KHK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KHK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Kasım 2016 Cuma

Konuşmak Okumak Yazmak

Belki siz de yaşamış veya tanığı olmuşsunuzdur, emekli olacağınızı tanıdıklarınıza, dostlarınıza söylediğinizde hemen hepsi anlaşmışçasına size, “ne yapacaksın, nasıl zaman geçireceksin” diye sorular sorar ve nasihatlerde bulunur. Önceleri bu soru ve nasihatler beni biraz ürkütmüş, bazı geceler “acaba...?” diye başlayan sorularla uyku düzenimi bozmuştum.
Oysa emekli oluktan bir süre sonra, hiç de ne yapayım, nasıl zaman geçireyim sıkıntısı çekmedim. 20 li yaşlarda yaptığım gibi kendimi okuma ve yazma işine verdim.  Hatta bu aralar okumadığım çokça kitabım biriktiği için, kendimi kitaplıkları için ölçerek metre işi kitap alanlara benzeterek eleştirir ve okumaya günler-haftalar yetmiyor diye üzülür oldum.
Gün 25 saat, hafta 8 gün olsa, ne iyi olurdu değil mi?
Konuşmak okumak yazmak; dilimizi oluşturan üç ana parça, bu üç sözcük öylesine birbirini tamamlıyor, öylesine iç içe geçmiş ki, peş peşe sıralandıklarında onları, virgülle bile ayırmak gerekmez bence. Birbirini tamlayan, besleyen, tetikleyen, derinlik kazandıran bu sözcükler aynı zamanda iletişim kurmanın anahtarı, insanı insana ulaştıran, insanın esin ve güven kaynağı…
Her insan mutlu olması için işini gereğince yapmalı, yaşadığı çevreyi ve canlıları korumalı, insanları tanıyıp onlarla duygudaş olmalı. Tüm bu işleri yapabilmek için de; konuşmalı okumalı yazmalı
İnsana, insanca boyutlar kazandıracak olan da, konuşma okuma yazma eylemleridir. Bu eylemlerde başarılı olmak için; felsefe, tarih, psikoloji, estetik, fizik, kimya, biyoloji bilimleri ile tanışmalı, onların sağladığı kazanımlar olan sözcükleri dans ettirip, şiir tadında müzik notaları ile dillendirmeli…
***
Megafon Diplomasisi
Her insan savaşların olmadığı, sağlıklı ve korunan bir çevrede; özgür, güvenli, onurlu, mutlu olarak yaşayacağı bir ülke ister. Bu istek insanın en temel hakkıdır. Ülkelerin de komşuları ve diğer ülkelerle barış içinde, yaşamak istekleri vardır. Bu ortak özlem ve isteklerin gerçekleşmesi için de basit bir kural: kendin için istediğin güzelliği/iyiliği başkası için de istemek anlamına gelen “Yurtta barış, dünyada barış”  ilkesidir. Hepimizin hep gündemde tutması ve savunması gereken bir ilke…
OHAL’in KHK’leriyle ülkemizde; demokrasi, insan hakları, ifade özgürlüğü kısıtlanıp, inançlar, niyetler sorgulanırken, bir taraftan da idam konusu sürekli olarak gündemde tutuluyor. Öfkelerin kine dönüştürüldüğü gergin günler yaşıyoruz.
Yaşatılan bu korku ikliminde hiçbir yetkili ortaya çıkıp, bu uygulamaların ülkemize, içeride ve dışarıda hiç bir şey kazandırmadığını dillendiremiyor nedense.
Oysa şu anda ülkemizin en büyük ihtiyacı, yöneten, yönetilen ve tüm yaşayanların olaylara; demokrasi ve insan hakları odaklı bakması, barış dili kullanması, hiç kimseyi öteki kılmamasıdır. Böylece yarınlarımıza daha güvenle bakar ve daha yaşanır kılarız ülkemizi.
Avrupa Parlamentosu (AP) Başkanı Martin Schulz, "Türkiye idam kararını yeniden uygulamaya koyarsa o zaman kırmızıçizgimizi aşmış olur ve Avrupa Birliği ile müzakere süreci bitmiş olur" demişti. (Hürriyet 13 Kasım 2016)
Cumhurbaşkanımız Erdoğan da bu konuşmaya cevaben, Kimsin sen ya, kimsin? Orada bir parlamentonun başkanı, nesin sen? Şu terbiyesize bak ya, ‘Yaptırım uygularız’ diyor. Ya senin her yerin yaptırım olsa ne yazar.” dedi. (Hürriyet 14 Kasım 2016)
Varsayalım ki, “AP” bir kulüp ve bu kulübün başkanı üye olma şartlarını sıralıyor. Şartlardan birisi de “idam karşıtı olmak”. Onu hatırlatıyor konuşmasında. Aslında o kulübün kapısında yıllardır bekletildiğimiz bir gerçek, fakat şimdi onu tartışmayalım. Peki sizce bu sözlere verilen cevapta bir gariplik veya bir yanlışlık yok mu?
Aslında şimdi artık bu açıklamaya verilen cevabın, doğru mu, yanlış mı, haklı mı, haksız mı olduğu tartışmasına da gerek kalmadı, çünkü o cevap verildi ve o söz söylendi oldubitti…
Ancak tartışılacak bu konu var, o da çoktandır ülkemizde gündem konusu olan “Megafon Diplomasisi”.
Megafon Diplomasisi; yukarıdaki alıntılardan da anlaşıldığı gibi, herkesin kendi mekânında, medyasında ve taraftarı karşısında, karşı tarafa göndermelerde bulunmasıdır.
Diplomasi ise; tarafların kapalı kapılar ardında, karşılıklı diyaloglarla sorunlarına çözüm araması sürecidir.
Megafon Diplomasisi; çoğunlukla günü kurtarmak için tribünlere verilen popülist mesajlardan oluşur. Sorunları çözmediği gibi daha da derinleştirip, çözümsüz kılar.
Diplomasi ise; tarafların uzun süreli çıkarlarını temel alır, mantık ve aklın denetimindedir. Dostlukları arttırır, sorunları çözer.
Barış için baldıran zehri içmek
26 Eylül 2016 günü Dünya çapında ses getiren bir olay olmuştu. Kolombiya Hükümeti ile Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri örgütü (FARC) arasında barış anlaşması imzalanmıştı. Ve bu imza töreni bayram havasında kutlanmıştı. Ancak, 3 Ekim’de yapılan referandumda Kolombiya halkı bu anlaşmaya yüzde 50,2 oranı ile “hayır” demişti.
Ama Kolombiya Devlet Başkanı Juan Manuel Santos ve Hükümeti bu referandum sonucuna uymayacaklarını ilan ettiler.
Bu kararlarını ne hiç kimse yadırgadı, ne de hiç kimse ayıpladı.
Çünkü onlar bu kararla, 52 yıldır süren ve 220 bin kişinin ölümüne sebep olan kanlı bir iç savaşa son verdiler.
Çünkü barış yaşatan, savaş ise yok edendir. Onlar bu karala var olmayı seçtiler.
Çünkü onlar, popülizm yapmadılar, hamaset nutukları çekmediler, barış istediler ve alkışlandılar.

İşte barış için baldıran zehri içmek dedikleri bu olsa gerek.


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

21 Ekim 2016 Cuma

Vay Be, Ne Çok Uyutulmuş, Ne Çok Aldatılmışız!..


En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnun,/ Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?
(En ummadığın senin içyüzünü keşfeder,/Sen herkesi kör, halkı sersem mi sanıyorsun?)
Ziya Paşa


Adeta bir ahtapot gibi her tarafa dal budak salan FETÖCÜ virüsün; girmediği in, bulunmadığı yer kalmamış. Ve girdikleri her yerlerde hiç de; sinik-sessiz-eylemsiz değillermiş. Her yerde kumandayı ele geçirmiş, hiçbir uygulama onların onayı olmadan yapılmaz olmuş(muş). Bunu gören biz sade vatandaşlar, gözlerimiz fal taşı gibi açılmış, mahcup bir durumda ve “Vay be, ne çok uyutulmuş, ne çok aldatılmışız! “ diye mırıldanıyoruz. Ve hemen yaşanmışlıklarımız olan; ölümleri, işkenceleri, acıları, haksız ve hukuksuzları anımsıyor ve de, bunlara neden olan failleri, onlara kol kanat gerenleri daha iyi tanıyoruz.
Peki, tüm bunlar olup biterken, aldıkları oy gücü ile ülkeyi yönettiğini her gün ve her fırsatta ilan edenler ne yapıyor, neler söylüyorlar acaba? Acaba onların da bizler gibi “Vay be, ne çok uyutulmuş, ne çok aldatılmışız!“ deme hakları var mı?
Devletin en yetkili kişileri; Askeriye, Emniyet, Yargı, Eğitim ve devleti oluşturan ana güçlerin, kuruluşların, nasıl paralel devlet yapılanması dedikleri FETÖ’cülerin denetimine geçtiğini sayılarla açıkladılar. Bu açıklamalar üzerine biraz durup düşünmek ve “Paris bir günde yapılmamıştır” sözünü hatırlamak gerekir. Tüm canlı organizmalar; doğum öncesi, bebeklik, çocukluk, ergenlik ve yetkinlik süreçleri ile yaşama katılırlar. Bu terör örgütünün gelişmeleri de devletin ve dünyanın belleğinde kayıtlı duruyor.
Bu görünümün oluşması, bunların inlere ve kılcal damarlara kadar girebilmeleri için önemli bir zamana ve iklime ihtiyaç vardı. Peki, bu zamanı ve iklimi, ahtapot gibi her tarafa dal budak salan bu virüse kim/kimler sağladı? Ona bakmak gerekir. Sadece bakmak da yetmez, onlara bu olanağın neye karşılık verildiğinin de Burhan Kuzu tanıklığında sorgulanıp ve yargılanması gerekmez mi?
İki gün önce eski Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök TBMM Darbe Komisyonuna; 2004 yılında dönemin genelkurmay başkanıyken MGK’da alınan kararla hükümeti FETÖ’ye karşı uyardıklarını bildirdi.  Demek ki istihbarat ve güvenlik örgütlerine sahip ve arşivlerindeki her türlü belge ve bilgiye her an ulaşma olanağı bulunan devlet yöneticilerinin 12 yıl sonra; “Vay be, ne çok uyutulmuş, ne çok aldatılmışız! “ deme hakları ve şansları yoktur, olmamalı. Nokta… 
Ayrıca;
Bu örgüt sadece devlet içindeki yetki ve makamlarla da yetinmemiş; anaokulundan üniversiteye her kademede okullar, şirketler, marketler, vakıflar, dernekler açmıştı. Bunların açılışları ve etkinlikleri devletin en üst makamlarınca desteklenmiş, arsalar, binalar, katkılar sağlanmış, gözlerde yaş, koro halinde yakarışlarıyla, methiyeler yapılmış, hamaset dolu söylevler eşliğinde, Necip Fazıl’dan şiirler okunmuş ve coşku ile alkışlanmıştı.
Haydi, diyelim ki tüm bunları sürekli algı yöneterek, yapay gündemler oluşturarak, sıranın kendisine gelmesini bekleyen sessiz çoğunluğa unutturdunuz. Peki, acaba, dünyanın gören gözleri, duyan kulakları ve de, ölümler, yıkımlar, büyük acılar yaşamışların beleklerinden silinip aklanacak mısınız?

Şimdi bu suç örgütü darbe girişiminde bulunurken suçüstü yakalandı ya, herkes bunların politik ayaklarının da ortaya çıkarılmasını, yargılanıp hak ettikleri cezayı almasını istiyor/bekliyor. Fakat fırsat bu bir fırsat deyip; OHAL torba KHK’leri ile Belediye Başkanlarını, gazetecileri, yazarları özetle “muhalif” bildikleri herkesi toplayıp, hapishanelere atmak…?
***
Dünya Kız Çocukları Günü
Türkiye, Kanada ve Peru tarafından yapılan girişimler sonucunda, kız çocuklarına karşı ayrımcılığın önlenmesi ve onların insan haklarından tam ve etkili bir şekilde yararlanmalarını sağlamak amacıyla 2012’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 11 Ekim’i “Dünya Kız Çocukları Günü ” olarak kabul etmiş ve her yıl etkinliklerle kutlanmaktadır.

Bu güzel girişimde bulunan girişimcileri kutlayıp alkışlamak gerek.
Girişimci Kanada ve Peru’da kız çocuklar ne durumda bilmiyorum, incelemek gerekir. Fakat bizim ülkemizde; eğitimsiz bırakılan çocuk gelinlerin, çocuk işçilerin, çocuk işkence ve cinayetlerinin yaşandığı, hem kız, hem de erkek çocukların “Çocuk Hakları” sıkça/çokça ihlal edildiği bir gerçek ve başlı başına uzunca incelenmesi gereken bir konu.
Annesinin ölümüyle büyük üzüntü yaşayan ve bizleri de üzüntüsüne ortak kılan Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu acıdan yıllar sonra Trabzon’da; “Bir adam gibi ölmek var, bir şey söyleyecektim ama onu söylemeyeceğim, bir de madam gibi ölmek var. Ölelim ama adam gibi ölelim.” dedi. (Ve ne yazık ki kendisi de bir kadın olan, Aile Bakanı Betül Sayan da bu sözleri; “bu ifade Anadolu'da kullanılan bir deyim" deyip savundu.)
Madam, Fransızca bir sözcük olup, Rum, Yahudi, Ermeni vatandaşlarımızca da kullanmaktadır. TDK sözlüğünde: “(Evlenmiş) Bayan” anlamına olup Müslüman olmayan için kullanılır. Denmektedir.  
Şimdi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın (hem de eşi yanında iken), korkaklığı aşağılamak için kullandığı (“Dünya Kız Çocukları Günü ”nünden 4 gün sonra) bu cümlenin uzanabildiği iki soruyu hatırlatarak sizin yorumlarınıza bırakmak istiyorum:
1.  Bu söylem, cinsiyetçi anlayıştan kaynaklı mıdır?
2.  Bu söylem, ırkları ve inançları hedef alan bir nefret söylemi midir?
Hatırlatma: Cumhurbaşkanının kurucusu olduğu partideki kadın taraftarların, erkek (onun söylemiyle adam) taraftarlardan oldukça fazla olduğunu ve ülkemizde Rum, Yahudi, Ermeni vatandaşların da olduğunu hatırlarsak… Bu sözün nerelere kadar gidebileceğini daha iyi anlamış oluruz.

 ***


Barışa, demokrasiye, farklı kimlik ve inançlara, demokratik muhalefete, kadına, yaşam tarzına kısaca; “kendi gibi” olmayan her şeyin karşısında/kavgalısı olan, hem vurup hem de bağıran bir iktidar... Yaşamı dar ediyor, dar!..

                                      Yazarın diğer yazıları için tıklayınız