AKP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AKP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Mart 2018 Cuma

“Yerli - Milli” ve Satıyorum!... Sattım!


Yerel ve milli olmak, her insanın yaşamında yer alan önemli bir psiko-sosyal süreçtir. Bu süreç; insanın atmosfer basıncı, ses, ışık vb. şoklar yaşadığı doğum anıyla başlar. Çevresel etkileşim ve iletişimle sürüp gider.

Çocuk; yakınları ile birlikte bulunduğu yuvada kendisini güvende hisseder. Ailesi ve yakın çevresinin ortak değerleriyle tanışır, onları gözlemler, taklit eder, öğrenir ve yavaş yavaş kullanmaya başlar.  

Üç yaş ve sonrasında ise o çocuk; artık çevrenin ilgi odağında ve hızlıca iletişim kurabilen bir “Ben” olmuştur.  Çevresi ona hiç seçme fırsatı vermeden, “bunlar da bizden” dercesine, gelenek, görenekleri ile birlikte; bir coğrafya, bir soy, bir dil, bir din gibi "zorunlu kimlikler" verir. Artık o, bu coğrafyanın, bu soyun, bu dilin, bu dinin, bu kültürün bir taraflısı ve savunucusudur. İşte yerel ve milli olmak böyle başlar.

Demek ki; aynı coğrafyada bulunmak, benzer sosyal, psikolojik, kültürel değerlerden etkilenmek, insanların dil, inanç ve yaşam tarzını belirliyor. Bu dünyanın her yerinde olagelen insani bir durumdur. İnsani olmayan ise, bu kimliklerin ırkçı ve ayrıştırıcı bir araç haline getirilmesidir.

Ülkemiz bunu 16 Nisan referandumunda yaşadı. AKP iktidarı ile küçük ortağı MHP, devletin tüm güç, araç ve olanaklarını kullanarak, kendileri gibi olmayan, kendi gibi düşünmeyenleri; “terörist/iç düşman/vatan haini” ilan ettiler. Ana sloganları da “yerli ve milli” olmaktı.

Nefrete dayalı slogan ve algılarla bir korku iklimi oluşturulmuş ve toplum sindirilmişti (bu iklim halen devam ediyor). Böyle bir ortamda yapılan şaibeli seçim ile (atı alıp Üsküdar'ı geçerek)  amaçlarına ulaştılar.

Şimdi de 2019 da yapılacak seçimleri kazanmak için benzer ve daha yoğun çabalar içindeler. Sloganları da aynı: “yerli ve milli” olmak… Hedeflerinde de yine; “iç düşman" ve "vatan haini” ilan ettikleri “ötekiler” var. 

***
Dağlar ormanlar, denizler, göller, ovalar, tarlalar, bahçeler, madenler, köyler, şehirler, okullar, atölyeler, fabrikalar, yollar… Bunlar, coğrafyamızdaki insan ve diğer canlılara yaşam kaynağı olan yerli ve milli değerlerimizdir.
  
Sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürdürmek için hepimiz el ele tutuşup bu değerlerimizi korumalı ve geliştirmeliyiz. İktidarların da birinci görevi budur.

Şimdi bakalım 17 yıllık AKP iktidarı, ne kadar yerli ve milli:

Yurdun her bölgesinde bulunan Sümerbank, Etibank, Te­le­ko­m, Tüpraş, Petkim, Tekel, Elektrik vb. gibi ekmek teknesi ve gözbebeği olan 135 kurum "kelepir arsa" fiyatlarıyla yandaşlara satıldı. Madenler güvenliksiz olarak  taşeron çalıştırıcılara peşkeş çekildi. HES ve maden arama projeleri daha fazla kazanç için, ekolojik dengeleri bozdu. Buralarda doğa tahrip edildi, çalışan insanlar ve yakınları da; ölerek, aç-işsiz kalarak büyük sıkıntılar, büyük acılar yaşadılar. 

Bizler, tarım ve hayvancılık ülkesi olmakla övünürken, dışarılardan; canlı hayvan, buğday, et, ot, saman alır olduk. Asırlık zeytinlikler yok edildi. Köyler boşaldı, şehirler yeşil kartlı gecekondularla dolup taştı, fakirler, Ramazan ayının "bedava" sofralarını bekler oldular.

Kentlerde; deprem toplanma alanlarını, dere yataklarını, koru ve çayırları parsel parsel dağıttılar, zaten yetersiz olan yol, su, kanallara  çare bulacaklarına, dikey yapılaşma ile sorunları 3-4 kat daha da büyütüp kaos yaşattılar.   

Emekçi çalıştırarak, üretim sağlayan; tarlaları, bahçeleri, hayvancılığı, atölyeleri, madenleri, fabrikaları daha verimli kılmak yerine... Oraların kapatılıp, terkedilmesine seyirci kalıp, sadece şehirlere; yol, köprü, tünel ve inşaat yapmaya odaklandılar. Sonra da halkla dalga geçercesine; “üç-dört yetmez, daha çok çocuk yapın” demeye başladılar.

Çocuk ve torunları bile "dolar" ile borçlandırarak, yol, köprü, tünel, alan ve inşaat yaptılar. Ama borçlandırdıkları bu çocukların ihtiyacı olan; su, süt, ekmek, okul, iş ve güvenli bir geleceği hiç düşünmediler..

Çünkü onlar için sadece ihaleler ve müteahhitler önemli idi.

Bugünlerde de 14 şeker fabrikasını pazarlamakla meşguller.

Şimdi, satıldığında  yaşanacak olan ticari ve yaşamsal hikayelere hiç girmeden sadece "kuşbakışı" bakalım, bu fabrikalara (Sayısal veriler; Özlem Yüzak-Cumhuriyet 2 Mart 2018): 
  •  1575 köyün 47 bin 758 çiftçisinden pancar alınıyor.
  •  Pancar için 1.25 milyon dekar alan işleniyor. 
  •  Bu fabrikalarda 4 bini aşkın emekçi çalışıyor.
  •  Yılda  7 milyon ton şeker pancarı işleniyor.
  •  947 bin ton şeker,  2 milyon 74 bin ton yaş küspe üretiliyor.
  • ...
Şeker fabrikalarının eğer sorunları varsa (ki vardır), bunlar çözmek iktidarın görevidir. Üreticiler kooperatifleşmek istiyor (ki Avrupa ülkeleri böyle yapmış). Böylesi çözümler destek olacaklarına emperyalist kartellerin ekmeğine yağ sürmek değil mi:

 “Satıyorum!... Sattım!...” demek?!…

Sizce yerli ve milli anlayış sahipleri, böylesi ekmek teknelerini hiç satar mı?



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

26 Ocak 2018 Cuma

Barış yaşatır, yaşama yön verir

Afrika coğrafyasına ait olduğu söylenen “Filler tepişir, çimenler ezilir.” sözünü duymuşsunuzdur. 

Bu sözü doğrulayan on binlerce savaşı bir yana bırakıp, sadece Birinci Dünya, İkinci Dünya, Vietnam, Irak ve Suriye savaşlarını anımsayalım: Bu özlü söz, çıkarları için çarpışan egemen güçlerin, mazlum halklara verdiği zararı ve yaşattığı büyük acıları ne de güzel anlatmış, değil mi?

Haklı ve Haksız savaşlar:
Dünya var oldu olalı, her yerde sömürü, yoksulluk, yolsuzluk, haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlikler olmuştur. Tarih bize bu haksızlıklara karşı duranların; derileri yüzülüp, linç edildiğini, yakıldıklarını, giyotin, darağacı ve elektrikli sandalyede can verdiklerini ve halkların barış içinde yaşamak için çok ağır bedeller ödediğini anlatır.

Ayrıca tarih bize, hak, hukuk adalet için karşı duruşlara önderlik edenlerin; filozoflar, bilgeler, bilginler, yazarlar, sosyalistler, sosyal demokratlar ve özetle erdemliler olduğunu da söyler. Çünkü bu insanlar, tüm insanların, insan haklarına sahip ve eşdeğerli olduklarını savunan bir felsefi görüşe sahiptirler. 

Bunun için de, soru sorar,  yorum yapar, hak arar, karşı çıkar, hesap sorar ve halkın da bu şekilde olmasını isterler. Bu önderler, "Yurtta barış, dünyada barış"  diyerek barış içinde insanca yaşamak için, "Kurtuluş ve Özgürlük Savaşları’nı başlatmışlardır. Sömürü ve zulüm bitmedikçe de bu “haklı savaşlar” olacaktır.

Sömürü düzeninin egemen ve işbirlikçileri, haksız ve hukuksuz düzenlerini kalıcı kılmak için sürekli arayış içindedir. Arayış sonunda buldukları en önemli araç ise toplumda; ırk, din, dil, inanç-yaşam tarzına dayalı “ötekiler”  yaratıp, onları vuruşturan “haksız savaşlar” çıkarmak olmuştur.

Bunun için; “Haksız savaşa hayır!”, “Barışa evet!” Diyen, “Erdemli olandır. Çünkü haksız savaş, yaşama son verir. Barış ise yaşatır, yaşama yön verir.

***
Coğrafyamızda yalnız kalmış ve barışık olduğumuz hiçbir komşumuz olmadığı zamanlarda (2003) ABD, Irak’ı işgal ederken bizi de davet etti. Neyse ki azıcık oy farkıyla ülkemiz o işgalci gücün suç ortağı olmadı. Ama…

Henüz o savaşın bıraktığı insani, coğrafi, sosyal, kültürel tahribat, yaralar, acılar bitmemişti ki... Bu kez Suriye’de başladı insanlık trajedisi (2011)…

Ülkemiz bu kez savaşın tam merkezinde yer aldı.  Sanki bir futbol maçına girmiş gibiydik, ortaklarımız (ABD, AB, Suudi...), rakiplerimiz (Rusya, Suriye, İran). Dünyanın jandarmaları ABD ve Rusya karşı karşıya.. Ortak düşman: DEAŞ. Devlet büyüklerimiz savaş bitince,  namaz kılacakları camii bile belirlemişti...

Fakat maçın biteceği yoktu, beklenen, istenenler olmadı... Bizimkiler; daha sahada maç devam ederken, takım değiştir gibi geçiverdi karşı tarafa…

Bu arada hem yakma, yıkma, ölüm ve yaşanan acılarda suç ortağı, hem de mazlum göçmenlere yurt, koruyucu olmuştuk. 

***

Kabilelerden başlayıp, din savaşları ile hız kazanarak günümüze ulaşan sömürgeci-faşist-emperyalist çıkar savaşları; yaşanan ve yaşanacak tüm acıların nedenidir. Tüm haksız savaşlar; “yerli ve milli” söylemler ile başlamış ve halkı sürekli baskı altında tutmak için de korku iklimi yaratmıştır.

Bunun için de:
Artık, diyanet, vakıflar ve imam hatip anlayışına terk edilen okullar, çocuklar, eğitim, OHAL, KHK, işsizlik, dolup taşan hapishaneler, dünyadaki yalnızlığımız, hileyle çalınan oylar, para kutuları, MAN paraları, tapeler, Reza Zarrab ve ortakları, Anayasa Mahkemesi kararına “uymuyorum!” diyen mahkemeleri... 

Artık, tüm haklarına el konmuş ve sanki ölüme mahkûm kılınmış akademisyenleri, açlık grevleri, mülâkat (!?) sınavına alınan taşeron emekçileri…

Artık, Ahmet Hakan’ın “Tarafsız Bölge(?)”de; sıralanmış 6 kişiyi, saz/söz yarışçısı âşıklar gibi yarıştırıp, 6 milyon oy almış HDP hakkında en etkili sözleri söyletme çabaları (tabii ki, birinciliği açık ara “aslan sosyal demokrat” Öztürk Yılmaz aldığını), “Acaba HDP ne diyor” deme ihtiyacı duymama pişkinliği...

Artık, MHP Lideri Bahçeli: “Ya Afrin yıkılsın ya da teröristler yakılsın!...”  dediği… Karamürsel AK Parti başkanı Recep Demirel’in uzun namlulu silahlarla poz verip medyada paylaştığı… “Kimse sokağa çıkmasın tutuklarız ha!” dendiği… Ve Savaşa hayır, barış istiyoruz diyenlerin de sorgulanıp tutuklandığı… 
 Konularını ne düşür ne de konuşur olduk. Neden acaba?

-Suriye'de 7 yıllık kirli savaşın, henüz yıkıp, yakmadığı tek yer olan Afrin'e Zeytin Dalı Harekâtı” başladı diye...

Tam da “Hayır” diyecek olanların, seçimleri kazanmak için bir demokratik cephe kurmayı düşünmeye başladıkları günlerde…

Her sıkışmada “kandırıldık” diyen AKP iktidarı, defalardır kandırdığı CHP'yi yine  kandırdı.  Bu kez de “Her şey, herkes  ‘yerli ve milli’ olacak” dediler ve HAYIR diyenlerin paydaşı ancak; ürkek, korkak, sorgulamayan, neler oluyor demeyen CHP’yi (hem ağlarım hem giderim...)  takımlarına transfer ettiler aniden… 

Anlaşılan yeniden başlayacak, 7 Haziran sonrası iklim ve “istikşafı” görüşmeler…  

Yazık oldu 16 Nisan’da “tek adama” hayır diyenlerin çabalarına…

Bu zeytin dalı, Sn. Erdoğan ve ("Esed" değil) Esad’a yarayacak. Hem ailece yarım kalan o “mavi yolculuk” tatillerine devam edecek, hem de tek adamlıklarını ve muhalefeti yok etme başarılarını kutlayacaklar.


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

12 Mayıs 2017 Cuma

Şimdi ne yapmalı, nasıl yapmalı?

(Yaşamın ve çözümlerin kaynağı olan tüm annelere saygı ile…)

AKP + MHP + OHAL + KHK + Devlet olanakları ve YSK’nın kendi yasasını yok sayan kararına rağmen, hayır diyen heterojen grubun oy yüzdesi 48,59’un altına düşürülemedi. 

Aslında ucun ucun alınan hileli ve şaibeli evet sonucu; onların içlerine korku saldı, uykularını kaçırdı. Ama “yağmasan da gürle” misali, Atı alan Üsküdar’ı geçti” diyen fırsatçılar yetiniverdiler bu şaibeli sonuçla...

Peki, biz bu hileli ve şaibeli sonuçla yetinmeli miydik?  Bugünlerde tartışma konusu olan da bu…

Önümüzde iki yol vardı: ya her demokratik ortamda, hakkı gasp edilen halkımızla bir olup hakkımızı arayacak, ya da susacaktık.

Asıl beklenen ve istenen, bu grubun en büyük paydaşı olan CHP’nin diğer bileşenlerle uzlaşıp hak arama sürecini yönetmesiydi. 

Ama olmadı… 
CHP halkın gasp edilen haklarını aramak yerine, ürkek ve korku içinde yakınıp, bakındı... Birileri gasp edilen halkın oylarına sahip çıkalım deyince de, hemen başladı ego savaşları... Bu iç çekişmeleri demokrasi ile çözümek yerine, baskı ve "kapının dışına atmak"ta bulacaklar çareyi. Dileyelim ki düzelsin bu durum.

 ***


Dik duruş ve direnişle kazalınan %48,59’lik hayır oyları” çok değerlidir. 2015 seçimi de, bu seçim gibi bir korku ikliminde yapılmıştı. Bunun için de çokça benzerlikleri olan bu iki seçim sonucunu birlikte ele almak gerekir. Şöyle ki:

2015 seçiminde AKP karşıtı CHP yüzde 25,31 ve HDP yüzde 10,76 oy almıştı.  Eğer bu oranın yüzde 48,59 olan Hayır oyları”na da yansıdığını varsayarsak:
  • CHP’nin (%48,59’lik hayır oy oranı içinde), yüzde 52,08,
  •  HDP’nin (%48,59’lik hayır oy oranı içinde)  yüzde 22,14,
  •  MHP muhalifleri + Saadet Partisi + diğer parti/görüşlerin ise  (%48,59’lik hayır oy oranı içinde) yüzde 25,78,
Pay sahibi olduklarını söyleyebiliriz.

%48,59’lik hayır" oylarına sahibi olanların ortak noktası: parlamenter demokrasi istemek yani tek adamcılığa karşı olmaktır. Fakat farklı demokrasi anlayışları ve bazı önemli uzlaşmazlıkları var bu grubun: Kimi dinini, kimi dilini, kimi ırkını, kimi dünya görüşünü, kimi kültürünü öne çıkarmak istiyor. Özetle her grup önce ben diyor...

Peki, bu haliyle sağlıksız bir grup mu?

Hayır hayır, zaten sosyoloji bilimi toplumları; farklılıkların bütünü olarak tanımlamıyor mu?  Önemli olan tüm farklılıkların karşılıklı olarak saygı ile kabul görmesi ve barış içinde bir arada yaşaması... O halde toplumda bir farkındalık eğitimine ihtiyaç var.

Farkındalık yaratmak
Duygudaşlık kurarak ulaşılacak çokça insan, ders alınacak  pek çok yaşanmışlık, belge ve bilgi var elimizde. Eğer bunların yardımıyla farkındalık sağlanırsa; ortak noktalar çoğalır, kutuplaşan toplum uzlaşıya varır. İşte vicdanları yoran birkaç ortak noktamız:

6,5 Milyon İşsiz, KHK Mağdurları, Cumartesi Anneleri, Maden ocağı kazaları(!), Roboski katliamı, Kadına/çocuğa şiddet/taciz, Doğayı tahrip eden HES’ler, Gizlenen 17/25 Aralık,  Cezaya dönüşmüş tutuklamalar, Ülkenin yok edilen itibarı, Barış yerine savaş çığlıkları, Sürekli kılınan OHAL, İdam isteme tutkusu, YSK hukuksuzluğuna seyirci kalan yargı... Evinde uyurken panzerin ezdiği iki çocuk, KHK ile işine son verilen iki eğitimcinin ölüme yaklaşan direnişleri (64. gününde).

Bu listeye daha yüzlerce ek yapılabiliriz, ama sadece son ikisini...:



 
Görüp düşündükçe, duyduğunuz burukluk, üzüntü ve utancı; eğer toplumun büyük çoğunluğu duymuyor veya duyunca sessiz/tepkisiz kalıyorsa, burada çok büyük bir "insanlık sorunu" var demektir. Aynı toplum içinde yaşayıp birbirinin sevinç ve acılarına duyarsız kalmak gibi.... 

Bu insanlık sorununu da, ancak (örgün ve yaygın) eğitim ile çözebiliriz. Örgün eğitim kurumları, düşünemeyen, sorgulamayan İmam-Hatip anlayışına teslim edildiği için, bizler de okullu çocuklarımızla birlikte STK'lardan yaygın eğitim almalıyız..

Her grup öncelikle: demokratik yollarla, YSK tarafından gasp edilen hakkın geri alınması için, her alanda protestoda bulunulmalı ve hem içeride, hem de dışarıda hukuki yollardan bu şaibeli sonucun iptali sağlanmalıdır. 

Uzlaşı için birinci adım: Her grubun; insan hakları ve demokrasiyi içselleştirmesi, uzlaşıya engel kırmızıçizgilerine bakması, hep kendini önceleyen, başkasının haklarını tanımayan, egoist tekçi anlayış ve önyargıları ile yüzleşmesi, dünyanın sadece kendileri için olmadığı, başka değerler, başka değerliler ve başka saygınların da olduğu farkındalığını sağlaması, kısaca demokrasi eğitimi alması gereklidir.

Uzlaşı için ikinci adım: Eğer birinci adım tüm gruplarda başarıyla uygulanmışsa, yani her birey iyi bir demokrasi eğitimi almış, duygudaş olabilmişse, artık işler oldukça kolay demektir. Çünkü artık; egolar törpülenmiş, "insan haklarına sahip insanlar" ortak paydasında buluşulmuş ve uzlaşmanın önündeki kırmızıçizgiler yok olmuş demektir. Artık sadece süreci yönetecek ekibin oluşmasına sıra gelmiş olur ki, bu da  çok zor olmayacaktır.

Üçüncü adım ÇOĞALMAK: 2019 veya daha erken bir zamanda yapılacak seçimler için şimdiden hazırlık… Bu hazırlık çalışmasının hedefinde ise; AKP’ye sorgusuz sualsiz biat eden yoksul çoğunluk olmalıdır.

Onlara; yaşanan acılar, katliamlar, yolsuzluklar,  kutularla paralar, tapeler, havuzlar… Hatırlatılmasa bile, yargıçlar(!) yönetimindeki YSK’nın: “mühürsüz oy pusulaları geçerlidir” şaibeli kararı ve bu karara sessiz kalan, hatta “Atı alan Üsküdar’ı geçti” diyen fırsatçıları (bıkıp usanmadan) anlatmalı…
  
Böylece onların zaten rahat olmayan vicdanlarına seslenerek, birlikte daha da çoğalmalı… 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız