Barış etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Barış etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Mart 2022 Cuma

28 Şubat


Bazı günlerin toplumsal bellekte olumlu veya olumsuz izleri olur ya, işte 28 Şubat da ülkemizin yakın tarihine üç önemli iz bırakmıştır. Bugünleri, iktidar- muhalefet birliktelik ve çelişkileriyle ele alırsak : 

28 Şubat 1997 günü; 'Çankaya Köşkü'nde toplanan Milli Güvenlik Kurulu, aldığı demokrasiye aykırı kararı ile ülkeyi yöneten politik güce askeri bir darbe yaptı. Bu militarist anlayışa karşı çıkması gereken bazı muhalefet  unsurları mitingler yapıp alkışlamış, büyük çoğunluk ise sessiz ve tepkisiz kalarak dolaylı bir olumlama desteği vermiştir. 

28 Şubat 2015 günü; 'Dolmabahçe Sarayı'nda bir masa kuruldu ve yıllardır süren barış çalışmalarının kazanımı olan 10 maddelik bir uzlaşı imzalandı.

Bu uzlaşı; yıllardır ülke kaynaklarını savaşa harcayan, nice acı ve ölümler nedeni olmuş Kürt sorununu, barış içinde çözmeyi amaçlamıştı. Böylece kısa bir süre önce yapılan ‘akil görüşmeler’ sonucu susturulan silahların, durdurulan ölümlerin sağladığı çatışmasız, güvenli, huzurlu günleri sürekli olabilirdi. Ama olmadı!

Halkımız daha bunun sevincini yaşamadan, süreci hazırlayan irade, tek adamın egosuna yenik düştü, imzalar yok sayıldı, barış masası devrildi! Yeniden başladı savaş çığlıkları, uçaklar bomba yağdırdı, tanklar çiğnedi, katliamlar başladı, bir daha demokrasi ve halkımız yenik düştü. 

O günün muhalefeti, zaten bu barışçı süreci hiç benimsememiş ve her adımına karşı çıkmıştı. Tek kişinin bu sorun çözücü toplumsal süreci bitirmesi onların çok hoşuna gitmişti. 'Biz zaten böyle olacağını biliyorduk!' dercesine 'bilmiş' olmanın sevincini yaşıyorlardı.  

28 Şubat 2022 günü; 'Bilkent Otel Konferans Salonu'nda; CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi, Demokrat Parti, Gelecek Partisi ve DEVA Partisi genel başkanları "Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Mutabakat Metni"ni imzaladı. 

Buluşma nedenlerini özetlersek:

  • 20 yıllık AKP iktidarında her şeyi tek kişinin belirlemesi,
  • Yolsuzlukla ekonominin çöküşü, yokluk ve iflasların artması, 
  • Demokrasi ve hukuk ilkelerinden uzaklaşılması, 
  • Yönetimdeki denge-denetim sisteminin çökmesi,
  • Parlamento ve diğer kurumların işlevlerini kaybetmesi,
  • Ülkede kindar bir kutuplaşma ve huzursuzluk olması, 
  • Dünya çapında yalnız kalınması... vb. gibi.

Bu yaralarla, halkı inim inim inleten iktidara karşı çıkan bir muhalefeti tabii ki saygın görür ve alkışlarım. (Fakat burada, bir parantez açıp azıcık eleştirmek isterim: Katılımcı 6 partinin eşitçe sunum yapması doğru, sadece 6 erkek sunucu olması ise çok yanlış! Birkaç gün sonra, '8 Mart Kadınlar Günü!' Peki, acaba o gün ne diyecekler! Keşke doğadaki sayısal cinsiyet eşitliğini de biraz düşünselerdi.).  

Evet, yukarıda bu birlikteliği saygın görüp alkışladım, fakat bu alkışlarım, sadece belirlenen amaç içindi. Oysa, onların bu amaca varmak için izledikleri yol, yöntem ve matematikte pek çok yanlış var.

Çünkü:

Masaya oturanları da bu iktidar gibi savaş yanlısı! Önce barış demedikleri için de Kürt sorununu, demokratik hakları vererek çözmek istemiyorlar. Bunun için ülkedeki canlı ve kaynakları yok eden savaşlara, uçak, füze, bomba, tank gibi ölüm silahlarına izin veren 'teskere'lere evet diyorlar. 

İktidar gibi bunları da Kürt karşıtlığı bir arada tutuyor. Bunlar da: 'Herkes Türk'tür! Herkes Türk olmalıdır' anlayışındadır. 

Masada olmayan HDP ise, hakları, inançları, emekleri, baskılanan kadın, çocuk, doğayı, Kürt'ü, Alevi'yi, çok renkliliği savunur. Savaş değil barış ve demokrasi istiyor. Bunun için de en dinamik en politik seçmeniyle üçüncü parti olmuştur.

Masadakiler, seçimde olası bir sayısal yetersizliklerini sinsi bir öngörüyle gidermek istiyorlar: 

"Kürtler mecburen bize oy verecek!" Öyleyse:

"Kürtler ve onların hakları öte gitsin, oyları beri gelsin!" 

Bu: “ben istemem, yan cebime koy” kurnazlığı yüzünden HDP masada yok! 

Peki, HDP neler istiyor ki birlikteliğe davet almıyor: 

Türk Dil Kurumu internet sitesi, 'Dilimiz Kimliğimizdir' cümlesi ile başlar. Bu söz, dili olmayanın kimliği olamaz demektir! Bu gerçekten hareketle onların ilk isteği 'kimlik' sorunudur; anadil, inanç, kültür, kişi adları, tarihten gelen coğrafya isimleri üstündeki kısıtlama ve yasakların kalkması... Seçimlerle belirledikleri vekilleri, belediye teşkilatlarına yani iradelerine dokunulmaması, coğrafyalarında işlenen suçlar için 'cezasızlık' uygulanmaması vb. benzeri eşit, özgür, yurttaş olma istekleri vardır. 

HDP, 27 Eylül 2021 günü bir deklarasyon yayınlamış ve çok beğeni almıştı. Bu bildirinin 11 ara başlığı şöyle sıralanıp detaylandırılır: 

Güçlü demokrasi / tarafsız ve bağımsız yargı / kayyım rejimi değil halk iradesi / Kürt sorununda demokratik çözüm / barışçı dış politika / kadına özgürlük ve eşitlik / ekonomide adalet / kamu yönetiminde liyakat /doğaya saygı / gençler için özgür yaşam / demokratik anayasa.

Bizim yörede bir iskambil oyunu olan 'Altı Kol' çok oynanır. Oyunda, gizli jest ve mimiklerle bilgi verilen iki liderin emir ve taktikleri geçerlidir.

Şimdi bizde de altı kol masası kurulmuş ve oyun başlamıştır artık. 

Haydi bakalım rastgele...

***

Yazımızı hem güldüren hemde düşündüren bir konu ile noktalayalım:  

İzlediğim bir dizide, boşanma davalarıyla ünlenmiş bir hukuk bürosuna 90 yaşını aşmış bir çift başvurur, başvuru konusu kısaca şöyle: 

Kadın, kocasının 40 yıl önce başka bir kadına yazdığı mektubu bulur ve bu kadının da 20 yıl önce öldüğünü öğrendikten hemen boşanma davası açar..."  

Bu kurguya benzer, fakat gerçek bir olay da birkaç gün önce TBMM'de yaşandı: 

HDP'li Milletvekili Semra Güzel'in yıllar öncesi sözlüsü ve daha sonra PKK militanı olan birisiyle: "Çözüm Süreci"nde çekilmiş fotoğrafları bulunmuş. Ve bu kişi 4-5 yıl önce bir çatışmada öldürülmüş...  

Yıllar geçmiş, Semra Güzel yasal yolları izleyip milletvekili seçilmiş... Şimdi konu suçun şahsiliği ilkesi unutularak meclise gelmiş ve HDP hariç tüm partilerin oylarıyla dokunulmazlığı kaldırılmış.  

İnsan sözlüsüyle el ele tutuşarak fotoğraf çektiremez mi? 

Ey ülkede yargı çökmüş diye her gün demeç veren muhalefet, Semra Güzel'i hangi yargıya teslim ettiniz?

Eğer, bu mantıkla arşivler azıcık taranırsa, kim bilir kimlerin, kimlerle sarmaş dolaş olduğu, el pençe durduğu, diz çöktüğü ne çok fotoğraf ve 'tapeleri' bulunur.  

Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

31 Aralık 2021 Cuma

Yeni Bir Yıla Girerken

Bizim kuşağın insanları, çokça darbe, çok uzun süreli sıkıyönetimler, çok zalim olağanüstü haller gördü. Bu yıllarda da şimdiki gibi küçük bir zümrenin çıkarları hep öncelikli, diğer insanlar ve onların insan hakları ise önemsenmezdi. Bunun için bizler; her zaman demokrasi- özgürlük istedik ve barışa hasret kaldık. 

2021 yılı da o yıllardan biri oldu... 

2021 yılı, ülkemiz için hep kötülükler üreten kötücül bir iklim oldu. 

İşte bugün 2021 yılının son günü. Her yılın bu gününde hemen herkes, sevdiklerine, dostlarına yaşanan üzüntü ve acıları son bulsun unutulsun diye mesajlar gönderir. Bu mesajlarda; sağlık, mutluluk, huzur, başarı dilekleri sıralanır ve ülkeye, dünyaya barış gelsin istenir. Bunlar, gelecek için iyilikler dileyen ve yaşamsal umutları dillendiren, yaşanan acıların tekrarını istemeyen mesajlar... 

Masanın başına oturduğumda amacım; acı ve üzüntülerden uzak, iyi dilek ve umutlarla süslenmiş bir yeni yıl yazısı yazmaktı.

Fakat bu isteğim gerçekleşmedi. Çok üzgünüm!  

Olmadı, olmadı çünkü:

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve onun iki bakanı buna izin vermedi. 

Ülkemizdeki çığlık ve acıları gidermek için sosyal ve ekonomik çözümler bulmakla görevlendirilmiş, bunun için yemin edip söz vermiş olan bu önemli kişiler, bakın-görün-dinleyin neler neler söylediler:

Cumhurbaşkanı Erdoğan, işsizler için dedi ki: “Ne diyor birileri 'iş yok'... Nankör, nankör bunlar. Yan gelip yatarak para kazanmak istiyorlar” 

Erdoğan:"Siz bu kardeşinize yetkiyi verin, ondan sonra bu faizle, şunla bunla nasıl uğraşılır göreceksiniz" deyip yetkiyi aldıktan sonra da "Dünya bizi kıskanıyor" "demişti.

İşte kıskanılacak ülkemizden birkaç manzara:

  • An itibariyle Dolar 13,28 Türk lirası ve ülkemiz ancak, dünyanın en pahalı faiz ile borç para bulabiliyor. 
  • Gerekli önlemler alınmadığı için yangın ve seller bire felakete dönüştü.
  • Hazinenin 128 milyar doları yok edildi.
  • 16 milyon insan 500 liralık sadakalarla oy deposu yapıldı.
  • Askıda Ekmek kampanyası başlatıldı.
  • Çöpten ekmek toplayanlar çoğaldı.
  • Halk ekmek kuyrukları uzayıp gitmekte. 
  • Dolar 8'den 18'e çıkarken susuldu, 18'den 13'e inince halay çekildi.
  • Yasama, Yargı ve Hukukun üstünlüğünü esas alan sistem çöktü.
  • Anayasa Mahkemesi ve İnsan Hakları Mahkemesi kararları yok sayıldı.
  • İktidarını desteklemeyen herkes hain, terörist ilan edildi.
*

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, ki, kendileri ülkemiz iç güvenliğinin baş sorumludur. Ve onun hakkında mafyatik örgütlerle ilişki kurduğu 'iddiaları' bulunmaktadır. Hakkındaki bu iddialar için yargıya başvurup orada aklanmak yerine, politik rakiplerine en çok sözlü sataşmada bulunup  yargı kararı olmadan insanları suçlu ilan ediyor. Ayrıca görevlendirilmiş bakanlar arsında en çok konuşan da kendisidir. 

İşte bu özellikleri olan Soylu, Bursa AKP İl Başkanlığı toplantısında: "Sadece bizim yaptıklarımıza bakmayın. Biz kendimiz yapmıyoruz. Biz inanıyoruz ki; bize yaptıran Allah'tır, bize yaptıran Allah'tır, bize yaptıran Allah'tır!” diye diye pekiştirmek için üç kez tekrarlıyor.  

Bu sözler, Soylu'nun, Türkçülükten dinciliğe doğru yol almakta olduğunun bir göstergesidir. Anlaşılan şimdi de daha din esaslarının yazılı olduğu kitabı okuyamayan, okusa bile anlamayan milyonların dini duygularını sömürmeye başlamış. Bunun için de kendisini kutsuyor, inançsal bir zırha bürünüyor. 

İşte, ülkedeki kötücül anlayış ve kötülüklerle savaşması gereken bu kişinin sorumluluk alanında olup bitenlerden kısa bir seçki:

  • Tacizci tecavüzcü güvenlikçilere(!) "cezasızlık" sağlanması.
  • Halkın iradesini kayyımlara teslim etmesi. 
  • Köy ve kentteki çocukların yolda veya evlerinin içinde iken zırhlı araçlarla ezilmesi.
  • Halkın iradesiyle seçilen belediye başkanlıklarına kayyımlar atanması.
  • Helikopterden insan atılması...
  • Mahkeme kararı olmadan insanların suçlu, terörist olarak ilan edilmesi.
  • Soma ve Ermenek işçilerinin hak arayışlarının jandarmaca önlenmesi.
  • Urfa Suruç Devlet Hastanesinde  Şenyaşar’ların infaz edilmesi.
  • Deniz Poyaraz ve nice kişinin katledilmesi.
  • Konya'da Dedeoğulları ailesinde 7 kişinin katledilmesi.
  • Limanlarımızın kokaincilerin uğrak yeri olması.
Ve daha onlarca sayfalık kötücül anlayış ile kötülük sayabiliriz.  

Soylu'nun sorumluluk alanında olup gerekli önlemler alınmadığı için olup-biten bu kanlı olaylar için:

"Ben yapmadım, Allah yaptırdı." -diyebiliyor!...   

*

Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun randevu isteğine: "Kamuoyunu yanlış yönlendirerek maksadını aşan, emrivaki şekilde yapılacak görüşme talebini karşılamamız beklenmesin" dedi ve bakanlığın kapısına asma kilit vurdurdu. 

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, bakana: "KPSS'de yüksek puan alan öğretmen adayları niçin sözlü 'mülakatta' elendi?" -diye soracak ve belki de haksızlık yapılmadığna, aldığı cevap ve belgelerle ikna olacaktı. 

Fakat Bakan Özer; bize dünyada eşi benzeri olmayan bir olay yaşattı.  Bir vekili olarak halkın hakkını aramakla görevli olan Kılıçdaroğlu'nu bakanlık kapısından içeri alınmamasını, hangi hukuk kuralı kabul eder, hangi töre, bu çiğ davranışı hoş görebilir ki?  

Böylesi ucuz davranış yerine Sayın Bakan Mahmut Özer'in öncelikleri şunlar olmalıydı:
  • MEB'i Devlet desteğiyle kurulan, mülakatlarla desteklenen vakıfların kuşatmasından kurtarması 
  • MEB'i imam hatipler diyanet, vakıf ve tarikatların kuşatmasından kurtarmak.
  • Ortaçağ okulculuğunu bırakıp çağdaş ve bilimsel eğitime geçmek.
  • Öğretmenlerin ekonomik ve sosyal haklarını iyileştirmek. 
  • Sıra bekleyen öğretmenleri, yandaş olup olmadıklarına bakmadan, 'mülakatsız' olarak mesleki donanımlarına göre işe almak.
  • Köle gibi çalıştırılan ders ücretli öğretmenler sorununu çözmek.
  • Bakanlıkta işlevsiz bırakılan iki başlı teftiş sisteminin Danıştay kararlarına uygun hale getirmek.
Eyyy Mahmut Özer, sizin yukarıda sıralananların benzeri daha nice işleriniz varken, onlara hiç dokunmuyorsunuz da sadece aldığınız bir emrin korkusuyla, nasıl olur da milyonları temsil eden ana muhalefet partisi genel başkanı Kılıçdaroğlu girmesin diye bakanlığın giriş kapısına asma kilit taktırırsınız? 

O kapı ne sizin ne de babanızın  değil ki!

Burası halkın yani herkesin kapısıdır ve herkese açık olmalı! 

Bu görülmedik, bilinmedik ayıplı iş, acep hangi yörede, hangi törede var?

40 yıl çalışmış bir eğitimci olarak bu ayıplı işten utanç duydum.

AYIP! 

AYIP! 

HEM DE ÇOK ÇOK AYIP!

***

Tanıdık olan, tanıdık olmayan sevgili okurlarım, dostlarım, 20 yıldır işte böylesi bir iklimde yaşıyoruz. 

Fakat demokrasi ve özgürlüğe susamış halkımız onları oyları ile davul zurna yerine tencere, tava sesleriyle gönderecek. 

Hem de anlayışlarıyla birlikte bir daha geri dönmemek üzere gidecekler!

İşte tüm bu dirençleri, egoları, öfkeleri, kinleri de bu yüzden. 

Belki arkalarında nice acılar ve soyulmuş bir enkaz bırakacaklar ama gidecekler!

Hem de çok yakında gidecekler! 

2022 yılı tüm insanlık için sağlık, mutluluk ve barış yaşatan bir yıl olsun.

Sevgi ve saygılarımla...

Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


24 Aralık 2021 Cuma

Demokrasi mi Teokrasi mi?


"
Dünyada bilinen 4300 din var." cümlesi notlarım arasındaydı. Cümle, okuduğum bir kitap ya da makaleden bir alıntıydı. Ben de bugün bu cümleye, 
bir duygu katmak, 'ne kadar da çokmuş!' diyebilmek için küçük bir ekleme yaptım: 

"Dünyada bilinen 4300 din varmış!" 

Ve ayrıca her din içinden de hiç benzeşmeyen, birbirine düşman olmuş onlarca mezhep, tarikat, cemaat türemiş! 


Demek ki, tarih boyunca bu 4300 dini anlayışlar kural ve öğretilerini insan topluluklarının beğenisine sunmuş. İnsanların ilk ataları da bu inançlardan birini seçmiş ve o inancı gelecek nesillerine miras olarak  bırakmıştır. Ret etmesi çok zor olan bu değişmez dogma, nas dolu bu inanç sistemleri, sonraları toplum içi ve toplumlar arası barışı yok eden savaşların en önemli aracı olmuştur.


Çünkü her kişi ve toplum seçtiği inanç ya da yolu; en doğru, en kutsal, en gerçek kabul etmiş. Kendi inancında olmayanları da en yalan, en yanlış, en sapık ve düşman saymıştır. 


Tarih boyunca dinlerin kutsal ve sorgulanmaz değerleri: "en doğru, en..." diye diye bir düşmanlık öfkesine ulaşır. Sıradan insanların bu öfke gücünü çok ustaca yöneterek kendilerine çıkar sağlayan krallar, tiranlar, derebeyleri, ağalar, beyler, ruhbanlar, şeyh, hoca ve onların koruyucusu devletler, bu sihirli gücü yoksul halka karşı bir zulüm ve sömürü aleti olarak kullanırlar. 


Bu çıkarcılar, sosyal psikolojinin yöntemleriyle algılar oluşturarak; içten duygularla dinini ve onun kutsallarını önemseyen, ibadet edip tapınan, çile çeken, adaklar adayan halkı: "vatan, millet, din, ümmet, inanç, ...!"  gibi ego azdırıcılarla cephelere sürüyordu.  


İşte bu uğurda; nice savaşlar çıkmış, nice kentler, kültürler yanmış, yıkılmış, yok olmuş, nice insanlar; ölmüş-öldürmüş... 


Ve tüm insanlık çok büyük acılar yaşamıştır.


***

Yukarıdaki tarihsel özeti, hepinizin duyduğu bir konuşmayla güncellemek istiyorum.  


Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 17 Aralık günü: 


Bir Müslüman olarak NASLAR neyi gerektiriyorsa onu yapmaya devam edeceğim. Hüküm bu." dedi.

 

Sanırım bu açıklamayı; Merkez Bankasının faiz oranını, yüzde 9,50'den yüzde 8,50'ye çekme kararına, bir inançsal gerekçe olsun diye ve hem de bu kararın baş sorumlusu olduğunu belirtmek için yaptı.  


Tabii ki, bu mesaj istenen dindar kitleye ulaştı ve onlar da 'Müslüman kararı ve nas sorgulanmaz' diyerek alkışladılar. O zaman biz de onlara ve herkese şu soruyu sormalıyız: 


"Peki, Müslüman NASLARA uygun faiz yüzde 8,5 mu?"  


Ki, bu sözleri söyleyen Sn. Erdoğan "Ben ekonomistim" demiş, ekonomi literatürüne de: 'Faiz sebep enflasyon sonuçtur' teorisiyle katkı vermiş birisidir! 


20 yıldan beridir de ülkenin: en yetkilisi, en etkilisi, en sorumlusudur. Ve ayrıca, her yıl ülkenin bütçesini olası faiz oranlarına göre hazırlayan ve hiç değiştirmeden meclise onaylatan da kendileri...


Nas, İslâm ansiklopedisinde: "Allah’ın ve Peygamber’in sözü" olarak tanımlanır. Eğer, ülke yönetimi inanç sitemine dayalıysa, orada naslara uyulması zorunludur. Bu, bir "Teokrasi" anlayışıdır. Teokratik ülkelerde devlet, din adamlarınca yönetilir. Dünyada 'naslarla' yönetilen çok az Teokratik ülke vardır. 


Sayın Erdoğan'ın sadık kalacağına dair yemin edip, söz verdiği şimdiki anayasada (eser miktarda da olsa, sözde bile kalsa); "demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti" olduğu açıkça yazılıdır. 


Anayasalarında: "demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti" olduğu yazılı olan ülkelerde, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü esas alan kuvvetler ayrılığı vardır. Demokrasilerde nas ve taassup buyrukları değil demokratik özü olan, bilimi esas alan yasalar geçerlidir


Erdoğan, ülkede baskılanan demokratik hakları geliştirmek, demokrasi ve hukukun olduğu barışçı bir iklimi geliştireceğine, Ortaçağ'ın korkulu karanlık iklimini geri getirmek, o iklimin nasları ve tek kişi buyruklarıyla ülkemizi yönetmek istiyor.  


Dünyada artık ‘yerli ve milli’ olmak diye bir olgu kalmadı. Çünkü doğa kendi doğal iç devinimiyle değişip dönüşürken, insanlar ve kültürler arasında da sosyal ve ekonomik ilişkiler çoğaldı. Böylece oluşan iletişim, etkileşim, kaynaşma iklimi, genetik yapıları bile etkilenmeye başladı. Bu nedenle artık dünyada ne arı bir ırk ne de arı bir kültür kalmıştır. 


İnsanlığın övüncü olan, çok seslilik, çok renklilik ve bağdaşan uyumluluk durumu aslında dünya barışının bir habercisidir.

 

***

Bir alıntı ve iki cümlelik sözden yola çıkarak yapılan değerlendirmenin sonuna geldik artık. İsterseniz aynı eleştirel bakışla birazcık da ülke insanımızın gerçeklerine bakalım: 

İktidar-muhalefet ayrımı olmaksızın, insanlarımızın büyük bölümü: kendi kimliği, kültürü, inancı, yaşam tarzı gibi değerlerini "en iyi" kabul ederken, diğer kimlik ve kültürleri yanlış-eksik-öteki-önemsiz görüp istemez olmuştur. 

Birçok kültürü içinde barındıran bir ülkemiz var. Bu zenginliklerin bir arada huzur ve barış içinde yaşama hakları var. Bunun için de öyle bir aşı olmalıyız ki, her zaman kimliğini önceleyen ve kendini hep üstün gören 'bencil' anlayışlarımız 'eşitlikçi' anlayışlara dönüşüp, değişsin. 

Dilerim ki bu çağda ülkemiz, "Demokrasi mi Teokrasi mi?" ikilemini hiç  yaşamadan demokrasi, özgürlük ve barıştan yana olur. 

Barış içinde sağlıklı kalınız... 


Emin Toprak - DOSTÇA  

Diğer yazılarım için tıklayınız

26 Kasım 2021 Cuma

Yurttaş ve Devlet


Henüz 12 yaşında idim parasız yatılı okumak için köyden ayrıldığımda. Beni ve arkadaşlarımı büyük şehirlere götüren bu uzun yolculuğu, birkaç yıl otobüs koltuğu yerine, branda beziyle sarılmış bir kamyon kasasındaki sedire ilişerek (
kış gelince, bu kasanın orta yerine konan bir odun sobası çıtır çıtır yanardı.) çokça toz, gürültü ve sarsıntı içinde yapmıştık. 

İki yıl önce ihtilal olmuş, Yassı Ada Duruşmaları başlamıştı. 

O yıllarda köyümüzde sadece birkaç radyo vardı, akşam olunca bu radyolu evlerde toplanan komşular, Vatan! Millet! Devlet sözcüklerinin sıkça geçtiği haberleri, Türkçe bilenlerin çevirisi ile Kürtçe dinlerdi. 

Köyden daha büyük bir yerleşim yeri görmeyen 6-7 yaşlarındaki kardeşim Leyla da bu haber saatlerini çok sever ve ilgiyle dinlermiş. Radyodan sıkça tekrarlanan Vatan ve Millet sözcüklerinin anlamlarını az çok bilebilse de Devlet nedir, kimdir bilmiyormuş. Bunu hiç kimseye sormamış, beni beklemiş! Tabii ki, abisi olan ben, ne de olsa büyük şehirler görmüş biriyim ya! 

İşte bu duygular içindeki kardeşim Leyla köye geldiğim ilk gün bana:

"Abi sen devleti hiç gördün mü?" -diye sormuştu. 

Hiç unutamadığım bu soruya ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum.

Fakat ömrüm boyunca bu soruya hep cevap aradım diyebilirim.   

***

Bilmek, bir şeyi içselleştirerek anlamak, uygulama yapacak beceriye sahip olacak kadar öğrenmiş olmaktır. Bilen kişi, yeterli donanıma sahip olmak için her zaman yeni bilgilere açlığı olan kişidir. 'Bilir-bilgiç' olmak ise cahilliğin yaşam kaynağıdır, onlar yenilenen öğrenmeyi ret eder, her şeyi bildiğini sanır ve bu bilgilerle yetinirler.

Günlük yaşamda herkes bir koşuşturma içinde, eğer bu kişilere; "Bu koşuşturma ve uğraşlarınızın amacı nedir?" diye soracak olursanız, hemen hepsinin: "Yaşamak için!" dediğini duyarsınız. Fakat, eğer daha farklı cevaplar duymak isterseniz o zaman da: "Nasıl bir yaşam?" -diye sormanız yeterlidir. Çünkü bu sorunuza, binbir farklı cevap alabilirsiniz. 

Buradan hareketle bir genelleme yaparsak; tüm canlılar gibi her insan için öncelikli amacın yaşamak olduğu kesinlik kazanır. Bu amacına ulaşmak isteyen insanoğlu, pek çok farklı yol, yöntem ve aracı kullanıp yaşamını sürdürürken, tek başına değil de birlikte yaşaması gerektiği gerçeğiyle karşılaşır. Ve bu farkındalık sonunda, tüm farklılıkları bir arada yaşatacak olan bir iklim arayışı başlar. İşte bu ortak iklimi oluşturacak olan lider, kurum ve nesnelerin tümüne DEVLET adı verilir. Demek ki devlet, insanlık tarihiyle yaşıttır ve bir canlı organizma gibi değişim, dönüşüm ve başkalaşıma açıktır.

Devlet, görevini iki şekilde yapar; ya kendisini toplumsal yaşamın öznesi sayarak toplumu buyruklarla, ya da halkı özne kendisini de nesne olarak görerek demokrasi ile yönetir. 

Şimdi bazı olasılıklardan yola çıkarak biraz konuşalım istiyorum:

Bir ülkenin vatandaşları hakları için sokaklarda yürürken ya da gösteri yaparken, onlar için güvenli bir ortam sağlamakla görevli resmi-sivil bazı devlet  görevlileri; acımasız şiddet kullanarak ve baskı yaparak engel oluyorlarsa... Ve bu engelci güçlere, Niçin? sorusu sorulunca da onlar:  

"Ben devletim! İstediğimi yaparım!" -diyebiliyorsa...

Sonra da bu hak hukuk bilmeyen güçler, istediklerini yapıp suç işleyince, bunlar hakkında usulen başlatılan işlemler de "cezasızlık" veya "zaman aşımı" olarak sonuçlanırsa... 

Ve eğer bu ülkenin yurttaşları da bu eylem ve söylemlere karşı: 

"Biz halkız, devlet bizden aldığı güçle var oldu, devletin asıl görevi, bizi  korumak, bize hizmet etmektir." demek yerine korkup, siner ve susarsa... 

Böyle devletler her zaman buyurgandır, her zaman: "Biz ne söylersek o doğrudur ne yaparsak o tamamdır." anlayışıyla yol alır ve güçlerini hep egemen bir azınlıktan yana kullanırlar. 

Böyle devletlerde çoğunluğu yoksul olan büyük halk kitlesi önemsenmez, onlar her ne yaparsa: yalan, yanlış, günah, yasak, suç sayılır. 

Bu nedenle böyle ülkelerin geçmişinden bugüne kadar olagelen tüm toplumsal derin yaralarında devletin izleri ile karşılaşırsınız. 

Bir parantez açacak olursak: (Ülkemizde bugüne kadar 17. 547 -On yedi bin beş yüz kırk yedi- kişi 'faili meçhul' şekilde yok edilmiş. Cumartesi Anneleri tam 870 haftadır bunların faillerini, mezar ve kemiklerini arıyor, soruyor, fakat devletten bir cevap alamıyor.)  

Bu derin yaralar incelendiğinde hemen hepsinde devletin, önleme ve koruma görevini gereğince yapmadığı görülür. 

Tabii ki dünyada sadece halk karşıtı devletler yoktur. 

Bazı devletler ise; sorgulayan, eleştiren, denetleyen, özgür yurttaşların oylarıyla, çoğulcu, demokratik, laik, sosyal hukuk ilkelerine uygun olarak oluşur.  

Bu devletlerde; ortak insani değerler ve eşit yurttaşlık esastır. İnanç, mezhep, tarikat, dil, ırk sınıflandırmalar yapılmaz. Diyanet ve zorunlu din dersleri de yoktur.   

Bu devletler; kutsal sayılmaz, sadece yaşanacak bir ortam oluşturmak için hizmet eder, korur ve güvenlik sağlarlar. Devletin tüm çalışmaları şeffaftır, sorgulanıp, denetlenir.

Bu devletlerde hukuk işler, tüm suç kaynakları araştırılır ve kurutulur, kimseye cezasızlık uygulanmaz, tüm suçlular cezasını çeker. 

Böyle devletlerde, doğa ve ülke kaynakları halkın yararına kullanılır ve korunur, çetelere teslim edilmez. 

Kısacası, özgür mutlu yaşamak için çıkar savaşlarının son bulması, barışın dal budak vermesi gerekir.


Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

29 Ekim 2021 Cuma

Cumhuriyet ve Demokrasi


İ
ktidarın; bir aileye, bir sınıfa, bir zümreye veya bir şahsa ait olmadığı yönetim anlayışına Cumhuriyet denir. 

Cumhuriyet yönetiminde iktidarlar, belirli aralıklarla yapılan seçimlerin sonunda, ülke halkının çoğunluk oylarına göre belirlenir. 

Demokrasi ise her bireyin değerli olduğu gerçeğinden hareketle toplumsal ve ekonomik durumu ne olursa olsun herkesin eşit sayıldığı yönetim anlayışıdır.

Cumhuriyet çoğunluğu, Demokrasi ise her bireyi, grubu, çok sesliliği, çeşitliliği, çoğulculuğu önemser, her farklılığı saygın görür, farklılıkların özgür olarak hak ve değerleriyle yaşamasını sağlar. 

Bu nedenle Cumhuriyet sistemi, ancak Demokrasi ile birlikte olduğunda insanileşir ve bir anlam kazanır. Cumhuriyet olan bir sistemde, eğer demokrasi eksikliği varsa; farklılıklar insan haklarından mahrum kalarak, sayısal çoğunluğu temsil eden güçlerin hegemonyası altında ezilirler. Günümüz dünyasında bile halen demokrasi tam işlemeyen, fakat ismi Cumhuriyet olan pek çok ülke vardır. 
 
Kurtuluş Savaşı yıllarında, ülke halkları bir taraftan, çoğulculuğu ve yerinden yönetimi esas alan demokratik bir Anayasa için aralarında uzlaşıp, anlaşıyor, bir taraftan da emperyalistler ve onların işbirlikçileriyle savaşıyordu. 

Ülke böylesi zor günler yaşarken, tüm farklıkları kucaklayan bir Anayasa hazırlanır Mecliste 20 Ocak 1921 günü görüşülerek kabul edilir. İşte bu Anayasa'nın ilk dört ve 11. maddeleri (özgün olarak): 

  • "Madde 1. Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.  
  • Madde 2. İcra kudreti ve teşri salâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder.  
  • Madde 3.- Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti “Büyük Millet Meclisi Hükümeti “ unvanını taşır. 
  • Madde 4. Büyük Millet Meclisi vilâyetler halkınca müntahap azâdan mürekkeptir. 
  • Madde 11.Vilâyet, mahallî umurda mânevi ve muhtariyeti haizdir..."

Görüldüğü gibi bu kurucu Anayasa; "tek kişi" buyruklarıyla oluşan Padişahlık yönetimi yerine, hakimiyeti kayıtsız şartsız olarak millete veren, çoğulculuğu kabul edip, Vilayetlere muhtariyet ve yerinden yönetim yetkileri veren oldukça demokratik bir öze sahiptir.

Fakat sonraki yıllarda ne yazıktır ki, ülkedeki farklı kimlikler: "tek millet" kabul edilip Türkleştirme başlamış, Vilayetlerin muhtariyet ve yerinden yönetim yetkileri de merkezde toplanmıştır. Böylece bu demokratik Anayasa için varılan uzlaşma ve verilen sözler unutulmuş; çoğulculuk, muhtariyet ve yerinden yönetim gibi demokratik haklar yok sayılmıştır. 

Kurtuluş Savaşı bitip geçiş ortamı sağlandıktan hemen sonra, Mustafa Kemal Atatürk'ün Başkanlığında toplanan Mecliste alınan kararlarla: 1 Kasım 1922 günü Saltanat (Padişahlık) kaldırılır ve bir yıl sonra da 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyet idaresine geçildiği resmen ilan edilir. 

***

Ben, 98 yaşındaki Cumhuriyetin 71 yılını gördümse de 60 yılını, dolu dolu yaşadım. 

Bu yıllarda; ülkedeki farklı kimlik ve kültürler yok sayılıyor, emekçilerin hak istekleri önemsenmiyordu. Bu uygulamalar, Cumhuriyetin demokrasi ve demokratik eksiklikleri olduğu içindi. Bu yüzden de tüm hak isteyişleri uzlaşma yerine, baskıyla sindirilmeye çalışılıyordu.  

Bu nedenle de ülkemiz; çokça darbe, sıkıyönetim, olağanüstü hâl yaşadı ve nice canını kaybetti, kaynaklarımız da top, tüfek, bomba gibi savaşlar için harcandı. 

Sonuç olarak: demokrasi ve barış düşmanları yüzünden çok büyük acılar yaşandı. 

*

Bugüne gelecek olursak: 

Bugün "tek kişi" buyruklarıyla yol alan bir iktidarımız var. 

Bu tek kişi; insan hakları, demokrasi ve tüm demokratik haklara karşı. 

Bu kişi sadece, kendisini ‘şimdilik’ cansiperane korumaya söz vermiş olan bir kişiyi dinliyor. 

Bu kişi, şimdilerde çok yorgun düştüğünden, yönetme güçlüğü de çekiyor. Ülkemiz çok zor günlerden geçiyor. 

19 yıllık iktidarın tek lideri: Sayın Erdoğan. 

Erdoğan anlayışı; Anayasada eser miktarda bulunan demokratik kazanım ve laikliği kaldırmış, Osmanlı saltanat anlayışı ve uygulamalarına ha döndü, ha dönecek.  

Tek kişi iktidarına geçildiği 19 yıldan beri, hiçbir ağır sanayi yatırımı yapmadığı halde, eko sistemi bozacak şekilde, ülkemizin yeraltı ve yerüstü kaynakları, suları, madenleri ve halkın ekmek teknesi olan fabrikaları yok pahasına yandaşlara satılmış durumda.

Bu yüzden ülkemizde hem ucuz emek gücü hem yoksulluk artmış, işçiler işsiz kalmış, sendikalar da güçsüz ve işlevsiz durumda.  

Tek karar verici Sayın Erdoğan, yola çıktığında:

"Önce inşaat!" dedi. Deli Dumrul'u bile kıskandıracak projelere; 25-30 yıl süreyle, Dolar endeksli ve müşteri garantileri verilerek, 2-3 kuşak borçlandırıldı. Böylece (hakkını yemeyelim); pek çok yol, tünel, köprü, havaalanı, şehir hastanesi yaptırdı. Hem de adrese teslim ihaleler yapıp,  yandaş müttehitte yaptıracak şekilde!

Ayrıca, ülke kaynaklarının büyük bir kısmını da güvenlikçi anlayışla savaş araç-gereçleri için harcadılar ve harcamaya devam ediyorlar. 

Sayın Erdoğan'ın birçok kimliği var. Bir kişinin birçok kimliğe sahip olması aslında bir zenginliktir. Fakat Erdoğan'ın etik olarak uyuşmayan, çok önemli iki kimliği var: 

Bunlardan biri olan AKP Genel Başkanlığı kimliğidir ki, bununla; çok ayrımcı, ötekileştiren, saldırgan bir siyaset diliyle rakiplerine saldırıyor.

İkinci kimliği ise tarafsız olacağına dair söz verip yemin ettiği, böylece dokunulmazlık kazandığı, devletin en üst makamı olan Cumhurbaşkanlığı kimliğidir. 

Sayın Erdoğan, etik olarak uyumlu olmadığını düşündüğüm bu iki kimliği her gün birlikte kullanıyor. Genel başkanı olduğu AKP'nin tüm görüş, söz ve davranışlarını, yeni makamında da sürdürüyor. Devlet imkanıyla gezilere, ekranlara ve meydanlara çıkıp, slogana dönüştürdüğü partisel görüşleriyle muhalefetteki rakiplerini terörist, hain ilan edip, sayıp döküyor.

Her sıkıştığında milliyetçi bir coşku yaratmak için meclise yurt dışına asker gönderme teskeresi gönderen Sayın Erdoğan'ın yeni teskeresi neyse ki üç gün önce ana muhalefet partisi CHP'ce de kabul görmedi. 

CHP'nin Barış ve demokrasiye katkı veren bu karşı çıkışını saygıyla alkışlıyorum. 

Cumhuriyet bugün 98 yaşında!

Cumhuriyet Bayramı Kutlu Olsun!

Günümüz, Demokratik Laik Cumhuriyet için mücadele günü olsun!

Yaşasın Demokratik Laik Cumhuriyet! 

Yaşasın Barış!

Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız