5 Kasım 2023 Pazar

YILGINLIK YOK!

 

İyi günler! 

Rojbaş!

Selam size sevgili kardeş ve dostlarım!

Slav ji wera bra û hevalên delal! 

Bana ulaşabilen dost ve okurlarımdan kimi: 

"Neredesin, ne oldu sana, iyi misin niçin/neden yazmıyorsun?" 

Kimi, kızarak, bağırarak hesap soruyor! 

Kimisi de, üzülme boş ver değmez diyordu. 

*

(Cemal Süreya'yı anımsadım birden! O, diyordu ki: 

"Üzülme değmez sözünü duymaktan sıkıldım.

Değmeyenlere zaten üzülmem.

Üzüldüğüm şey;

Değmeyenlere, yüreğimin değmiş olması.")

*

Hepiniz haklısınız sevgili dostlarım! 

İşte hepinize cevabım: YAŞIYORUM! 

İsterseniz bu nasıl bir yaşamsa, adım adım birlikte görelim. 

Son yazımı 17 Mart 2023 günü yazmışım. 

Bugün ise 5 Kasım 2023! 

Demek ki yazmayışım, yedi buçuk ayı aşarak 233 güne ulaşmış! 

Yazılarımda daha çok toplumsal çığlıkları dile getirmeğe çalışıyordum. 

Satırlara döktüğüm bu çığlıklar da: düşündürmek, farkındalık oluşturmak amaçlıydı. Yani amacım: duyan-duyup anlamayan kulaklara, gören-görmek istemeyen gözlere, egosuna yenik düşmemişlere-düşmüşlere, yastığa baş koyunca vicdan sesi duyanlara ile vicdanına pranga vuranlara, azıcık dokunmak, bir ses, bir soru, bir ünlem olarak ulaşmaktı. 

Özetle: hem dost hem de dost olmak istemeyenleri sarsmak istiyordum!

Çünkü bugün ülkemizde, dünden daha çok Yokluk-Yolsuzluk-Yasak (3Y) var. İnsan hak-özgürlükleri yok sayılıyor, haksız hukuksuz olaylar sonucu köy-kasaba-şehir her yer, acı çeken milyonların çığlıklarıyla inliyor.

Demek ki yazacak, yazılması gereken çok, pek çok konu var!

Peki ben neden/niçin yazamıyorum ki?!

Düşündüm, taşındım ve en sonunda: 

"Kalemim bana küstü!" dedim. (Sanırım kendimi aklamak içindi bu!)

Evet, kalemim bana küstü demiştim. 

Küsmek, soğuk gibi görünse de içi sevgi dolu yüce bir insani duygudur aslında. Yaşamda sevilmeyen, sayılmayan, değersiz görülenlerin üstü çizilir, yok sayılır, unutulup gider onlar. Bir düşünelim, eğer ben-sen-o, bana-sana-ona, yani tanışlara, dostlara küsmüşsek, aslında bu onların bizce değerli oluşundandır. 

***

Başlamak, ısınmak, yoğunlaşmak ve alışmak için bugün size bugüne kadarki suskunluğumun hikayesini anlatmak istiyorum: 

Hapşırık, öksürük ve hafif bir ateşle başlayan, isim konmamış bir hastalık yüzünden, yataklara düşmesem de yazan kalemi ve klavyeyi bırakmıştım.

Bir hafta sonra hastalık tam olarak geçmese bile, yaşamım normale dönmüştü. Haydi bi'şeyler yazayım diye kalkıp masanın başına geçtim. Masadaki kalem, not tutmalık çeyrek a-4 kâğıtları ve klavye vardı, onları okşayarak selamlayıp oturdum. 

Kafamın içinde çokça yaşanmışlığın acı ve çığlıkları vardı. Ve onların her biri: "Önce beni/bizi anlat!" diye yarışıyordu adeta. Ben ise tutuk olmuştum! Ne bir öncelik sırası belirliyor, ne de bir konuya yoğunlaşıp yazabiliyordum. 

Aslında daha önceleri ben-kalem-klavye aramızda bir görev bölümü yapmıştık ve herkes işini bilirdi. Ben düşüncelerimi söylerken onlar da söylenenleri sabırla yazarlardı. 
 
'Sabırla' dedim! 

Evet, çok sabırlıydı onlar. Şöyle ki, bazen beğenmediğim bir sözcük veya cümle için dakikalar, saatler, hatta günlerce arayışım olurdu. Kalem, klavye ve o tamamlanmayan yazı, hiç karşı çıkmadan susar beni beklerlerdi. Eğer, yazılanda beğenmediğim bir sözcük-bölüm varsa, isteğime göre kalem onu çizer, klavye kesip-siler, bazen de ben silgiyle silerdim. 

Bilemem, belki de onlar, bu silip-kesip-yok etmeleri, kendi emeklerine bir saygısızlık görüp (haklı olarak) bana kızmışlardır! Fakat bunu bana hiçbir zaman yansıtmadan yazmaya devam ettiler. 

Sonra, ben mi kaleme, klavyeye, not aldığım kağıtlara küstüm, yoksa onlar mı bana küstü bilemiyorum. Fakat bazı kuşku ve endişelerim vardı: Buyruk kimden gelmiş bilmiyorum, fakat sanki parmaklarım, kalem, kâğıt ve klavye sözleşip bana karşı bir direniş başlatmıştı.  

Bu haksız direnişte beni üzen-sarsan da: sevinç, neşe, heyecan, haz, cesaret, güven, özgüven, özsaygı... gibi insani duygularımın tepkisiz kalışlarıydı. Günler geçtikçe ben de bu suskunluğa alışmıştım sanki! 

Sanki; gözlemlerim, okumalarım, tanıklıklarım, kulaklarımda yankılanan çığlıklar içimdeki derinlere saklanmış, beni dürtmez ve düşündürmez olmuştu. Bu nedenle yaşamımda derin bir boşluk oluşmuş, dengem bozulmuştu ve bende bir yılgınlık başlamıştı.

NOT: bu süreçte kazancım çok kitap okumak oldu, örneğin: Murat Tuncel ve Sezgin Kaymaz’ın hemen hemen tüm eserlerini... Ve Rus edebiyatının önderlerinden sayılan Şair-Yazar LERMONTOV’un dev eseri: “Zamanımızın Kahramanı”nı zevkle okudum.  

Fakat yazmak benim için; düşünme, sorgulama, değiştirme, geliştirme, yaşamak demekti. Benim işim, birer değerli taş olan sözcüklerle ülkemi, insanları, çevremi, insanlığı, onların acı, sevinç, hak ve özgürlüklerini anlatmak, yazmak, konuşmak, paylaşmaktır. 

İşte o zaman özgür-özgün-üreten bir birey olabilirim. 
  
Ama eğer yapılan haksızlıkları, görmez, yazmaz, anlatmaz, konuşmaz olup sessiz kalırsam, o zaman yetilerim körelir bir ot gibi olurum. 

Bence, ülkemiz sorunlarıyla başa çıkmak için herkes bir şeyler yapmalı. 

Şimdi anladım ki, kalem ile klavyenin bana karşı direnişe geçtiği, benim yazmamak için bulduğum bir bahane imiş. 

Şimdi anladım ki sorun da suçlu da benmişim!

Yılgın olduğum için kalem ile klavye yazamaz olmuş!  

Şimdi anladım ki, kalemsiz olmuyor, özgür ve özgünce yazmalıyım! 

Ve bugün masaya oturdum, gördüğünüz gibi artık yazabiliyorum! 

Yaşasın!

İşte yeniden buluştuk ve yol almaya başladık yavaş yavaş! 

Merhaba dostlar, merhaba!

Yılgınlık yok, yola devam! 

 


17 Mart 2023 Cuma

Etik ile Önyargılar


Bugün bazı bilimsel ve insani kavramların ağırlıklı olduğu bir yazı yazmak istiyorum. Dilerim ki bu amacıma ulaşırım. 

'Etnoloji'; insanların yeryüzüne dağılışını ve etnik gruplara ayrılmasını inceleyen bilim dalıdır. Toplumları oluşturan milletlerin; biyolojik-fiziksel, ırk kökeni, tarihsel türeyiş, dağılış, töre, dil, kültür durumlarını inceler, araştırır ve karşılaştırır. 

2015 yılında etnoloji kaynaklarında; dünyada 208 ülke, 7,472 dil-lehçe olduğu bilgisini paylaşılmıştır.

Bu ansiklopedik bilgiyi sunduktan sonra, biraz da dünyadaki çok dilli, çok kültürlü ortak yaşamı, kolaylaştıran ya da zorlaştıran bazı kavram, anlayış ve uygulamalara bakalım.

Etik; dünyadaki ortak değerler sisteminin adıdır.

Etik; din ve otoriteden etkilenmeyen, inanç, ırk, cinsiyet ayrımı yapmayan, sevinçleri ve acıları ortak kılan, herkesçe 'doğru' sayılan duygusal anlayış ve eylemler bütünlüğüdür.

Etik anlayış; 6-7 Şubat Depreminin hemen sonrasında, dünyanın her yerinden ülkemize gelerek, depremzedelere el uzatmaktır.

Etik değerler; itiraz edilmeden evrensel düzeyde kabul görür ve ayrım yapmaksızın herkesi kucaklar.

Etik değerlerin amacı; dünyadaki çok dilli, çok kültürlü insan çeşitliliği için barışçı, daha yaşanır, daha kolay, daha insani bir yaşam kurmaktır...

Ancak dünyada, etik değerleri önemsemeyen, sadece belli bir grubun çıkarını önceleyen, önyargılarıyla toplumsal ve bireysel davranışlarda bulunanlar da vardır.  

Bunlar; insanlığı düşünmeyen; 'bize-bana yetsin yeter' diyen; ırkçı, bencil anlayışı olan kişi, grup ve yönetimlerdir. Bu anlayışla yola çıkanlar, taraftar kazanmak, sorunsuz olarak hedefe ulaşmak için de 'algı' ve 'önyargılar' üretir, bunlarla da insanları düşmanlaştırıp çatışırlar.

Bu düşmanlık ve çatışmaları, dünyanın uzak yerlerine gitmeden, coğrafyamızı  paylaştığımız ülkelerde de sık sık görürüz. İran-Irak-Suriye yani bildiğimiz, hem yönetim hem de demokrasi anlayışlarını pek beğenmediğimiz komşu ülkeler. İşte bu ülkelerde yaşayan Kürtlerden biraz söz edeceğim. Sonra bu bilgileri, yoğun bir Kürt nüfusun yaşadığı Türkiye'mizin gerçekleriyle de karşılaştırmak istiyorum. 

Birincisi: 

Etnolojik ve sosyolojik bilgilere göre: Dünyanın en eski halklarından olan Kürtlerin  toprakları çıkar savaşları sonunda dört parça olarak: İran, Irak, Suriye, Türkiye arasında paylaşılmıştır. Ve bu topraklarda 70 milyon Kürt yaşamaktadır. Kürtler bulundukları her dört ülkede de yıllarca baskı görmüş, haksız-hukuksuz uygulama ve çatışmalar sonunda da çok sayıda can ve mal kaybı vermişlerdir. 

İkincisi: 
  • İran'da Farslar, Irak ve Suriye'de ise Araplar çoğunluk nüfustur. Her üç ülkede de; Kürt nüfus çokluğu ikinci sırada ve ayrıca başka dili, inancı olan pek çok halk yaşamaktadır. 
  • Üç ülkede de Kürtlerin oturdukları topraklar: Kürdistan, oturulan köy-kent adları de Kürtçedir. 
  • İran-Irak-Suriye'de Kürtler anadillerinde konuşurlar ve Okullarda Kürt alfabesiyle öğretim yapılmaktadır.  
  • İran'da 1974 yılında açılmış Kürdistan Üniversitesi, Irak'ta: 1968 yılında açılmış Selahattin Üniversitesi, Suriye'de: 2016 yılında açılmış Rojava Üniversitesi bulunmaktadır. 
Üçüncüsü: 

Türkiye'de çoğunluk nüfus Türk, ikinci sırada ise 20 milyonu aşan Kürtler almaktadır. Fakat, Türkiye'de egemen olan ‘tekçi’ anlayışı, 20 milyon Kürt vatandaşın okullaşma-anadilde eğitim-öğretim haklarını engellenmektedir. 

Şöyle ki: 
  • Kürtçe eğitim-öğretim görmek, konuşmak, şarkı türkü söylemek yasaktır.  
  • Mecliste bir vekilin Kürtçe dilinde söylediği bir kaç cümle kayıtlara: 'bilinmeyen bir dilde yapılan konuşma' olarak geçmektedir. 
  • Resmi dairelerde Kürtçe konuşmak yasaktır.
  • Çocuklarına Kürtçe isim verme yasaklanmış, yüzyıllardan beri Kürtçe olan köy, mahalle, kasaba, şehir, dağ, tepe, ova ve nehir adları yasaklanmış, yerine Türkçe isimler verilmiştir. 
  • Türkiye'de Kürt, Kürdistan Amed yoktur!. Onlar, Orta Asya'dan gelen Türk'tür dediler!   
  • Bu tür uygulamalara itiraz eden ya da hak isteyenlere: hain, bölücü, terörist diyerek en ağır cezalar verdiler ve vermekteler.  
  • Türkiye'de herkes Türk'tür ve herkes Türkçe konuşacaktır!  
  • Kürtleri çağrıştırıyor diye trafik ışıklarını, gökkuşağı renklerini, alfabenin Q-W-X harflerini bile yasakladılar! 
SONUÇ: 

Yazının giriş bölümünde dünyada: 208 ülke, 7,472 dil-lehçe olduğu belirtilmişti. Bu ülkelerin pek çoğunda birden fazla resmi dil vardır ve her çocuk-genç anaokulundan başlayarak üniversiteye kadar anadilinde eğitim almaktadır. Ayrıca çocuk ve gençlerin de çok dilli bir eğitim almasına özen gösterilmektedir. 

Çünkü çağdaş eğitim anlayışı, her kültürü kendi özgünlüğü içinde saygın görmekte ve çok dilli, çok kültürlü olmayı da bir zenginlik saymaktadır. 

Unutulmaması gereken bir gerçek de; farklı kültürlere verilen önem o ülkede iç barışı sağlar, karşılıklı sevgi, saygı, dayanışma ile birlik ve beraberliği geliştirir. 
 
Zaten demokrasilerde en önemli ölçü: o ülke yaşayanlarının eşit vatandaşlık hak ve özgürlüklerine sahip olmasıdır. Ve Türkiye Kürt vatandaşlarına bu hakları vermiyor. Oysa, anadil kültürün şah damarıdır, eğer bu damar tıkanıp işlemez olursa o kültür de yok olur.  

Türkiye, eğer yüz yıl önce başlattığı, şimdi de sürdürüldüğü Kürt dili ve kültürü karşıtı politikasını terk etmezse, gelecekte bu kültür yok olacaktır!

Eğer Türkiye bir demokrasi ülkesi ise; Kürtlerin vatandaşlık hak ve özgürlüklerini tanımalı, uyguladığı tüm baskı ve engellere de hemen son vermelidir. 

Ey kendisini demokrat, sosyal demokrat, hümanist, sosyalist sayan sevgili dostlarım, şimdi de sözüm size: 

Lütfen yıllardan beridir damarlarımıza şırınga edilen algılar ve bu algıların yeşerttiği önyargılara karşı çıkınız. Ve insanlarımızın çok dilli, çok kültürlü olmasını da bir zenginlik sayınız. Evrensel etik değerlerin yaygınlaşmasını sağlayınız.

Hep birlikte ve sevgiyle, saygıyla, dostlukla kalalım. 

 Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız  

10 Mart 2023 Cuma

Kadın Tanrılardan Bugüne


8 Mart 1857'de ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları isteğiyle greve başlamıştır. Polis saldırıya geçerek grevci işçileri fabrikaya kilitler. Ve işçilerin kilitlendiği fabrikada çıkan yangın sonucu çoğu kadın 129 emekçi can verir. 

Bu insanlık suçu katliam, sadece kadınlara karşı değil, kadın-erkek ayrımı yapmadan tüm emekçilere karşı işlenmiştir. 

Emekçiler de dünyanın her yerinde bu kara günü yıllarca toplantı ve gösterilerle protesto etmektediriştir.

Birleşmiş Milletler ise ancak 1977'de aldığı bir kararla, 8 Mart gününü: "Dünya Kadınlar Günü" ilan etmiştir. 

Madem ki kadınlar günü, biz de biraz kadınları değersiz gören, 'hiç' sayan, öldüren, sömüren ve acılar içinde çaresiz bırakan erkek egemen anlayıştan söz edelim. 
 
Erkek egemenliği sadece bir ya da birkaç ülkede değil tüm dünyamızda var! 

Bu demek ki, dünya nüfusunun yarısını oluşturan kadınlar, yok sayılmış! 

Ancak bilinmesi gereken önemli bir sorun daha var, bu da: kadın nüfusun büyük çoğunluğu eşitsizlik ve haksızlıkları 'benim kaderim'  diye kabullenmiş olmasıdır. Bu durum da sorunun çözümünü engellemektedir.   

O halde kadını 'hiç' sayan 'erkek egemen' anlayış ile 'ben varım' diyemeyen 'kaderci kabullenmiş', sadece kadınlara değil tüm insanlığa zarar vermektedir.

Dedim ve kendime sordum: 

"Peki bu iki sorunun tarihsel temelinde neler var?" 

Konuyu araştırdıkça pek çok kaynak olduğunu görünce, ben de daldan dala atlayışla aşağıdaki özeti hazırladım: 

Meğer, bugünkü erkek egemen düzene baş eğen kadınların büyükanneleriAna soyunun hâkim olduğu 'anaerkil' toplumlar kurmuşlar. Burada kadınlar: doğuran, besleyen, verimlilik sağlayan ve hayatın kaynağı olduklarından toplumun öznesi saymışlar. 

Ve 'Ana Tanrıça' olan: Kybele, Artemis, Demeter, Astarte, Isis, Afrodit, Venüs...'e tapmışlar. 

Ancak kazılarda bulunan tarihöncesi objelere de erkek egemen anlayışın sansür uyguladığı görülmektedir. Bu nedenle kitaplarda, Kadın tanrılara en çok bir-iki satır ayrılır, ya da onların sözü bile edilmez. Bulunan objelerdeki kadın gücü ve yiğitliğine dair bilgiler de 'eril' (erkek) niteliklere bezenerek; bir savaşçı, avcı, yiğit asker ya da keskin nişancı olarak tanıtırlar. 

İşte bu sansürlenmiş belgelerden aşağıdaki bilgileri derleyebildim:

Hammurabi kanunlarında, mülkiyet ve miras hakkı olan kadın. kocası onu ihmal ettiğinde baba evine dönebilir. Tekeşlilik esastır, ancak kısırlık halinde ikinci eş alabilir. 

Hitit yasalarında kral ve kraliçe eşittir, kadınların çokça hak ve işlevleri vardır. Kadeş Antlaşması’nda Hitit kralının yanında kraliçenin de mührü bulunmaktadır. 

Eski Yunan’da kadınların hiçbir politik hak ve yetkisi yoktur. Miras erkek çocuğundur. Tek kadınla evlilik temel ilkelerdendir. Evli kadının sadakatsizliği büyük suçtur. Dinî ayinlere kadınlar erkeklerden ayrı otururlardı. Kadın için en yüksek ve onur verici iş rahibe olmaktı. 

Eski Roma’da kadınlar rahibe olmaktan başka hiçbir görev ve hak tanınmamıştır, Kadın evlenerek baba hâkimiyetinden koca hâkimiyetine geçiyordu. Kız çocuk, aile dinini devam ettiremez diye pek makbul sayılmıyordu.

Eski Hintliler’de kadının hiç değeri yoktur. Kadın kısır olur veya hep kız doğurursa kocası onu bırakabilir. Manu Kanunnâmesi’ne göre: kadının görevi çocuk doğurup yetiştirmek ve ev işlerine bakmaktır. Kadın bir erkeğe bağlıdır, kendi başına karar alamaz, evlenmeden önce babasının, evlendikten sonra kocasının, dul kalınca da oğlunun sözünden çıkamaz onlara itaat eder.

Eski Türkler’de ataerkil aile tipi hâkim ise de Hakan Bilge Hatunla birlikte devleti yönetmektedir. 

Budistler'de kadınların erkeklerden daha aşağı olduklarından bazı makamlara gelemez, öğretmen ve ruhanî rehber olabilirler.  

Konfüçyanizm genelde ataerkil bir dindir, bu sebeple kadın ikinci sıradadır ve kutsal metinler kadınlara olumsuz yaklaşırdı.

Yahudilik-Hristiyanlık-İslam kısmen bildiğimiz, inandığımız, okuduğumuz dinlerlerdir. Özet olarak diyebiliriz ki, bu dinlerde kadın-erkek eşitliği yoktur, her zaman öncelikli olan erkektir. Kadının hakları ancak, kocası, babası veya oğlunun uygun gördüğü kadardır. Ve kadın; doğuran, çocuk besleyen, büyüten, iş yapan bir cinsellik ve süs nesnesi kabul edilir.  

***

Görüldüğü gibi anaerkil topluluklarda kadın kutsal, saygın ve önceliklidir. Ataerkil topluluklarda kadın kutsallığını, saygınlığını ve gücünü kaybetmeye başlar, bazen erkelerle eşit hakları olsa bile genelde erkeğe bağlı ikinci konumdadır, bazen de hiçbir hakkı ve değeri olmaz.

Bilim insanları, yöneticiler, tüm sosyal toplum örgütleri acil olarak kadın-erkek eşitliksizliğinin nedenlerini araştırmalı ve bu dengesizliği giderecek çözümler  bulmalıdır. 

Bazı alışkanlıklar kolayca son bulmaz ya! Haydi diyelim ki erkek egemen anlayış son buldu! 

Bu da tek başına bu toplumsal sorunu çözemez! 

Eğer 'bu benim kaderimmiş' diyen kadınlar, bu anlayışlarını bırakıp 'hakkımı isterim' diyen birer özne, birer paydaş olup çözüm için katkıda bulunmazsa çabalar yine sonuçsuz kalır. 

Demek ki, susup eşitsizliği kabullenilmiş olanların da 'hakları' konusunda farkındalık kazanmaları ve istekli olmaları gerekir. 
 
Bunlar haklarını alınca da: "Demek ki benim bu haksızlıkları kabullenmem akla, mantığa ve insani değerlere uygun değilmiş." -diyerek mutlu olacaklar.   

Ataerkil bir anlayışla yönetilen dünyamızda bir avuç azınlığın çıkarları esas alınır. Bunun için tüm emperyalist işbirlikçi zalimler el ele vererek dünya halkları ve onların değerlerine savaş açarlar. Öldürür, yakar, yıkar, sömürür acılar yaşatırlar.     

Ömür boyu eşitlik, özgürlük, barış istedim ben. Eğer birisi benden anaerkil ile ataerkil anlayışlar arasında bir seçim yapmamı isterse, eşitlikçiliği savunmam! 'Yüzde elli artı bir' oyla anaerkil anlayışın kazanmasını isterim. 

Çünkü ben bilirim ki kadın yönetirse, savaş olmaz barış olur ve kadın eli dokununca doğa dal verir yeşerir, bolluk, sevgi, neşe, huzur, mutluluk, olur.

 Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız   

25 Şubat 2023 Cumartesi

Yönetemiyor!


Prof. Dr. Naci Görür, yıllarca üniversitede ders vererek, etkili anlatım gücü kazanan bir bilim insanıdır. 

Söyleşilerinde depremlerin bilimsel oluş nedenlerini, faylarının hangi yıllarda kırılıp kaç şiddetinde depremler ürettiğini ve hangi kentlerimizde kaç şiddetinde depremler beklendiğini herkesin anlayacağı bir dille anlatır. 

Bu uyarıcı anlatılarında özetle: "Deprem engellenemez bir gerçektir. Depremin zararlarını ancak, deprem dirençli köy ve kentlerin yapılmasıyla en aza iner." -demektedir. 

İki yıl önce Elâzığ depremi olduğunda da: "Aman ha Maraş-Hatay hattına dikkat ediniz, orada çok büyük bir enerji birikimi var!" diye günlerce uyarmıştı. 

İki yıl sonra belirtilen Maraş-Hatay hattında 4 ana ve binlerce artçı depremi oldu! 

13 milyon insanın yaşadığı bölge enkaza döndü, çok sayıda ölüm ve büyük acılar yaşandı, yaşanacak da. 

Deprem bölgesine 90 ülkeden de yardım ekipleri geldiği halde, ülkemizin kamu kurumları 'gidiniz' emirini geç aldıkları için can kurtarma, kurtulanlara sağlık, güvenlik, barınma, beslenme, iletişim gibi öncelikli hizmetlere ancak 2-5 gün sonra ulaşabilmişti. Oysa bu tür felaketlerde ilk 24 saat çok çok önemliydi. 

Bugün depremin 20. günü ve hâlâ çok sayıda insanımız çadır ve tuvalet bekliyor! 

Bu 'tek adam'-'tek merkez' anlayışının ne kadar yetersiz ve hantal olduğunun göstergesiydi.   

Birden anımsadım! 

Hani onlar her eleştireni ve karşı çıkanı 'not' alıyorlar ya!

O halde ben de bu 21 yıllık iktidarın geçmişi için bir parantez açmalıyım! 

İşte açtım bile:

(İktidarının en etkili kişisi Erdoğan; 'Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi'  için halktan oy isterken: 

"Bizim geleceğimizi, biz belirleyeceğiz. 24'ünde siz bu kardeşinize yetkiyi verin ... göreceksiniz" demiş ve istediği oyları da almıştı!

Demiş, istediği oyu almış sonra da neler neler olmuştu:

  • Yasama, yargı, yürütmenin tüm yetkilerini tek kişiye veren 'Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi' kurulmuş!
  • Ülke kaynaklarını hor kullanarak; yol, tünel, havaalanı, şehir hastaneleri yapılmış!
  • Birileri kazansın diye orman, tarım ve deprem toplanma alanları imara açılmış!
  • 'Bazı' müteahhitlere 30 -40 yıllık kapitülasyon hakları verebilmek için en az 192 kez ihale yasası, defalarca imar ve vergi yasaları değiştirilmiş!
  • Ülkemiz, dünyadaki kara para ve mafya için güvenli bir liman olmuştu!  

Bence bu kadarı yeterli artık parantezi kapatalım).

Halkımız bunlar benzeri sayısız zorluğu yaşadı! 

Tabii ki bu uygulamalardan zarar gören ve vicdanen rahatsız olarak yazıp, çizip anlatarak karşı çıkanlar da çoğaldıkça çoğaldı. 

En tepedeki tek kişi ve onun şemsiyesinde 'dokunulmazlık' zırhına bürünenler de yönetemediklerini anladıkça; korku, öfke, panik içinde 'karşı' olan hemen herkesi parmak sallayarak ötekileştirir, tehdit eder ve onlara: 

"Sen kimsin be! hain, terörist, sürtük, çürük, terbiyesiz, vicdansız, ahlaksız, adi... gibi argoda bile çok az kullanılan sıfatları yakıştırıyorlardı! 

Nazım Hikmet, böylesi bir psikolojiyi şöyle tanımlıyor: 
"korkuyla tutuşup /korkuyla yanarak /durup dinlenmeden konuşuyor."

Bu baskı-korku ikliminde iki kutba ayrılan nüfusun yüzde 70'i 'öteki' sayılmıştı! 

İşsizlik ve yoksulluğun üstüne bir de 6-7 Şubat depremi eklenmişti: 

Tek kişinin, deprem için gerekli önlemleri almadığı, insanı yaşatan, hasarı azaltan organizasyonları ve araç-gereçleri sağlamadığı ve ülkenin yönetilemediği ortaya çıkmıştı!  

Görüntü şöyleydi:

İçişleri bakanlığına bağlı AFAD'ın ekipsiz, çadırsız, Çevre Şehircilik bakanlığına bağlı kent merkezleri harabeye dönmüş, Ulaştırma bakanlığına bağlı, iletişim, yollar ve havaalanları işlevsiz kalmış, Enerji bakanlığına bağlı su, elektrik, doğalgaz sistemi çökmüş olduğu apaçık ortaya çıkmıştı. 

Böyle bir durumda eğer insanlık değerlerinin gereği yapılsaydı işin sorumlusu olan bakan ve bürokratlardan birkaçı ortaya çıkıp: 

"Benim bu işte sorumluluğum var, ben bu acılara katkı verdim, istifa ediyorum" -derdi, Aradan yirmi gün geçti hiçbir ses seda yok!  

***

Yönetim şimdi de depremin yıkım, acı ve yaraları için plansız, programsız olarak ve yarınları düşünmeden bazı anlık çözümler aramaktadır!

İşte iki buluşları:

BİRİNCİ BULUŞ: 

Üniversitelerin yüz yüze eğitime son vermek, öğrenci yurtlarını boşaltmak, boşalan yurtlarda depremzedeleri barındırmak! 

Müthiş bir buluş! 

Böylece; doktor hastayı görmeden, dinlemeden, araç-gereçlere dokunmadan, mühendis alanı, aracı tanımadan, plan-proje yapmadan, öğretmen öğrencisiyle göz teması kurup ona dokunmadan... 

Yarım hekim candan, yarım hoca dinden misali; doktor, mühendis, öğretmen, ...!

Peki bu kararlar ülkenin geleceğine (bekasına) ipotek değil mi?

*

İKİNCİ BULUŞ: 

Cumhurbaşkanın 9 Şubat günü OHAL ilan etmiş, 9 Şubat günü de ; "Bir yıl içerisinde yıkılan binaları yeniden inşa edip, sahiplerine teslim edeceğiz!" -sözü vermişti.  

Daha depremin 4 günü; halk pijama, terlikle, aç ve açıkta, deprem öncesi plansızlık sonucu olan ölüm ve yıkımların şokunda herkes, ölülerle dolu enkazlar duruyorken ve deprem faylarının yerlerini belirleyen hiçbir bilimsel çalışma yokken bu buyruk verilmişti! 

OHAL yetkileriyle, deprem suçları ve failleri gizlenecek, acılı halk susturulacak ve rant için inşaatlara başlanacaktır.  

24 Şubat günü Resmi Gazete'de yayımlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinde de müthiş bir buluşun detayları vardı. Şöyle ki:

Depremin baş sorumlularından biri olan: Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na; denetimi ve itiraz hakkı olmayan yetkiler veriliyordu!

Böylece bilim, teknik, hukuk yok sayılacak, orman ve meralar yok edilecek ama yeni yepyeni rant alanları açacaktı!
  
Evet, 21 yıllık iktidar depremzedelere yetecek deprem çadırı bile üretemedi!  

Halkı kutuplara ayırdı, ülkeyi birlik içinde yönetemedi! 

Şimdi de gerekli araştırmaları yapmadan gecekondu yaparcasına 13 milyon insana konutlar yapacaklarmış

Uyan ey yüzde 70'lere ulaşan fakat birlik olamayan muhalefet uyan!

 Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız   
                    
                                        

17 Şubat 2023 Cuma

İnsanlıkta Buluşmak


Yurdumuz, Japonya’dan sonra dünyada en çok deprem üreten bir coğrafyada yer almaktadır.. 

Ve yurdumuzu rastgelesi çok bol olan bir anlayış yönetiyor!

Deprem tüm gerçeklerini bile bile 21 yıl önce işbaşına gelen iktidar, her şeyi bildiği düşüncesiyle başka görüşleri dinlemiyor, plan-program yapmıyor ve yarınları hiç düşünmüyor. Sadece tek kişinin aldığı anlık kararlarla yol almaya devam ediyor. 
 
Bugüne kadar olası deprem zararlarını azaltacak hiçbir önlem almamaları da bu yüzden. Bu yüzden apansızın yakalandık bu büyük depreme. 

Ve 6-7 Şubat depremi yaklaşık 160 bin kilometre kare alan üzerindeki 11 ilimizde büyük yıkımlara neden oldu. 

Ve bu yüzden halk canıyla malıyla çok büyük kayıplar verdi, ülkemiz çok darda kaldı. 

Dünyanın her tarafından yardım ekipler geldi, yaşanan büyük yıkımın acılarını paylaşmak, biraz hafifletmek, birkaç canı kurtarmak, depremzedelere el uzatmak için. 

Bunlar kimlik, dil, inanç, kültür farkı gözetmeyen ve insanı önceleyen anlayışa sahip kişilerdi. Deprem ve kışın zorlukları içinde gece-gündüz demeden çalıştılar. Bizimle üzülüp bizimle sevindiler. 

Bu dayanışmayı görünce ister istemez çok sayıda kişinin geçmişte gözlerini aça aça:

Bizim bizden başka dostumuz yoktur! 
Türkün Türk’ten başka dostu yoktur!
Kol kırılır yen içinde kalır! …  -dediklerini. 

Bu ırkçı sözleri yaymak yaşatmak için nice kitap, şiir, şarkı-türkü, masal, öykü ve makale çıkmış. Bu davanın takipçisi olması için bir 'Turancı', oğluna vasiyet bile yazmıştı. 

İşte o vasiyet: 

"Yağmur, Oğlum!

Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigar olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol.
Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır.
Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır.
Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır.
Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içerki düşmanlarımızdır.
Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı.
Tanrı yardımcın olsun!


Nihal Atsız
4 Mayıs 1941"

Bence bir kez daha okuyup düşününüz bu ibretlik vasiyeti. 

Çünkü sonraki yıllarda Hitlerci anlayışla yazılan yukarıdaki vasiyetin mirasçıları çoğaldı. Bu vasiyet de artık onlar için bir hedef ve slogan olmuştu. Bu amaç uğruna yola çıkıp yurdumuzdaki nice yakma, yıkma ve katliamın failleri olmuşlardı.

Peki, bu ayrıştıran, düşmanlaştıran anlayış sahipleri bugün dünyanın her yerinden bize el uzatan ve acımızı paylaşanları görünce acaba utandılar mı? 

Hayır, bunlar bugün de aynı duygularla işbaşında!... 

Pazarcık, Maraş, Adıyaman, Hatay, Nurdağı, ... Malatya'da Alevi ve Kürt, Arap ayırımı yapılarak halkı ötekileştiriyorlar. Yani, görevi, halkın acı ve yıkımlarına çare bulmak, gelecekte yaşanacak acıları en aza indirecek önlemler alması gerekenler, şimdilerde şov yapıp algı oluşturma peşindeler. 

Bu amaçla da halk dayanışmasını sağlayan sivil toplum organizasyonlarını etkisiz kılmak için 'kayyum' atıyorlar. 

Bizim görevimiz de birlik olup tüm demokratik haklarımızı yılmadan kullanmak, tek merkezci ötekileştiren anlayışı ret ve teşhir etmektir. 

O zaman, enkaz altındaki Türkçe bilmeyen, Arapça konuşan Teslime'nin annesi ve babası, güven içinde ve anadillerinde 'imdat' diyebilirler. 

O zaman, sivil toplum örgütlerinin 'insani yardım' olarak tırlara yüklediği, odun, soba, yiyecek, giyeceklere el konmadan ihtiyacı olanlara ulaşır. Ve o zaman bu insan severler depremzedelere 'merhaba' diye dokunabilir.  
 
Demek ki bu deprem, sadece büyük can ve mal kaybına neden olmadı. Yurdumuzda acıları ortaklaştıran bir anlayış ve daha yaşanır bir barış iklimi için de umut oldu. Hem de hurafeleri ve insanlık ayıplarını yeniden sorgulamamıza bir fırsat sağladı.

Bunun için insani dayanışma ve birlikteliğe algılarla engel olan sınır koyan anlayışlara (cılız bir sesle de olsa): 'yeter/sus' diyebilenler çoğaldı.  

İşte bu 'insani' uzlaşımızın daha da güçlenip gürleşmesi gerekir. 

***
Derler ki, insan iki yüzlüdür kendisini sevmeyen başkasını sevemez! 

Bence bu çok insafsızca bir genelleme! 

Evet, bu söz 'ben' duygusu etkisindeki insanın bir gerçeğidir.

Fakat insan, böyle bir yabani gerçeklik karşısında çaresiz kalmamalı.

Bu gerçekliği ehlileştirecek yani insanileştirecek yol ve yöntemler bulmalı.  
 
Derler ki, her insan doyumsuzdur ve yakaladığı bir sevincin sonunda bir diğerini arar.

Evet bu da doğru !

Fakat bu doğrunun da öznesi tekil ! 

O halde bizim görevimiz: birlikte sevinç yaşayan özneleri çoğaltmak olmalıdır. 


Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız 

10 Şubat 2023 Cuma

Depremle Yaşamak

6-7 Şubat 2023 günü peş peşe çok büyük yıkım yapan iki deprem oldu. 13 milyon insanın yaşadığı bölge enkaza döndü. 10 Şubat Cuma gününde can kaybı: 20.213, yaralı 80.052 kişi ve 6.444 bina çöktü!

Geçmişte böyle bir olay olur olmaz, Kızılay, sağlık eleman ve araçları eşliğinde hızlıca o bölgeye gedip, çadır ve mutfaklarını kurar, İtfaiye ve TSK'nın eğitimli personeli de kurtarma çalışmalarına başlardı. 

Fakat felaketin yaşandığı 6 Şubat günü böyle bir çalışma yoktu. Özellikle kayıpların en çok yaşandığı Hatay ilinde yardıma koşan hiçbir örgüt ve organizasyon yoktu. Özetle, devletin sesi de hizmeti de yoktu.  

Oysa bilenler ve bilim böylesi felaketlerde ilk 8 ve 24 saatin yaşam için çok önemli olduğunu söylerler.  

Deprem depremzedeleri uykuda yakalamış  ve büyük çoğunluğu enkaz altında kalmıştı, kurtulanlar ise yalın ayak ve pijamalarıyla sokaklardaydı.

Her taraf enkaza dönmüş, su, elektrik, doğalgaz, kesilmiş, cadde-sokak yollar geçilmez, havaalanı kullanılmaz olmuştu.  

Halkın arasına ancak 8 Şubat 2023 günü gidebilen Cumhurbaşkanı Erdoğan, Pazarcık ilçesinde bir depremzede vatandaşa: 

"Olanlar hep oldu. Bunlar kader planının içinde olan şeyler" diyebildi. 

Bu, boyun eğip susunuz demektir! 

Fakat cılız da olsa bazı vatandaşlar ve muhalefet susmadı:

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, 8 Şubat günü Twitter hesabında: 

"Halkımızın halini yerinde gördüm. Yaşananlara siyaset üstü bakmayı, iktidarla hizalanmayı reddediyorum. Bu çöküş tam da sistematik rant siyasetinin sonucudur. Erdoğan’la, sarayıyla ve rant çeteleriyle hiçbir zeminde buluşmayacağım. Ben halkımın kavgasını vereceğim. Sonuna kadar." diyordu.  

Boyun eğip susun diyen Erdoğan, henüz 48 günlük başbakanken 1 Mayıs 2003 günü Bingöl'de (6,4) deprem 625 binayı yıkmış ve en az 176 kişinin de ölümüne neden olmuştu. Ve Erdoğan, devlet adına şunları söylemişti: 

"Yeraltında fay kırıklarından önce bağışlayın söylemek zorundayım, kırılan ar damarlarıdır. Malzemeden çalmanın arkasında ahlak hırsızlığı, demokrasiden çalmak, hukuk kapkaççılığı, siyaset yankesiciliği ve kamu yönetimi kalpazanlığı yatmaktadır. Bu olay, kamu otoritesinin devlet imkanlarını nasıl kullandığını bütün çıplaklığı ile ortaya koymuştur. Olay kader diye geçiştirilemez... İnşaatlarda zemin etüdü, malzeme ve kontrol eksikliği varsa netice bu olur." 

Demek ki, bu ölüm ve yıkımların sorumluları: ar damar olmayan, hırsız, yankesici, kapkaççı, ahlaksız, demokrasi-hukuk düşmanı, kamu otoritesi ve devlet imkânlarını kullanan kalpazanlardır!

Ve bu olay, 'kader' diye geçiştirilemez!  

Onun gerçekleri anlatan sözleri halktan çokça beğeni ve alkış almıştı. 

Şimdi biraz da günümüze dönelim. 

Sayın Erdoğan 21 yıldır çok az  padişahın sahip olduğu yetkilerle görev yapıyor. Sanırım biz de vatandaş olarak ona sorular sorup cevaplar almalıyız. İşte benim sorularım: 

Soru 1: 21 yıllık muhteşem iktidarınızda 'Ar damarları olmayanlar' hakkında neler yaptınız, yurdumuzda; 'Ar damarları olmayanlar' çoğaldı mı yoksa azaldı mı?

Soru 2: 6-7 Şubat depreminde de kamu otoritesi, devlet imkanlarını kullan kalpazanlar var mıdır, varsa ne yapmayı düşünüyorsunuz?  

Soru 3: 6-7 Şubat deprem felaketi için İBAN numaralarına yine bağış isteniyor. Tabii ki bu çok haklı bir istek, çünkü zarar çok büyük! Peki, 1999'dan beri bağışlar dışında “deprem vergisi” bilinen, resmi adı ise "ÖİV” olan vergi tutarının 685 milyar lira olduğu söyleniyor, acaba bu para nemalandırılmış olarak duruyor mu? 

***

Doğa bir döngü içinde varlıkları geliştirip, dönüştürüp var ederken bazen de: yıkar-yakar-yok eder.

Fakat doğanın ayrılmaz parçası olan yaşam, bu 'yıkımlar' karşısında hiç pes etmez ve fırsat bulduğu bir yerden yeniden fışkırarak devam eder. 

Anadolu coğrafyası da böylesi bir döngünün kadim ev sahipliğini yaparak birbirinden habersiz yaşamış pek çok kültürün beşiği olmuştur. 

Bunun içindir ki, kazdıkça toprağın derinliklerinden kat kat olmuş kültürel  kalıntılar çıkmaktadır.

Demek ki coğrafyamızda depremler hep olmuş ve olacaktır. O halde bu kadere boyun eğmeden, bilimsel önlemler alarak depremle yaşamayı öğrenmemiz gerekir. Tıpkı Japonya gibi... 

2021 yılı yazında peş peşe yaşanan yangın, deprem ve sellerin üzüntüsü ile yazdığım Coğrafya Kader Mi?  son satırları şunlardı:

"Eğer halkımız, geçen yaz yaşanan yangın, deprem, selleri ve onların yaşattığı acı ve kederleri, çare bulunmaz bir 'kader' sayarsa...

Ve eğer, tüm acıları sorgulayıp bir daha yaşanmaması için iktidarı önlem almaya zorlamazsa, o zaman gelecek yaz ve sonrası yıllarda aynılarını, belki daha da büyüklerini yaşarız. 

Fakat eğer, yangınları söndürecek uçaklar, araç-gereçler, deprem ve seller için de gerekli koruyucu önlemler alınırsa, o kader de kederler de değişir.

Bunun için de bilimsel, demokratik ve barışçıl birliktelikler gerekir." 

Evet eğer halkımız bu iktidara, 20 yıl öncesi hesapları bile sormadan, 2021 yılı yazını milat alıp; yangın, deprem ve sellerdeki yönetimsel suç ve kusurlar için hesap sorulabilseydi.

Mutlaka bugün;

***Ormanlarımız daha iyi korunur, yangınları söndüren uçak ve teknolojimiz olurdu.

***Ülkemiz kaynak ve bütçesinin karadeliği olan "Bir gece ansızın" seferleri son bulur, ölümler olmaz, tank, top, bomba, İHA, SİHA, mermi ... için harcanan milyarlar, yaşatacak kaynaklara dönüşürdü. 

***Halkın deprem toplanma alanları imara açılmaz, deprem yönetmeliği esas alınır, fayların üzerine havaalanları ve yaşam alanları yapılmaz, tarım alanları imara açılmaz, kamu malı olan toprak, maden, dereler yandaşa peşkeş çekilmez, ülke bütçesi açık vermezdi. 

***40 yıl sonrası torunlarımızı borçlandıran, adrese teslim ihalelerden vazgeçilirdi. 
 
***Ülkemiz olağan yönetilmiş olduğu için yönetim yetersizliği yaşandığında başvurulan 'Olağanüstü Hâl' (OHAL) ilan etmeye gerek olmaz, böylece önümüzdeki seçimleri etkileyecek daha az 'algı' üretilmiş olacaktı. 

***Ve büyük bir yıkıma neden olan Kahramanmaraş, Adıyaman, Gaziantep, Hatay, Malatya, Diyarbakır, Kilis, Şanlıurfa, Adana, Osmaniye depreminde ölü ve yaralıların binlercesi sağlıklı yaşayacak, yıkılan on binlerce konuttan binlercesi yıkılmamış olacaktı. 

***Ve eğer bu hal olmasa, OHAL ilan etmeye bile gerek kalmazdı!

Demek ki, bu acıların yaşanmasından sadece tek kişilik iktidar değil, bizler de sorumluyuz!  

Nazım Hikmet'i saygıyla anıp, onun dizeleriyle bitirelim:
"...Koyun gibisin kardeşim,
...
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm 
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer..."


Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız   


4 Şubat 2023 Cumartesi

İnkâr edenle uzlaşılmaz!


Devlet
, egemen anlayışın hedef ve amaçlarına ulaşmasını sağlamak için kurulan organizasyondur. Devletin, ülkenin mevcut ve olası sorunlarını çözmek için yurtiçi ve dışında yaptığı tüm çalışmalara da siyaset denir. 

Otokrat siyaset, kişiye özel buyruklarla yapılır. Demokratik siyasette ise yönetme yetkisini almış seçilmişler ve atanmış bürokratların iş birliğinde yapılır. Ancak bu yönetimler, meclis, yargı ile sivil toplumun gözetim, denetim ve sorgulamasına açıktırlar. 

Ülke yönetiminde etkili bir politikacı olmak zor ve uzun bir süreçtir.     

İstekli ve iletişim becerisi güçlü olan aday politikacılar, önce kendisi için bir görüş, bir siyasal oluşum, farklı kimlikler bularak gelişir, çoğalır ve sosyalleşir. Ve bulduğu arkadaş/yoldaş/taraftarlarıyla birlikte yol almaya başlar. 

Bugün yurdumuzda yılların yorgunu bir iktidar, irili ufaklı birçok parti ve çok sıkıntılı günler yaşayan halkımız var.

Halkın büyük çoğunluğu yaşamakta olduğu; yoksulluk-yolsuzluk-yasaklarla birlikte ülkeyi saran korku ikliminin de bitmesini istiyor. Bu nedenle de yapılacak seçimi sabırsızlıkla bekliyor. 

Ancak seçimi tek başına kazanıp bu haklı isteklere çözüm bulacak hiçbir partimiz yok! 

Ama bunun çaresi var: muhaliflerin bir koalisyonda buluşması!

Her partinin kendisine özel hedef-amaç-ilkeleri ve diğer anlayışlarla benzerlik ve zıtlıkları vardır (ki olacak, olmalıdır da).       

Koalisyon uzlaşı demektir. Eğer her grup/parti kendisine özel hedef ve anlayışları öne çıkarmaz, ortak hedefler arar bulursa, uzlaşı olur.  

Tarih boyunca denenmiş, damıtılarak günümüze ulaştırılmış 'etik değerler' böyle bir uzlaşının temelini oluşturabilir. (Etik: Yunanca "kişilik, karakter" anlamına gelen "ethos" sözcüğünden türemiştir. Doğru davranışlarda bulunmak, doğru bir insan olmak ve değerler hakkında düşünmek demektir). 

İşte bu değerlerden birkaçı: doğruluk, dürüstlük, eşitlik, sadakat,  saygınlık, güvenilirlik...  

Fakat bazı kişi ve gruplar insanlığın bu ortak değerlerini çok bencilce kullanırlar. Bunlar kendilerini toplumsal yaşamın ana öznesi, 'öteki' olanları ise birer nesne olarak görürler. 

Örneklersek; çok uzaklardan gelen cetlerinin, yerleştikleri bu coğrafyanın tek hâkim öznesi ve sahibi kabul ederler. 

Buralarda yaşayıp da 'öteki' olanların; dili, tarihi, coğrafyası, kültürü yoktur, yani onlar kimliksizdir! 

Bu 'kimliksiz' sayılanlara bazı haklar da ancak kendilerine bağımlı ve benzer oldukları ölçüde tanınan bir lütuftur!   

Bu genellemelerden sonra uzak-yakın tarihimizin sayfalarını eğer birazcık aralayıp ülkemiz özeline bakarsak, bu coğrafyanın; çok dilli, çok inançlı, çok kültürlü bir yurt olduğunu... 

Ve buradaki her farklılığın; kimliğini, dilini, inancını, töresini yaşadığını...  Çocuklarına, köyüne, kentine, hayvan, çiçek, böcek, dağ, ova, ırmak  ve coğrafyasına kendi dilinde adlar verdiğin... Dili, inancı, töresi, türküsü, sazı, öyküsü, masalı ... ile birer birer kültür oluşturmuş olduğunu görürüz.  

Peki eğer bunlardan sadece Türk ve Türkçeyi kabul ederseniz: Kürt/Kürtçe, Laz/Lazca, Çerkes/Çerkesce, Gürcü/Gürcüce..., Alevi, Sünni, Süryani, Ermeni, Ezidi, Roman ..., Baran, Berivan, Xezal... Amed, Dersim, Çewlig, Vica, Vitze, Arkabi ..., Kürdistan, Lazistan ne olacak? 

İşte bunlar bizim gerçeklerimiz, sosyolojimiz ve tarihimiz! Burada yaşayanlar var oldukça onların, isimleri, dilleri, inançları, kültürleri de olacaktır/olmalıdır! Çünkü bunlar herkes için olması gereken 'insan hakları', bunları engellemek ve yok saymak da bir 'insanlık suçu'...

Bunları inkâr etmek insanlığın etik değerlerini yok saymaktır.

Bu nedenle istiyoruz ki;

  • Ortak yurdumuzda herkesin 'insan hakları' olsun! 
  • Herkes anadilinde eğitim alıp konuşsun, yazsın! 
  • Silahlar sussun, gençler ölmesin, analar ağlamasın!
  • Öldürmek için harcanan kaynaklar, halka iş-ekmek sağlasın!
  • Suçlu cezasını çeksin, külfet ve nimet eşitçe paylaşılsın!
  • Bizim seçtiklerimiz, kentimiz ve ülkemize hizmet sunsun!
  • Birlik olalım, dostça oturup gülelim, eğlenelim, çaylar içelim!
  • Yurdumuzda huzur, barış, demokrasi içinde bir yaşam olsun! 

Fakat bu isteklerimiz HAYIR! diye karşılık buluyor ve diyorlar ki:

  • Buranın tarihi Türk ile başlar ve buradaki herkes Türk'tür!
  • Anadilimiz Türkçe! Şehir, dağ, ova, ırmak çocuk adları ve türküler Türkçe olacak! Ne mutlu Türküm diyene!  
  • Kaynaklarımız top, tüfek, bomba olup öldürecek, gençlerimiz şehit olacak, analar başka şehit adayları doğuracak!
  • Suçlu bizdense cezasız, külfet sizin, nimet bizim olsun!
  • İradenizle seçtiklerinizi istemiyoruz, kayyımlarımız yönetsin!
  • Siz 'ayrılıkçısınız', zalimi-zulmü yenmek için sizin dostluğunuza gerek yok, 'kilit oylarınız' yeterli!
  • Top-tüfek-bomba ile 'ötekiler' yok olmadan ülkede huzur, barış ve demokrasi olmaz!  
Bunlarla yetinmeyen iktidar ve muhalefet sözcüleri şimdi de söz birliği yaparak kanal kanal dolaşıp: Biz HDP'yi değil almış olduğu altı milyon oyu istiyoruz! -demekteler.

HDP, demokratik siyaset isteyen, savaşa-ölüme hayır, barış içinde yaşamaya evet diyen bir parti. 

Gökkuşağı anlayışıyla 'öteki' sayılan herkese kucak açan HDP'nin kazandığı 59 Belediyeye kayyum atandı, başkanları, vekilleri, on binlerce üyesi tutuklandı, parasına el kondu ve kapatılmak isteniyor! 

Bunlara sessiz kalanlar ve 'merhaba'  diyemeyenler şimdi çıkmış: 

"Altı milyonun oyu istiyoruz!" -diyebiliyorlar.

Ve demek istiyorlar ki:

Bu organizmaya karşıyız, fakat onun organlarını istiyoruz! 

Bu binanın bölümlerini, duvarlarını değil ama tuğlalarını istiyoruz! 

Ne kadar da trajikomik bir durum değil mi?

Ey uyanıklar, uyanık geçinenler! 

Zaten 'öteki’ sayılan altı milyon olmasaydı HDP olmazdı ki! 

Çınar ağacı devrilecek siz de odun toplayacaksınız, öyle mi? 

Sizi gidi kendisini en akıllı sayan fırsatçılar sizi!  

İşte bu yüzden inkâr edenle uzlaşılmaz! 


 Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız