KHK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KHK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Kasım 2017 Cuma

Ülkenin Bekası mı?...



Hani çok zor ve de çok riskli fakat mutlaka başlanması/yapılması gereken işler için söylenen bir söz vardır ya: “Bu bir ölüm kalım savaşı” diye. İşte bu cümledeki  "kalım" sözcüğünün eş anlamlısıdır “beka”.

Biz de bugünlerde sıkça kullanılan bu sözle giriş yapalım: 

“Ülkenin bekası her şeyden daha önemlidir.” 

Tüm söylemlerin bir amacı olduğuna göre acaba bu sözün amacı nedir, arkasında neler saklı biraz da ona bakalım. 

Bir ülkede yaşayan ve gelecekte yaşayacak olanların, çevrelerinde; tutsak olmadan, barış içinde, sağlıklı, özgür ve işbirliği içinde mutlu insanlar olarak yaşamaları için sağlanan ortam ve koşullar o ülkenin bekasını belirler. İşte bu yaşamsal özelliklerdir bekayı çok önemli kılan.

Bir ülkenin bekasını kimler sağlar?
-O ülkede yaşayanlar (gelecekte yaşayacaklar) ve onların görev verdikleri…

Kutuplar ve "ötekiler" yaratarak ülkenin bekası sağlanabilir mi?
-Hayır…

Peki, neden bazı politikacılar kutuplar ve "ötekiler" yaratarak beka ararlar? 
-Demek ki onlar sadece kendilerini ve yandaşlarının bekalarını düşünüyorlar.

Yukarıdaki soru ve cevaplara bence hiç kimse itiraz edemez, etmemeli de. Çünkü bunlar kesin doğrulardır. Çünkü bekayı sağlayacak ana güç, "birlik" gücüdür. Ötekileştirme, yok sayma ve ayrıştırmak, birlik olmayı sağlamadığı gibi, potansiyel gücü azaltır, yok eder ve iç çatışmaların nedeni olur.

O halde beka sorunu; iç barışını koruyamayan ülkelerin ana gündemi ve büyük bir sorunudur. Bu sorun da, o ülkede yaşayanların “nasıl bireyler” olması gerektiği ile ilgili bir eğitim konusudur. Bu konuda belirleyici olanlar da iktidarlardır, çünkü devlet erki ve tüm kurumlarını yönetimi onların elindedir. 

O iktidarlar da; 

Ya, ülke içerisinde herkesin kendisine yer bulduğu çoğulcu bir anlayış olan demokrasiyi seçerek;
Karşılıklı saygıyı esas alan demokratik bir eğitimle bireylerin; eşit, özgür, özgüvenli, üretken, soran, sorgulayan, sağlıklı, mutlu ve barış taraflısı olarak yetiştirilmesi...

Ya da, ülke içindeki etnik, kültürel, inançsal ve bireysel farklıkları öne çıkaran, “ötekiler” yaratarak çoğunlukçu anlayışa dayalı otokrasi= "tek adam sistemi"ni seçerek; 
İtaati esas alan bir eğitimle bireylerin; bağımlı, özgüvensiz, soru sormayan, sorgulamayan, komutla üreten, sürekli "ötekiler" yaratıp onlarla çatışan, barışa düşman, savaş taraflısı olarak yetiştirilmesi sağlanacaktır.

Ülkemizde 15 yıldır iktidar olan AKP, torba yasalarla, KHK’lerle ve şaibeli oylamalarla otokrasiyi seçti.

Bunun için büyük bir telaşla; yasama, eğitim, yargı, güvenlik, ekonomi, dış politika ve çevre gibi alanlarda, kendi ikballerine engel olarak gördükleri tüm bireyleri ve sistemleri değiştirmekle meşguller.

Herkesin ortak duyguları ve değerlerinden hareketle korku ve endişe yaratan algılar yaratarak; güvensiz-bağımlı-öfkeli-kindar-savaşçı anlayışları ön plana çıkardılar. 

***

Farkında mısınız, çıkardıkları çokça ihale ve torba yasalarla yetinemediler, OHAL’e sığınıp KHK’lerle yönetmeye başladılar. İşe alınacaklar için yeterlili olanı değil de, kendi taraflısını seçebilmek için "mülakat sınavı" icat ettiler.  

Şöyle bir bakın-görün, kulak verin kürsülere; kendilerinden olmayan, kendi gibi düşünmeyen herkesi, tehdit edilip “hain/düşman” ilan ediyorlar.

Şöyle bir bakın-görün, kulak verin gazete, TV, film, dizi, söyleşi-oturum, müzik ve reklamlara (çocuk oyun-oyuncakları bile), bunların tümü; tank, uçak, tüfek, bomba, şiddet odaklı ve de kan-intikam-korku kurgulu…

Yani, çatışma-şiddet-savaş dışında hiçbir seçenek sunmadılar vatandaşlara.

Ama eğer gerçekten “ülkenin bekası tehlikede” ise öncelikle;
  • İnsan hakları ve eşit vatandaşlık temelinde iç barışın sağlanması...
  • Barınma, sağlık, çalışma, güvenlik sorunlarının çözülmesi ve eğitimde; karşılıklı sevgi, saygı, birlik-beraberlik değerlerinin esas alınması, toplumsal düzeni bozan etnikçi, cihatçı, gerici ortaçağ anlayışlardan uzaklaşarak, bilimsel, demokratik, laik ve çağdaş anlayışa yönelmek… 
  •  Güçler ayrılığı ilkesine bağlı olarak; yasama- yürütme-yargı ve özgür basının bağımsızca işlerini yapması, herkese, hak-hukuk-adalet sağlanması… 
  •  Ekonomi ve doğal çevrenin rantçıların elinden kurtarılması…
  • Yurtta ve dünyada barışı savunan, dostları çok olan bir ülke olmamız… 
  •  
Gerekmez miydi? 

***

Eğer bunlar sağlanmış olsaydı;
  • Tank, top, savaş uçağı, bombalar, cezaevleri, (müteahhitler kazansın diye torunlarımız borçlandırılarak yapılan) al gülüm–ver gülüm ihaleler ve “itibardan tasarruf olmaz” anlayışı ile yapılan saraylar için harcanan paralar halkın eğitimi, sağlığı ve ülke kalkınması için harcanır… 
  • AKP ve küçük azınlığın bekası için yaşatılan acılar ve sıkıntılar son bulur... 
  • Toplumda zıt kutuplaşmalar ve ötekiler yaratılmaz…
  • Ülkenin bekası için hiçbir endişe kalmaz, demokrasi içinde barış ve kardeşlik olurdu.
Ve işte o zaman; Hamasetle söylenen “Vatan, Millet, Sakarya nutukları” yerine, barış şarkıları/türküleri söylenir halaylar çekilirdi.  



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

23 Haziran 2017 Cuma

Kılıçdaroğlu’nun İnce Uzun Yolu…



Sn. Kemal Kılıçdaroğlu, 15 Haziran günü Ankara’dan başlattığı “Adalet Yürüyüşü”nün gerekçelerini:
·         “Adaletin olmadığı bir ülkede yaşamak istemiyoruz.
·         Her özgür ülke gibi, her uygar ülke gibi kendi ülkemizde barış içinde yaşamak istiyoruz.
·         Bıçak kemiğe dayandı artık 'yeter' diyoruz.
·         Bu ülkeye adalet ya gelecek, ya gelecek.
·         Eğer bir bedel ödemek gerekiyorsa, o bedeli önce biz ödeyeceğiz.
·         Bu ülkenin geleceği için, çocuklarımızın geleceği için hep birlikte mücadele etmek zorundayız.
·         Bu yürüyüşümüzün bir siyasal partiyle ilgisi yok.
·         Bu yürüyüş, kutlu bir yürüyüştür.
·         Bu yürüyüş adalet yürüyüşüdür.
·         Adaleti isteyen herkes bu yürüyüşe destek vermek zorundadır.
·         Hapishaneleri tıka basa dolu olan bir ülkede adalet olmaz…"
Diye sıralamıştı.

Adaletsizliğe dikkat çekip, çözüm arayan bu barışçı sivil protestoyu, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan da; ”Yapılan iş hukuki değildir. Bunu yasal yollardan böyle bir adımı atmak suretiyle yapışınız hükümetimizin bir inceliğidir, daha da ileri gidiyorum bir lütfudur” şeklinde değerlendirmişti.

Oysa ana muhalefet partisinin genel başkanı, yukarıdaki nedenleri sıralayıp, “Bıçak kemiğe dayandı artık yeter” deyip yola çıkarken, bir vatandaş olarak demokratik haklarını kullanıyor ve muhatabı olan hükümetten çözüm istemekte idi.

Bunun cevabı da, “lütufta bulunmak” değildir, olmamalı.

Çünkü lütufta bulunmak; muhtaç olanlara yardım etmek, iyilikte bulunmak veya anlayış göstermek anlamına gelir.

Adalet arayanlar; ne yardım, ne iyilik ne de anlayış istiyor. Onlar sadece, gasp edilen insan haklarını yani; demokrasi, eşitlik, hak, hukuk ve adalet istiyorlar... Hükümetin görevi de, onların güvenliğini sağlayıp, gasp edilen haklar için gereğini yapmaktır.

O Kılıçdaroğlu ki;

Dolmabahçe’de masa devrilince, alkış tutmuş, sonraki gelişmelere sessiz kalmıştı. YSK kararıyla oluşturulan 16 Nisan’ın sonuçlarına karşı çıkar gibi olsa da, o mağdur çoğunluğun sesi, önderi olup, onların haklarını arayamamıştı. 7 Haziran sonuçlarının da istikşafı görüşmelerle zamanaşımına uğramasına neden olmuştu… TBMM’de amacı-hedefi belli olan “dokunulmazlıkların kaldırılması” gündeme geldiğinde ise; kendi vekillerininin ve parti tabanını bile sesini dinlemeden/duymadan, ‘aman sonra bizim için ne derler’ korkusuna kapılmış: “Anayasaya aykırı ama biz evet diyeceğiz” demişti. Ayrıca anayasaya aykırı bu yasa için Anayasa Mahkemesi başvurusuna imza atacak vekillerini de tehdit ederek engellemişti. Böylece HDP’nin eş genel başkanları ve pek çok milletvekilinin, cezaevine girmesine katkı yapan büyük bir paydaş olmuştu... Eğitimin vakıflara teslim edilip imam hatip sistemi kurulmasına ve beyin göçüne hâlâ sessiz olan, yani iktidar için Allah’ın bir lütfu olan birisi iken…

Eyyy iktidarın güçlüleri, tüm bunları ne çabuk unuttunuz?

Ne yaptınız da, size bunca katkı veren Sn. Kılıçdaroğlu’nu bile “Bıçak kemiğe dayandı artık yeter” diyecek noktaya getirdiniz?

***
Mademki "artık yeter” deyip yollara düştü… Artık  O'nun geçmişteki; “Anayasaya aykırı ama biz evet diyeceğiz” inadı/korkusu ile yüzleşmesi ve özeleştiri yapması istenmemeli/beklenmemeli. O’nun Ankara’dan yola çıkarken “Adalet” için sıraladığı gerekçelerin içinde; özeleştirisi ve tüm pişmanlıklarının olduğu varsayılmalı…

Ve O’nun bu noktaya gelmiş olması; anlamlı/önemli/değerli görülüp, alkışlanmalı…

***
Şimdilerde sıkça hatırlatıyorlar bir zamanlar Demirel’in; “Yollar yürümekle aşınmaz” deyişini. Aslında O bir mühendisti ve yürünen yolların aşınacağını çok iyi biliyordu. Bu sözü de belki, düşünmeden, çıplak gözle bakanlar için söyleyivermişti işte!..

Doğrudur, yürünen yollardaki yıpranmaları çıplak gözle göremeyiz…

Ama unutulmasın ki, YSK kararıyla kuvvetler birliğine yol açılsa, kâğıt üstünde her şey kanuni görünse bile… İktidarlar; ıslıklarla, hatta bebeklere söylenen ninnilerle bile aşınır.

Yıllardır vicdanlara akıtılan zehirler; zehirledi, uyku uyutmaz oldu insanlara… İnsanlar, vicdanlarıyla barışık değil, onunla yüzleşmekten korkar oldular. Kolay değil bu…

Bu zehirler, kendilerine akacak bir yol/kanal bulmak zorunda. Bu yol; insan haklarının olduğu, adaletin sağlandığı demokrasilerdedir. Bu yolda yoldaş olmak için de “insan” olmak yeterlidir.


***
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça OHAL ortamında KHK ile ihraç edilen on binlerce kişiden sadece iki eğitimci... Onlar, işlerine dönmek için sessizce direniyor, adalet istiyorlardı. Açlık grevine dönüşen bu direnişin 75. günü (23 Mayıs 2017) tutuklandılar. Ve bugün açlık grevlerinin 107. günü, yani ölüme çokça yakınlar…

Ayşe Kulin’in: “Yalvarırım hayatta kalın ve öyle mücadele edin… Ölüm gençlere yakışmaz çocuklar" çığlığına ortak oluyor… Ve Ayşe Kulin'in; “Merhamet kibirden, bağışlamak cezalandırmaktan, sevgi nefretten üstündür” özdeyişinin de herkesin ortak hayat felsefesi olmasını diliyorum.  



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

12 Mayıs 2017 Cuma

Şimdi ne yapmalı, nasıl yapmalı?

(Yaşamın ve çözümlerin kaynağı olan tüm annelere saygı ile…)

AKP + MHP + OHAL + KHK + Devlet olanakları ve YSK’nın kendi yasasını yok sayan kararına rağmen, hayır diyen heterojen grubun oy yüzdesi 48,59’un altına düşürülemedi. 

Aslında ucun ucun alınan hileli ve şaibeli evet sonucu; onların içlerine korku saldı, uykularını kaçırdı. Ama “yağmasan da gürle” misali, Atı alan Üsküdar’ı geçti” diyen fırsatçılar yetiniverdiler bu şaibeli sonuçla...

Peki, biz bu hileli ve şaibeli sonuçla yetinmeli miydik?  Bugünlerde tartışma konusu olan da bu…

Önümüzde iki yol vardı: ya her demokratik ortamda, hakkı gasp edilen halkımızla bir olup hakkımızı arayacak, ya da susacaktık.

Asıl beklenen ve istenen, bu grubun en büyük paydaşı olan CHP’nin diğer bileşenlerle uzlaşıp hak arama sürecini yönetmesiydi. 

Ama olmadı… 
CHP halkın gasp edilen haklarını aramak yerine, ürkek ve korku içinde yakınıp, bakındı... Birileri gasp edilen halkın oylarına sahip çıkalım deyince de, hemen başladı ego savaşları... Bu iç çekişmeleri demokrasi ile çözümek yerine, baskı ve "kapının dışına atmak"ta bulacaklar çareyi. Dileyelim ki düzelsin bu durum.

 ***


Dik duruş ve direnişle kazalınan %48,59’lik hayır oyları” çok değerlidir. 2015 seçimi de, bu seçim gibi bir korku ikliminde yapılmıştı. Bunun için de çokça benzerlikleri olan bu iki seçim sonucunu birlikte ele almak gerekir. Şöyle ki:

2015 seçiminde AKP karşıtı CHP yüzde 25,31 ve HDP yüzde 10,76 oy almıştı.  Eğer bu oranın yüzde 48,59 olan Hayır oyları”na da yansıdığını varsayarsak:
  • CHP’nin (%48,59’lik hayır oy oranı içinde), yüzde 52,08,
  •  HDP’nin (%48,59’lik hayır oy oranı içinde)  yüzde 22,14,
  •  MHP muhalifleri + Saadet Partisi + diğer parti/görüşlerin ise  (%48,59’lik hayır oy oranı içinde) yüzde 25,78,
Pay sahibi olduklarını söyleyebiliriz.

%48,59’lik hayır" oylarına sahibi olanların ortak noktası: parlamenter demokrasi istemek yani tek adamcılığa karşı olmaktır. Fakat farklı demokrasi anlayışları ve bazı önemli uzlaşmazlıkları var bu grubun: Kimi dinini, kimi dilini, kimi ırkını, kimi dünya görüşünü, kimi kültürünü öne çıkarmak istiyor. Özetle her grup önce ben diyor...

Peki, bu haliyle sağlıksız bir grup mu?

Hayır hayır, zaten sosyoloji bilimi toplumları; farklılıkların bütünü olarak tanımlamıyor mu?  Önemli olan tüm farklılıkların karşılıklı olarak saygı ile kabul görmesi ve barış içinde bir arada yaşaması... O halde toplumda bir farkındalık eğitimine ihtiyaç var.

Farkındalık yaratmak
Duygudaşlık kurarak ulaşılacak çokça insan, ders alınacak  pek çok yaşanmışlık, belge ve bilgi var elimizde. Eğer bunların yardımıyla farkındalık sağlanırsa; ortak noktalar çoğalır, kutuplaşan toplum uzlaşıya varır. İşte vicdanları yoran birkaç ortak noktamız:

6,5 Milyon İşsiz, KHK Mağdurları, Cumartesi Anneleri, Maden ocağı kazaları(!), Roboski katliamı, Kadına/çocuğa şiddet/taciz, Doğayı tahrip eden HES’ler, Gizlenen 17/25 Aralık,  Cezaya dönüşmüş tutuklamalar, Ülkenin yok edilen itibarı, Barış yerine savaş çığlıkları, Sürekli kılınan OHAL, İdam isteme tutkusu, YSK hukuksuzluğuna seyirci kalan yargı... Evinde uyurken panzerin ezdiği iki çocuk, KHK ile işine son verilen iki eğitimcinin ölüme yaklaşan direnişleri (64. gününde).

Bu listeye daha yüzlerce ek yapılabiliriz, ama sadece son ikisini...:



 
Görüp düşündükçe, duyduğunuz burukluk, üzüntü ve utancı; eğer toplumun büyük çoğunluğu duymuyor veya duyunca sessiz/tepkisiz kalıyorsa, burada çok büyük bir "insanlık sorunu" var demektir. Aynı toplum içinde yaşayıp birbirinin sevinç ve acılarına duyarsız kalmak gibi.... 

Bu insanlık sorununu da, ancak (örgün ve yaygın) eğitim ile çözebiliriz. Örgün eğitim kurumları, düşünemeyen, sorgulamayan İmam-Hatip anlayışına teslim edildiği için, bizler de okullu çocuklarımızla birlikte STK'lardan yaygın eğitim almalıyız..

Her grup öncelikle: demokratik yollarla, YSK tarafından gasp edilen hakkın geri alınması için, her alanda protestoda bulunulmalı ve hem içeride, hem de dışarıda hukuki yollardan bu şaibeli sonucun iptali sağlanmalıdır. 

Uzlaşı için birinci adım: Her grubun; insan hakları ve demokrasiyi içselleştirmesi, uzlaşıya engel kırmızıçizgilerine bakması, hep kendini önceleyen, başkasının haklarını tanımayan, egoist tekçi anlayış ve önyargıları ile yüzleşmesi, dünyanın sadece kendileri için olmadığı, başka değerler, başka değerliler ve başka saygınların da olduğu farkındalığını sağlaması, kısaca demokrasi eğitimi alması gereklidir.

Uzlaşı için ikinci adım: Eğer birinci adım tüm gruplarda başarıyla uygulanmışsa, yani her birey iyi bir demokrasi eğitimi almış, duygudaş olabilmişse, artık işler oldukça kolay demektir. Çünkü artık; egolar törpülenmiş, "insan haklarına sahip insanlar" ortak paydasında buluşulmuş ve uzlaşmanın önündeki kırmızıçizgiler yok olmuş demektir. Artık sadece süreci yönetecek ekibin oluşmasına sıra gelmiş olur ki, bu da  çok zor olmayacaktır.

Üçüncü adım ÇOĞALMAK: 2019 veya daha erken bir zamanda yapılacak seçimler için şimdiden hazırlık… Bu hazırlık çalışmasının hedefinde ise; AKP’ye sorgusuz sualsiz biat eden yoksul çoğunluk olmalıdır.

Onlara; yaşanan acılar, katliamlar, yolsuzluklar,  kutularla paralar, tapeler, havuzlar… Hatırlatılmasa bile, yargıçlar(!) yönetimindeki YSK’nın: “mühürsüz oy pusulaları geçerlidir” şaibeli kararı ve bu karara sessiz kalan, hatta “Atı alan Üsküdar’ı geçti” diyen fırsatçıları (bıkıp usanmadan) anlatmalı…
  
Böylece onların zaten rahat olmayan vicdanlarına seslenerek, birlikte daha da çoğalmalı… 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız