Saltanatın yıkılıp Cumhuriyet’in kurulduğu ilk
yıllarda ülke nüfusumuzun büyük
çoğunluğu köylerde yaşamakta ve yolu, suyu, elektriği bulunmamaktadır.
Toprakların büyük çoğunluğu, toprak ağalarının elinde olup, tarım çok ilkel
araçlarla yapılmaktadır. Kentlerdeki cılız sanayi de tamamen dışa bağımlı
durumdadır. Türkiye halkının okuma yazma oranı yüzde 6-7’ler civarında olup bu
okumuşlar da büyük şehirlerde yaşamaktadır.
Kurtuluş savaşında birlik
olup ortak düşmana karşı mücadele verenleri bir arada tutmak, kucaklayıcı olmak
için bazı sözler verilmiştir. Şöyle ki; Ekim 1919 Amasya Protokollerinin gizli
tutulan 2. Kısmında; “Kürtlerin
gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırki hukuk ve içtimai haklar
bakımından müsaadelere sahip olması” ve 1921 Teşkilatı Esasiye Kanununda
(11. 12. ve 13. Maddeleri) gibi... Ancak bu söz ve hakların 1924 Anayasasından
çıkarılması memnuniyetsizliklerin başlangıcı olmuştur.
Osmanlı Saltanatını ortadan
kaldırarak kurulan Cumhuriyet’in amacı insanlarını;
ümmetin bir kulu olmaktan çıkarıp birer vatandaş, birer birey haline getirmek, onları “batı değerleri” ile tanıştırmak
ve bu güzellikleri kazandıraraktı.
Bu
haklı istekler için de her alanda farklı arayışlar, uygulamalar ve
bazı acelecilikler yapıldı. Oysa yukarıda kısaca anlatılan ülkenin altyapı ve
kültürel yapısı, henüz bu uygulamalara hazır değildi ki…
Toplumlar da tıpkı bir
organizmaya benzerler, eğer o organizmada; hazır oluş, isteklilik, yaparak-yaşayarak-içselleştirerek
kazanım elde etmeyi ve sonuçta da haz duymasını sağlamaz iseniz, istenen
başarıyı sağlayamaz amacınıza ulaşamazsınız.
Toplum bilimlerinde eskiyi yıkıp yerine yenisini koyma diye tanımlanan devrimler de eğer kalıcı olmak üzere yapılacaksa bu yolu izlemek zorundadır.
Çünkü devrimler nitelik ve nicelik değişimler sonucu oluşur. Demek ki
devrimlerin oluşmasında da gerekli bir evrim
süreci vardır. Bunu yaşatmak gerekir.
Nilgün Cerrahoğlu Çarşamba günkü yazısında, Karl Marx’ın “Ezilenler,
isabetli muhakeme yeteneğinden yoksundurlar!” sözünü
alıntılamıştı. Muhakeme: Bir sorunu
çözmek için çıkar yol arama yeteneğidir. Ancak bu yetenek; insanın özgürce soru sorup,
sorgulayacağı bir eğitim ortamı ile sağlanır.
Şüphe yok ki ezilenlerin baş
savunucularından biri olan Marx bu sözünü ezilenleri aşağılamak için değil, bir
durum tespiti yapmak için söylemiştir. Egemenlerce kul/köle yapılıp özgür
eğitimleri engellenen ezilenlerin (devrim sürecinde), karşılaştıkları
sorunlarla başa çıkmaları, çözümeler bulmaları için, eğitimin gerekli olduğuna
dikkat çekip, öncellik verilmesini belirtmek için söylenmiştir bu söz.
(Bildiğiniz gibi Aziz
Nesin de bu söze benzer olan bir sözü vardı ve bu söz çokça tartışılmış
bugün de tartışılıyor.)
Bir başka çarpıcı örnek de; 1940
ta kurulup ülkenin çehresini 8 yılda önemli ölçüde değiştiren Köy Enstitüleri
girişimidir. O günlerin bu devrimci atılımı ile eğitime, tarıma, sağlığa büyük
önem verilmiş ve halkın güzel sanatlar yolu ile ufkunu açacak olan dünya kültür
eserleri ile tanışması başlatılmıştı. Fakat bu kurumlar; çıkar çevrelerinin
yalanları ve yaratmış oldukları algılar sonucunda, asıl hizmet götürmek istedikleri
halk tarafından sahiplenip korunamamış ve kapatılmıştır.
***
Kurtuluş savaşından sonra
kurulan Cumhuriyetimiz 93 yaşında olmasına rağmen, demokrasinin ön koşulu olan
çoğulculuğu yok sayan “Tekçi” anlayıştan kaynaklanan sorunlarımız devam
ediyor. Herkesi ilgilendiren iki temel sorunumuza bakalım;
Biri, yönetimine son verdiği Osmanlı İmparatorluğunun içinde barındırdığı
farklı, ırk, dil ve kültürleri yok sayıp onları ötekileştirmeler yapılması.
Diğeri ise, içinde barındırdığı farklı inanç sistemlerine laiklik ilkesi uyarınca
eşit uzaklıkta durmak yerine, “Zorunlu
Din Dersi” ve “Zorunlu Sünni Anlayışla” ötekiler yaratılmasıdır.
Yukarıda belirtilen her iki
temel sorun da, yani kimlik ve inançlar; yasa, yasak ve eğitim sistemi ile yok
edilmeye çalışılmıştır. Böylece ülke içinde barınan pek çok kimlikten sadece
biri ve farklı inanç sistemlerinden de sadece biri devletçe kabul görmüştür. İşte
bugün bu tekçi anlayışların ağrılarını, sızılarını, sancılarını çekiyoruz.
Ülkede yaşayan herkesi
ilgilendiren Eğitim Sistemi’dir. Eğitim Sistemimiz bugün Diyanetin kayyımlığında
ve İmam-Hatip anlayışı ile Osmanlının medrese eğitimine dönüşmüş durumdadır. Böyle bir sistemle soru
sormayan, sorgulamayan insanlar yetiştirerek ülkeyi yönetmeyi düşünüyorlar.
Bu anlayış sonucudur ki, bugün
çoğulculuğu ve barışı savunanlar içeride, tekçilerin teklerine de yeni yeni “TEK’ler
eklenmektedir:
Tek Gazete,
Tek Televizyon,
Tek Radyo,
Tek Parti,
(Ve Yasama, Yargı, Yönetim,
Yayının sentezi olan)
Tek Kişi...
Oysa bu ülke barış içinde
yaşamak için hepimize yeterdi…