gençleri işsiz,-mutsuz-güvencesiz ve insan haklarından yoksun. 

Onların da bizde olduğu gibi hangar ve cephanelikleri; uçaklar, füzeler tanklar, ölüm kusan silahlar ve mühimmat ile dopdolu. 

Onların da çocukları; kavga, çatışma ve savaşlarda, ölüyor, öldürüyorlar. 

Onların egemenleri de bizimkiler gibi bugünlerde yeniden savaş silahları ve teknolojileri satın almak için kuyruk bekliyor.

Peki, kime karşı kullanılacak bu silahlar?

-Masum halkların çocukları birbirine karşı!

Peki, bu düşmanlık, zulüm ve ölümler niçin oluyor? 

-Emperyalistler ve onların işbirlikçileri silah satsın,  yeni pazarlar açılsın diye!... 

Bugünlerde yine bir savaş senaryosu gündemde:

Akdeniz'de savaş gemileri suları köpürtüyor, sular çok sıcak... 

Savaş uçakları "it dalaşında" zikzaklar çizerek ses duvarını aşmakta... 

ABD, Rusya, Fransa, İtalya Almanya... dünyanın tüm egemen, emperyal, zalim, karanlık güçleri ile kukla olmuş işbirlikçileri el ele tutuşmuş, kanla, canla elde edecekleri yeni pazarlar peşinde...

Liderler meydan okuma çığlıkları atıyor, savaş rüzgârları esiyor.

Peki;

Ortadoğu, niçin savaşların odak noktası ve hiç savaşsız  kalmıyor? 

Türkiye, Irak, Suriye, Libya, Mısır çekişmeleri devam ederken, listeye bir de Yunanistan mı eklenecek?

İşte bu sorulara birkaç kısa cevap:  

-Çünkü savaşta yakılan, yıkılan yok olanları yeniden imar ve üretilmesi için emperyalist şirket ve kartellere yeni pazarlar açılacak.

-Çünkü ürettikleri yeni savaş teknolojilerin fahiş fiyatla birbirine düşman olanlara satarak kazanacaklar

-Çünkü o ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını ele geçirecekler.   

-Çünkü savaşlar emperyalizmin varoluş nedenidir. 

İşsiz, emekçi, mazlum, kadın, çocuk ve gençler için Demokrasi-Özgürlük-Barış!

          YAŞASIN BARIŞ!... KAHROLSUN SAVAŞ!...

     

Diğer yazılarım için: tıklayınız


16 Eylül 2020 Çarşamba

YİNE Mİ SAVAŞ?!.. (1)

Ben bir eğitimciyim. 

Eğitimciler, görevi başında bir yargıç gibi, bir doktor gibi davranmalıdır. Karşısına gelenlerin ülkesini, ırkını, inancını, dilini, rengini, kültürünü, yaşam tarzını sorgulayıp yargılamadan onları ayrımsız kabul etmeli, her ortamda "insani" değerleri etkin kılmayı savunmalı ve uygulamalıdır. Eğitimci eğer bu özelliklere sahip olursa  o zaman; "Vatan, Millet, Sakarya" hamasetine kapılmaz, "yerli ve milli" olmak yerine bir dünya insanı olur.  

İşte bu anlayış içinde yazıma başladım, sizlere bu yazımla, her çağda insanlığın başına bela olmuş haksız savaşlar hakkında; okuduklarımı, gördüklerimi, sorularımı,  düşündüklerimi anlatmak ve biraz da bazı gerçeklerin resmi tarih marifetiyle niçin  saklandığına değinmek istiyorum.    

Savaş, bir gücün düşman ilan ettiği başka bir güce saldırması ile başlar. Bir ülkenin topraklarını, kaynaklarını ele geçirmek için başlatılan savaşların tümü haksız işgal savaşlarıdır. İşgale, talana, sömürüye, zulme karşı durup, demokrasi, özgürlük ve kurtuluş için savunmada bulunmaları ise haklı savaşlarıdır. 

Emperyalizm kan ile beslendiği için varlığını savaşlara borçludur. 

Emperyalizmin amacı sömürü yapmaktır, bu amacı gerçekleştirmek için de savaşmak zorundadır. Kendi düzenlerini kalıcı kılmak isteyen zalim liderler, hem ülkesi içinde, hem de ülke dışında kendilerine "düşman" bulurlar, onları; kötü-hain-düşman diye yaftalayan algılar hazırlatıp tuzaklar kurar, savaşırlar. Çıkar, ihtiras ve yalanlara dayalı biktidar savaşları, bazen baba-anne-çocukların bile birbirini öldürdükleri vahşi sonuçlar doğurmuştur. Tarihsel çağlar, işte bu tür acımasız ve insani olmayan savaşların yendi-yenildi zikzaklarıyla  açılıp, kapanmıştır.

Bugünlerde yine savaş çığlıkları başladı, biz de bir gerçeği hatırlatalım: Savaşlar son bulduğunda, kazançlı çıkanlar sadece birkaç egemen ile işbirlikçileridir. Kaybedenler ise her iki tarafın birbirine düşman edilmiş halklarıdır. Çünkü her iki tarafın mazlum halkları bu savaş sürecinde; canlarını, mallarını kaybeder ve çok büyük acılar yaşarlar.   

Savaş sömürünün en önemli aracıdır. 

2. Dünya savaşı, emperyalist güçlerin 1929 ekonomik krizinden çıkmak için faşist  saldırıya geçmeleriyle başladı. Savaş sonunda: 60 milyon insanın öldürüldü. Her kalemi milyarlarca dolar eden, uçaklar, füzeler, gemiler, tanklar, bombalar, araçlar, mermiler yok oldu. Doğa, yerleşim alanları ve yaşam kaynakların yakıldı, yıkıldı, talan edildi. Özetle çok büyük acılar yaşattı bu savaş dünyaya.  

Savaş sonrasında mazlum halklar çok çok kaybetti!. Savaşın ganimetlerini de o emperyalist güçler topladı. Çünkü yakıp yıkıp yok edilen; uçakları, füzeleri, gemileri, tankları, bombaları, araçları, mermileri yeniden üretip daha pahalıya sattılar. Böylece holdinglerine, kartellerine yeni yeni pazarlar açtılar.

Ve ölenleri ve kayıpları için büyük acıları yaşattıkları mazlum halklara, bir de yeniden imarın ve gelecek savaşlara hazırlık amacıyla yapılan tüm harcamaların faturalarını ödettiler.        

Fakat nedense resmi tarih savaşların genel felsefesini, amaçlarını hiç anlatmaz, savaşan tarafların sosyolojik, ekonomik, politik gerçeklerine dokunmaz. Hele hele savaşın emperyalist amaçlar için bir araç olduğu gerçeğini hiç dile getirmez. Sadece hamasi nutuklara atıp "bizim" olan zafer ve kahramanları anlatırlar. Sadece kendi ülke insanlarını; mert, dürüst, cesur ve haklı olduklarını, karşı tarafın ise haksız, hain, kötü, korkak, düşman ... insanlar olduğunu söylerler. Böylece de devamlı olarak öfke, kin, nefret ve düşmanlıkları diri tutarlar. 

Bunun için resmi tarih, barışa düşmandır sadece savaş seviciliği aşılar insanlığa... 

Ve bunun içindir ki: "Tarihi gerçekler değil, güçlüler yazar" derler.

Bilirsiniz, savaşta bir taraf pes edince savaş bitti diye kazanan taraf bayram eder, kendi güçlülerini alkışlar, onları kahraman ilan eder. Ne gariptir ki savaş kaybedenler de sonuca: kader deyip kendi güçlülerine dua eder gerekirse onlar için bir daha canlarını mallarını feda etme sözü bile verirler.

Peki, neden her iki tarafta da büyük çoğunluk olan mağdur ve mazlum halklar, sevdikleri ölürken, ev-mal-mülkleri yıkılıp yakılırken, ülkenin yeraltı ve yer üstü kaynakları talan edilirken... Olup bitenlere sebep olanların bu zalimler olduğunu niçin hiç düşünmezler? Neden yeni yeni savaşlarda da yine onların emirlerinde ve arkasında yer alırlar? 

Neden!..  

Mağdur insanlar kendilerine sessizce; Biz niçin öldürüldük ve öldürdük?!.. diye sorar fakat duyulmaz bu çığlıkları... Çünkü bu soruları soranların "hain" ilan edildiğini bilirler. 

Yokluk, yoksulluk, acılar ve çaresizlik içinde yaşayanları gördükçe, kendime dönüp: "İnsanlar sadece acılar içinde, sıkıntı çeksinler diye mi yaratıldı?, Niçin mantık, akıl, sağduyu devre dışı kalmış? Neden bu gaflet uykusundan uyanmaz bu insanlar?" sorular sorar, saatlerce düşünürüm. 

Peki, ya o yiten canları doğuran, onları özenle, sevgiyle, sakınarak büyüten anneler!... Onlar, neden suskun, neden sadece içlerine akıtırlar gözyaşlarını, niçin haykırmazlar acı ve öfkelerini, niçin dur demezler zalimlere ve savaşlarına?    

Barışın; birlikte, özgürce, insanca, paylaşarak mutlu yaşamak gibi erdemleri dururken... Savaşın ayrıştıran, düşman kılan, zulüm edip, sömüren yok eden, büyük acılar yaşatan kötülükleri niçin "tarih" diye kutsanıp okutuluyor? Gerçekler niçin algılarla perdeleniyor? 

Oysa BARIŞ, hiçbir parasal yatırıma, hiçbir silaha ihtiyaç duymayan, sadece demokrasi, eşitlik, sevgi, saygı ve hoşgörü ile ulaşılacak olandır.  

***   

Gördüğünüz gibi bugünlerde de:

Akdeniz'de savaş gemileri suları köpürtüyor, sular çok sıcak... 

Savaş uçakları "it dalaşında" zikzaklar çizerek meydan okuyor. 

ABD, Rusya, Fransa, İtalya Almanya... dünyanın tüm egemen, emperyal, zalim, karanlık güçleri ile kukla olmuş işbirlikçileri el ele tutuşmuş, yeni pazarlar arıyor...  


(Sözümüz bitmedi devamı olacak) 



Diğer yazılarım: tıklayınız




4 Eylül 2020 Cuma

BU EYLÜL ÇOK YÜKLÜ


Eylül, diğer aylara göre biraz farklıdır. Bu ayının  tarihsel geçmişi ve her yılki 
mevsimsel döngüsü içinde, savaş ve barış günlerinin acı ile sevinçleri pek çoktur. 
  
Emekçiler kışa hazırlık için yoğun çalışmalarla; verimli-verimsiz-acılı-sevinçli geçen bir yılın hasadını toplayıp kışa hazırlık yaparlar. Onun için de "Eylül tedarik ayıdır" derler. 

1 Eylül 1939 günü Almanya'nın faşist lideri Adolf Hitler'in emrindeki Nazi ordusunun Polonya'yı işgal etmesi, 2.Dünya Savaşının başlangıcı olmuştu. Bunu bir fırsat sayan faşist-emperyalistler ve onların işbirlikçisi olan güçleri, mazlum dünya halklarına ait kaynakları ele geçirmek için her yeri kana bulayıp büyük acılar yaşatmıştı.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1981 yılında aldığı kararla, savaş ve çatışmaları önlenmek, barış sağlamak, bilinçli bir farkındalık sağlamak ister ve 1 Eylül'ü  "Dünya Barış Günü" ilan eder. Ancak yirmi yıl sonra (7 Eylül 2001) aldığı başka bir karar ile: savaşın 21 Eylül 1945'de  bittiği gerekçesiyle bu kez 21 Eylül'ü "Dünya Barış Günü" ilan etmiştir. 

Bu nedenle her 21 Eylül günü, B.M. Merkezinde “Barış Çanı” çalınır. (Bu çanın bir de öyküsü var; Dünyanın her yerinden çocuklar, "bozuk paraları" bağış olarak toplarlar ve daha sonra bu paralar Japonya tarafından bir çana dönüştürülür...) Bu Çan'ın üzerinde: “Çok Yaşa Mutlak Barış” yazısı bulunmaktadır.

Tabii ki çok yaşasın Barış!... Çünkü Barış insanlığı; hiçbir parasal yatırıma, hiçbir silaha ihtiyaç duymadan, sadece demokrasi, eşitlik, sevgi, saygı ve hoşgörü ile mutlu eder, yaşatır. 

***

12 Eylül 1980 günü yapılan faşist darbe sonunda, ülkemizin demokrasisi büyük yaralar almış, insanlarımız  büyük acılar yaşamıştı... 

İşte tam da bu günlerde eğitimciler, veliler ve öğrenciler yani tüm toplumumuz, heyecanlı bir bekleyiş içinde. Çünkü Eylül'de en değerli varlıklarımız olan çocuklarımızın okulları açılacak. 

İşte Eylül geldi!... Bu yıl Eylül'ün çok yükü var:  

Covid 19 dünyaya meydan okuyup can almaya devam ediyor. 

Sınırlarımızda çıkar savaşları var.

Gençlerimiz ve kıt kaynaklarımız savaşlara yem oluyor.  

Tek bir "iyi" komşusu bile olmayan, kendisine aşık bir ülke olduk...

Liderler öfkeli bağırışlarla, "düşmanlara" meydan okuyor.

Kaynaklarımızın büyük dilimleri savaş ekonomisine akıtılmış, ekonomi dip yapmış. 

İnsanlarımız, aç-işsiz-güvencesiz. Covid 19 yüzünden çaresiz, kısıtlı, tutuklu... 

İşte bilinmezliklerle dolu Eylül geldi: 

Acaba bu Covid 19 ikliminde okullar açılacak mı, açılmayacak mı? - Okulların açılması acaba  büyük acılar yaşatacak mı?  

İnsanlarımızın sağlık, iş, aş, gelecek gibi çok yükleri ne olacak? 

Öyle görünüyor ki daha nice bilinmez, karanlık, kaotik günler ve geceler yaşayacağız. Eylülün mehtaplı geceleri ve sonrasında da ...

Bu Eylül çok yüklü... 

Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk    

Bizler, okullar açıldı/açılacak derken, bunca bilinmezlik içinde yaşarken.  Bir gün Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, kürsüye çıktı ve demecini patlattı: "Eğitimde asıl yük öğretmenin maaşıyla ilgilidir. Milli Eğitim Bakanlığının bütçesine bakarsanız, yatırım bütçesinin çok çok küçük olduğunu görürsünüz. Neye göre; personel maaşına göre... “ 

Kime göre? -Bakana göre...

TDK sözlüğüne baktığınızda "yük" sözcüğünün çokça anlamı olduğunu görürsünüz.  Bence, Sn Bakanın kullandığı “yük” sözcüğüne TDK tanımları arasındaki en uygun olanı: 

"YÜK: (isim, mecaz) Tedirginlik veren şey, engel." 

Bu sözleriyle bakan; eğitimin öznesi olan öğretmenlere verilen açlık sınırındaki maaşı, sistem için bir engel olarak görmektedir.

Biliyorsunuz, Ziya Selçuk, geçmişte özel bir okulun kurucu patronuydu. Her nedense patronlar, kendilerini çalışanların sahibi olarak görürler ve onların sayesinde para kazandıklarını ise hiç düşünmezler. Ziya Bey patronluk günlerini hatırlamış olacak ki, eğitim emekçilerini "yük" sayıyor. Oysa patronlar bu ayıp düşüncelerini, utandıkları, hem de korktukları için pek ulu orta dillendirmezler, sadece kendi benzerlerine dedikodu olarak fısıldarlar,  ya da kendi kendine söylenirler. Ziya Selçuk buna uymadı, düşüncelerini hiç gizlemedi, ulu orta açıkladı.      

Bu incitici sözlerin sahibi Bakan (hem de Eğitim Bakanı), ülkemizde olup bitenlere bu kadar yabancı, bu kadar duyarsız olabilir mi?

Eğer sayın bakan şöyle bir etrafına baksa, zar zor da olsa konuşan tek tük "muhalifi" azıcık dinlese; Devlet sermayesiyle kurulan ve kamu hizmeti yapan "yerli ve milli", çokça verimli arazileri, değerli arsa ve binaları olan: Sümerbank, Etibank, Telekom, Şeker Fabrikaları, Çimento Fabrikaları, Et ve Balık Kurumu v.b. nice ekmek teknesi kuruluşu ve milyonlarca  çalışanını, bu emekçilerin de bir zamanlar "yük" olarak görüldüğünü hatırlarsa... Politik tercihle atanan yöneticilerin, bu kurumları nasıl atıl bırakıp, zarar eder duruma getirdiklerini... Sonra da bu kurumlara ait bina, fabrika donanımları, arsa ve arazilerin nasıl değerlerinin çok çok altında, yani yok pahasına "adrese teslim özelleştirme" yöntemleriyle pusuda bekleyenlere dağıtıldığını... 

Ayrıca "özel ihalelerle"  ülke çıkarı ve eko sistem düşünmeden "Yap, işlet, devret" yöntemi ile belli şahıs ve şirketlere yaptırılan; yollar, tüneller, köprüler, hastaneler, okullar, HES'ler... Bu şirketler için içeriği gizli tutulan kapitülasyon benzeri ipotek sözleşmeleri hazırlanıp ülke hazinesi adına imza atıldığını, böylece  torunlarımıza onlarca yıl sürecek "dolara endeksli borç"  bırakıldığını... Sonrasında da bu hileli işlerin faili olanların meydan ve  ekranlarda: "Biz devletin beş kuruşunu harcamadık"  diye övünüp halktan alkış beklemelerini...  

Evet eğer sayın bakan birazcık olup bitenlere baksa,azıcık da düşünse; halkımıza yük olanların yanında yer aldığını ve ülkeye kimlerin YÜK olduğunu:

Görecekti, duyacaktı ve belki de anlayacaktı. 

***

Bu günlerde "Karadeniz'de 320 milyar metreküp DOĞALGAZ bulundu!..." diyorlar. Herkesi çok sevindiren bu güzel haberin gerçek olmasını diliyor ve emeği geçenleri kutluyorum. 

ANCAK; bu kaynağın da diğer kaynaklarımız gibi başkalarına peşkeş çekileceği düşüncesi ile endişe içindeyim. Dilerim ki yanılmış olurum. 

Sizce ben haksız mıyım? 


Diğer yazılarım içintıklayınız


26 Haziran 2020 Cuma

KÖR İNANÇ-EĞİTİM-UYGAR KİŞİ

Clive Bell yazdığı UYGARLIK isimli denemede: “Kendi kabilesinin gelenek ve göreneklerini eleştirmeye başlayan bir vahşi, çok geçmeden ya yok olup gider ya da vahşilikten kurtulur. O zaman uygarlığa doğru büyük bir adım atılmış olur.” (sayfa: 50) der.

Her insan yavrusu, ilk insan var olduğu günden beri dünyaya büyük yükler altında merhaba demiştir. Ağlayıp çığlık atması, bu yüklere karşı çıkmak istediğinin en büyük kanıtıdır.

Hangi çağda insan yavrusu dünyaya, daha az yükle merhaba demiştir? Bu konu, başka bir yazı veya tartışma konusu olabilir. Bugün, insanın doğduğu günden beri taşımak zorunda olduğu yükleri biraz tanıyalım istedim.       

Çevresel yükler: atmosfer basıncı, iklim, barınma-güvenlik-beslenme gibi o coğrafyadaki her kişinin ortak yükleri...

Toplumsal yükler: aile, akraba, kabile, köy ve kentlerin ürettiği, her tarih, coğrafya ve sosyolojik duruma göre değişkenlik gösteren yükleri… 

Kalıtım, biyoloji ve psikolojisinden kaynaklanan yükler: iskelet-kas-duyu yapısı, hormonsal, davranışsal ve zekâ gibi sağlık ve bireysel farklılık yükleri…

İşte her birey kendisine miras kalan bunca yükü taşıyarak, bazısı şanslı, bazısı şansız olarak ve kesinlikle eşit olmayarak dünyaya merhaba der. O halde, onun çığlık atması ve ağlamasına hak vermemiz gerekir.

Her birey bu üç ana kanaldan kendisine yüklenen yükleri ya mücadele ile taşınacak hale getirir, ya da pes edip, yenik düşer ve yaşama veda eder. Bizim sözümüz, yaşamaya devam edenlere, pes etmeyenlere...  

***

Yaşamaya devam diyen bireyleri toplum sahiplenir ve yüklerini daha iyi taşısınlar diye, okul ya da her yerde onlara EĞİTİM vermeye başlar.

İnsan, ilkel kabile çağından günümüze kadar; kör inanç, tabu, önyargı, düşman, sürü anlayışı, iyilik, kötülük, erdem, savaş, barış, bencillik, kindarlık, insan severlik gibi tüm davranış ve becerilerini bu eğitimden geçerek öğrene gelmiştir.

Haksız savaşlar çıkarılmış farklı inançlar, farklı diller, farklı renkler, farklı düşünceler, farklı yaşayışlar düşman ilan edilmiş, yok olsun diye emirler çıkmış: Kimi süngüyle, topla, tüfekle öldürülmüş, kimi yakılmış, asılmış, giyotinle kafası kesilmiş, derisi yüzülerek yok edilmiş. Büyük acılar yaşamış ve yaşamaya devam ediyor tüm insanlık. 

Bireyin yükleri böylece artmış ve taşınması çok zor bir kambur olmuştur. Özgüveni ve gücü olmayanlar; ne bu suç ve suçluluklar ile yüzleşebilir, ne de içinde kopan fırtınaları başkalarına anlatabilir. O, sadece korku ve utançlarını içindeki kör noktalara iter, oralarda onları dokunulmaz ve saklı tutar. Ve temiz pak olarak arınmak için de; dua edip yalvararak ULU güçlerden yardım bekler.

"Bu sorunlar gün yüzüne çıkmadığı sürece, sadece o kişiyi üzer, yorar, güvensiz ve huzursuz kılar ve onun özeli olarak kalır" derlerse de bu sözlere inanmamak gerekir. Bu aslında örtük bırakılmış bir insanlık sorunudur: Aklın içinde olmadığı, batıl inanç ve hurafelerle bezenmiş, egoistçe kendine benzer olanları bulmaya çalışan, diğerlerine yaşam hakkı tanımayan toplumsal bir sorun…

İnsan, “insanlaşmak” için aklıyla yol alır, bu yolda; düşünür, soru sorar, sorgular, yorum yapar, katkı verir, üretir, tabuları yıkar ve gelişir. Bunun içindir ki, aklın olduğu yerde, kör inanca ve önyargıya yer yoktur.

Kör inanç; güvensizliğin verdiği korku ile taban bulur, sürü içgüdüleri ile yaygınlaşır ve egemenlere itaat ederek uygulanır. İşte bu süreçte oluşur tüm tabu ve önyargılar, sonra da gelenek-görenek-önyargı el ele tutuşup taşır bu korku iklimini başka çağlara.

Bunun için bu sürecin öznesi olan güçler insana; tövbe!... günah!.. diye soru sordurmaz, onu düşündürmez, yorumlatmaz, hele de ondan özgün katkı hiç istemez! Bunun içindir ki bunlar; cahilliği, cehaleti sever ve överler…İşte bu yüzden de bizler: kör inanç ve önyargılar; akla-mantığa-zekâya vurulmuş prangalardır diyoruz.

Kör inancın panzehri, ya da onu yok edecek güç; akıl, mantık, zekâ rehberliğinde yapılacak olan eğitimdir. Ancak böylesi bir eğitimle yok olur saplantılı kör inanç ve önyargılar.

Dikkat edilirse; akıl, mantık, zekâ rehberliğinde yapılan eğitim dedim. Çünkü her etkileşim bir eğitim olsa da her etkileşim sonunda uygar kişiler ve uygar toplum oluşmayabilir.

Bazı eğitim türlerinin odağında birey değil güç vardır: Birey, sürü içgüdüsü ile boyun eğer, bağımlı, korkak ve özgüvensiz olur. Bu eğitimle; korkan, çaresiz, yetersiz bir nesil yetişmesi hedeflenir.

Bazı eğitimlerin odağında ise birey vardır. Bu eğitimde, akıl, mantık, zekâ ile soran, sorgulayan, deneyen, üreten, özgür-özgün düşünen, hoşgörülü, paylaşımcı, barışçı bireyler yetişir. 

Bu karanlığı yok edecek olan güç uygarlıktır. Fakat uygarlık her iklimde yeşerip, boy vermez, o, özgürlükçü ve barışçı iklimleri sever. Bu iklim de ancak, akıl ve hoşgörü egemenliğinde; kör inanç ve önyargıların baskıcı prangaları yok edildiğinde oluşur.

O halde eğitim için seçici olmalıyız.



Diğer yazılarım için: tıklayınız