15 Ekim 2021 Cuma

Kürt Sorunu



Son günlerde 'Kürt Sorunu', çokça konuşulur oldu. Kimi, bu sorun vardır, kimileri de böyle bir sorun yoktur diyor. Ama neyse ki Kürtlerin var olduğu konusunda uzlaşmış görünüyorlar. Daha düne kadar, ‘Kart, kurt’ diyenlerin bugün “Kürt” demiş olmaları önemli bir gelişme sayılabilir. 

Bu konuyu, vardır/yoktur diye konuşanlar, eğer bu sığlıktan kurtulmak isterlerse, birazcık Osmanlı ve Cumhuriyet tarihine bakmaları yeterlidir. O zaman ülkemizin en eski halklarından biri olan Kürtlerin zaman zaman, demokratik ve birer insan hakkı olan dil, kimlik, inanç ve kültürleri için bazı yönetsel ve hukuksal çözümler istediklerini görebilirler. 

Fakat ne yazıktır ki onların bu istekleri egemen güçlerce tam 29 kez; hainlik, bölücülük, emperyalist emellere hizmet ve isyan olarak kabul edilmiş ve militarist anlayışla bastırılmıştır. 

Birer insan hakkı olan demokratik taleplerin, her seferinde askeri güçle bastırılması sonucu olarak ülkemizde; asker-sivil çokça insan ölmüş, çok büyük acılar yaşanmış, derin yaralar açılmış, doğal çevre zarar görmüş ve çok büyük ekonomik kayıplar verilmiştir. Fakat bu asırlık sorun yine de ölüm, öfke, kin, düşmanlık, çatışma, savaş konusu olmaktan hiç de çıkıp, bitmemiştir. 

Çünkü kişi ve toplumsal gruplara yapılan baskılar sonucu yaşanacaklar, yani fizikteki: 'sıkılan her şey patlar' evrensel gerçeği hiç hesaplanmamış ya da önemsenmemiştir.

***

Birinci Dünya Savaşı sonunda; Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Gürcü, Abaza, Arnavut, Boşnak, Roman, Ermeni, Rum, Arap, Süryani gibi çok kimlikli halkları olan Osmanlı İmparatorluğu, yenilgiye uğramış, sarayı çaresiz, ordusu dağılmış ve pek çok önemli toprakları ise emperyalist güçlerce işgal edilmiştir. 

Başarılı bir Osmanlı subayı Mustafa Kemal, bu haksız emperyalist işgale karşıdır. Bu anlayış içinde görevli olarak 19 Mayıs 1919 günü Samsun'a gider, orada gerekeli görüşmeler yapar ve sonra da birkaç asker arkadaşı ile 21-22 Haziran 1919 günleri Amasya'da toplanır, burada düşman işgaline karşı bir direnişi başlatma kararıyla, hareketin amaç, yol ve yöntemlerini  bildiren "Amasya Genelgesi'ni hazırlayıp ilan ederler. 

Anadolu halkıyla kucaklaşıp, onların desteğini alarak işgal altındaki yurdu düşmanlardan kurtarmak için her çevrede sevilen, sözü geçen; komutan, feodal ağalar, beyler, aşiret reisleri, din adamları gibi halk önderinin katılımıyla 23 Temmuz-7 Ağustos 1919 günleri: 'Erzurum Kongresi', 4 -11 Eylül 1919 günlerinde ise de 'Sivas Kongresi' yapılır. 

Bu kongrelerde alınan karalar uyarınca: 

  • Ülkenin içinde bulunduğu durum, çok kimlikli halkın demokratik talepleri konuşularak uzlaşma sağlanır, karara bağlanır. 
  • Her ili temsilcisi millet vekilleri belirlenir ve 23 Nisan 1920 günü Ankara'da Büyük Millet Meclisi toplanır.
  • 20 Ocak 1921’de Anayasası ile Türkiye Devleti resmen ilân edilir. 23 maddeden oluşan bu demokratik Anayasa'nın 11-21 maddeleriyle, ülkenin yönetimi, coğrafi ve ekonomik şartlarına göre: vilayet, kaza ve nahiyelere ayrılmış, vilayet ve nahiye ‘şuraları’ oluşturulmuş ve bunlara muhtariyet/özerklik verilmiştir. Böylece halkın yerel düzeyde 'kendi kendini yönetme’ hakkı tanınmıştır. 
  • 11 Ekim 1922 Mudanya Mütarekesi ile İstiklal Savaşı son bulur.
  • 29 Ekim 1923'te yönetim şeklinin Cumhuriyet olduğu kabul edilir.
  • Ve elde edilen bu sinerji ile üç yıl (1919-1922) süren Kurtuluş Savaşı kazanılmıştır. Ve bu başarıyla da diğer mazlum halklara örnek olunmuştu. 

Fakat 20 Nisan 1924 Anayasası ile 1921 Anayasası yürürlükten kaldırılır, böylece; yerinden yönetim ve özerklik gibi demokratik haklar yok edilir, Amasya Genelgesi, Erzurum Kongresi' ve Sivas Kongresi'nde varılan uzlaşmalara uyulmamış olunur. 

1924 Anayasasının kabulünden sonraki yıllarda ise 'Türkçü', 'Turancı', 'Güneş Dil Teorisi' akımları ve Mahmut Esat Bozkurt gibi ırkçı anlayış sahipleri ülke siyasetinde etkin olmuştur. Böylece Kürtlerin anadilleri ile eğitim almaları, çocuklarına istedikleri isimleri vermeleri yasaklamış, hatta asırlar öncesinden beri kullandıkları köy, ova, dağ, şehir, isimleri bile yasaklanarak değiştirilmiştir. Kısacası: Kürtler kandırılmıştır.

Şimdi gelelim 'Kürt Sorunu' dedikleri konuya: 

Bu sorun, gasp edilen tüm kültürel ve demokratik insan haklarını kapsar. 

Siz bir an olsa bile, bu haklarınızın gasp edildiğini hiç düşündünüz mü? 

Peki, eğer düşündüyseniz neler hissettiniz? 

İşte biz Kürtler de tam da bunları hissediyoruz! 

Hemen "biz et ve tırnak gibiyiz" demeyiniz lütfen. 

Çünkü şimdi hem et hem de tırnağın sorunları var. 

Çünkü ülkemizin 'Kürt Sorununu' çözümsüz bırakan, bir 'Türk Sorunu' var. 

Örneğin; ülkemizde 20 milyon Kürt olduğu halde, bunlar anadilleriyle eğitim alamıyor ve Mecliste Kürtçe konuşan vekilin konuşması kayıtlara: “bilinmeyen bir dilde” diye geçiyorken, bizden binlerce km. uzakta ve çok az Kürt nüfusun bulunduğu Japonya'da ise bir üniversitede Kürt Dil Bölümü açmıştır.  


Ve Türkiye öyle bir dış politika geliştirmiş ki, dünyanın neresinde Kürtlere dair bir etkinlik, bir başarı hikayesi varsa oraya diplomatik müdahalede bulunuyor. 

Biz ne savaş ne ayrılık ne de fazlalık haklar istiyoruz. Biz, ülkemizde; sadece önyargılardan uzak karşılıklı saygı içinde, barış ve demokrasinin sağladığı eşit insan haklarına sahip yurttaşlar olarak yaşamak istiyoruz.    

Bakınız, 20 Nisan 1931 günü ülkemizin kurucu lideri Mustafa Kemal (daha Atatürk ismini almamıştı): "Yurtta barış, dünyada barış" diyerek barışı kutsamış, işgalci savaşları ise lanetlemişti. (Fakat aynı Mustafa Kemal 7 yıl önce, demokrasi ve çoğulculuğu savunan barışçı 1921 Anayasasını kaldıran, Türkçülüğü ve tekçiliği savunan 1924 Anayasasına destek vermiş, iç barışı demokrasi ile değil askeri yöntemlerle sağlamaya çalışmıştır.)  

Ama yine de hepimiz "Yurtta barış, dünyada barış" demeliyiz: 

Çünkü savaş; küçük bir azınlığın çıkarı için doğadaki ekosistemi bozar, canlıların yaşam hakkını ve kaynaklarını yok eder, büyük acılar yaşatır, insanları birbirine karşı öfkeli, kindar düşmanlar yaparak sömürü çarkının kolayca dönmesini sağlar.

Ama barış, doğadaki ekosistemi bozmadan canlıları yaşatır, içeride ve dışarıdaki insanları; eşit hakları olan paydaşlar kabul eder, kimlik ve çeşitlilikleri birer zenginlik kabul edip karşılıklı saygının huzur içinde yaşamalarını sağlar. 

“Alavere dalavere Kürt Memet nöbete” dönemi bitmeli artık.  

Kimsenin kimseyi küçümseyip yok saymadığı, herkesin önyargılardan arınmış bir barış iklimine ihtiyacı var.  

Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


9 Ekim 2021 Cumartesi

"Okulsuz Eğitim"

Herkese, hepinize: Merhaba! Günaydın! Tünaydın!

İki yıldır insanlığa meydan okuyup can alan ve maske taktıran salgın hastalığa, henüz dur yeter diyememiştik. Üstüne bir de yangınlar, seller, savaşlar, nefret suçu katliamlar, nedensiz tutsaklıklar, yalanlar, yasaklar, yokluk ve yolsuzlukların çokça olduğu, çok sıcak, çok uzun ve çok yorucu bir yaz geçirdik. 

Bu olaylardan çokça yara aldık, çok büyük acı, üzüntü ve öfkeli anlar yaşadık. Fakat henüz acı ve sızıları bitmedi, daha bunların artçıları, bir de soğuk-karanlık bir kışın yaşatacakları var. 

Evet işte bunlar hep uyarıyor ve uyutmuyor bizi.

Hani, Melih Cevdet Anday: "Uyumayacaksın / Memleketin hali / Seni seslerle uyandıracak..." -diyor ya...  

Ama uykumuz ne kadar kaçarsa kaçsın, yaşam devam ediyor, etmeli de. Çünkü doğanın yasası gereği her ölüm ve engellenmiş hayattan yeni bir yaşam doğar. Bunun için de herkesin kendisi ve çevresiyle barışık olduğu barışçı bir iklim gerekir. Öyleyse önce şimdiye, yani güne barışık başlamak gerek. Güne barışık başlamak, sokağın gürültüsünü, yaşamın zorluk ve çarpıklıklarını kısa süreli de olsa unutturup, dingin kılar insanı. 

Ben de barışık bir günüm olsun diye kendimle sözleştim ve aylardır uzak kaldığım klavyenin başına geçtim.

Yazmak istiyorum!

Ama hangi konuda ve neleri yazacağım?  


Yaşanmışlıkların mağdurlarını mı, tüm sorunlara çare bulmakla görevli mağrur yöneticileri mi, yoksa “eğer bu konulara dokunursam yanarım” diye görevleri alanında olup bitenlere dokunmak istemeyen savcıları-yargıçları mı yazmalıyım?  


Bunca derdin, sorunun hangisine ve hangi nedenle öncelik vereceğim?  

Şaşırdım! Şaşırdığım için de kolaycı yolu seçen içsesim bana: "Yazma, vazgeç!"-diyerek gerekçelerini sıralıyor bana.

"Eğer bu yaşanmışlıklardan hangisine dokunacak olsan, binlerce ah işitir, acılarla kavrulur, öfkelenir, çokça üzülür ve hem de bu üzünç duygularını okurlarına da yaşatırsın!"  

Sonra da gelişmeleri izledikçe ve düşündükçe doğal olaylar dahil yaşanan tüm olumsuzluklardan insanların sorumlu olduğunu görüyoruz. Kimi kendisi ve yandaşlarının çıkarı için, kimi görevinin gereğini yapıp yönetemediği için bu kadar ağır kayıplar yaşatıyor insanlara, doğaya, börtü böcek tüm canlılara. Demek ki tüm bu acıların odağında "eğitimsel sorunlar" var. Bu düşünceler beni adeta: 'buldum, buldum!'-dedirtiyor.

İşte yazacak bir konu! 

Öyleyse en önce okullarımıza, öğrencilerimize, öğretmenlerimize, velilerimize ve okuldaki eğitime bakmalı onu yargılamalıyız. Zaten iki yıldan beridir covid salgını nedeniyle günlük yaşamlar ve ekonomiler büyük darbeler almış, çocuksuz kalan okullarımız da cıvıltısız kalmıştı. Salgının dünyaya dayattığı bu zorunlu kısıtlama, sanırım dünyada yıllardır tartışılan "Okulsuz Eğitim" konusunu da daha güncel bir hale getirmişti. 

O halde konumuz: "Okulsuz Eğitim" olsun. 

Biliyorsunuz yıllardır tüm dünyada yapılan okul eğitimi (örgün eğitim) karşıtı görüş ve yoğun eleştiriler var. Okullarda yapılan eğitim onları o kadar, yıldırmış ki: eğitim kalsın fakat okullar yok olsun deyip "Okulsuz Eğitim" istiyorlar.  

"Okulsuz Eğitim" isteyenler dünyadaki örgün eğitim sistemine karşı bir tepki olarak ortaya çıkan ve çokça taraftarı olan bir anlayıştır. 

Peki, "Okulsuz Eğitim" isteyenler okul eğitimine niçin karşı? 

İşte bu soru, binlerce soruna çözüm olabilecek pek çok kapıyı aralayabilir düşüncesiyle işe başlayalım:  

Bu anlayış sahipleri, okul eğitiminin özetle: 

Bireye toplumsal ve sosyal bazı "istendik davranışlar" kazandırmayı amaç edinerek, "benzer bireyler" yarattığını, böylece özgür ve özgün davranışların oluşmasını engellediğini...

Bilgilerin belleklere; ilgi, yeti ve duygusal farklılıklar düşünülmeden, gerçek hayattan uzak ezber kalıpları olarak yüklendiğini... 


Bireylerin; düşünmeyen, sormayan, sorgulayıp yorumlamayan, yani üretmeyen uydular olarak yetiştirildiğini...


Başarının ise, ezberlerin "aynen" tekrar edilmesi olarak görüldüğünü....


Söylerler.


Peki, bu tespitlere karşı çıkabilir misiniz?  


Bence karşı çıkamazsınız.


Ayrıca, "Okulsuz Eğitim" isteyenler:

 

Her şeyin sıklıkla gelişip değiştiği bu dijital çağda, önceden belirlenmiş müfredatlar ve konuları olmamalı. Yaşamın olduğu her alan bir okuldur ve her yerde öğrenme olabilir diyorlar.


Peki, bu tespitlere itirazınız var mı? 

 

Bence, epey kişi bunlara karşı çıkar.


Çünkü, yukarıda "istendik davranışlar" dedik ve fakat bunları açıklamadık. Biraz açıklama gerekir: dünyada okul eğitim başladı başlayalı egemen güçler müfredat ve konularla; hep kendi inanç ve kimliklerini önceleyen, başkalarını yanlış ve düşman gösteren davranışlar kazandırılmak isterler öğrencilere. İşte bu "Vatan, Millet, Sakarya" hamaseti eşliğinde hazırlanan içerikler: bireye "istenen davranış" olarak dayatılır. Böylece bu "ulu çıkarlar" uğruna bilime, sanata, barışa, tarihsel gerçeklere karşı çıkılır... İşte bugün de bu durumun devamını isteyenler, henüz o dayatmaların etkisinden kurtulmamış olanlarımızdır. 


***

Evet, okul eğitiminin ya da örgün eğitimin pek çok yanlışı eksiği vardır. Ama bunun yanında da çokça artıları da var. Çünkü okullar ve sınıflar çocuğun toplumsallaşması için en önemli alanlardır. Çocuk orada; iletişim kurmayı, uyum sağlamayı, empati yapmayı, paylaşmayı, oyun oynamayı, yenilip-yenmeyi, başarmayı, akran dayanışmasını, kendisini tanıyıp ayakta kalmayı, gelecek kurgulayıp yaşamayı ve insan olmayı öğrenir. Bu nedenle okullar bizim vazgeçilmezlerimizdir. 

Ancak vazgeçilmez olan bu okullarımızın, "Okulsuz Eğitim" isteyenlerin haklı istekleri doğrultusunda ele alınıp, yeniden düzenlenmesi, herkesin en değerlisi olan çocukların geleceği için zorunludur.     

Daha iyi bir gelecek için bu güncel eğitim konusunun, eğitimin paydaşları olan, öğretmen, öğrenci, veli, yöneticilerce yani herkesin bulunduğu konumdan hareketle ele alınması, sorunların çözümünü kolaylaştıracak yol ve yöntemler aranması bulması gerekir. 

***

Hani, "En çabuk çocuklar öğrenir, tabii ki onların dillerinden anlarsan" -derler ya. 


Günümüz okullarında çocukların dillerini anlamak yerine, onları yetersiz gören, onlara güvenmeyen, onları harekete geçirmeyen, onlara ulaşmayan diller kullanılıyor.


İşte asıl sorunumuz tam da bu! 



Emin Toprak - DOSTÇA


Diğer yazılarım için tıklayınız



28 Mayıs 2021 Cuma

Kalemim


Yıllar önce almış olduğum bir mekanik kurşunkalemim vardı. Vardı dememe bakmayın, aslında o yine var, fakat yaralı, yorgun ve yaşlı. Onu, dış mahallelerdeki bir okula giderken bir kırtasiye dükkanında görmüş, beğenmiş ve almıştım. Hangi ülkede üretildiği belliydi, ama yaşı kaçtı, hangi emekçi usta üretmişti gibi bazı bilinmezleri vardı. 

Bu bir kurşunkalemdi, fakat kalem açacağıyla ucu açılıp her gün biraz biraz tükenenlerden değildi. Bunun, iş birliği içinde çalışan birkaç mekanik parçası, bir de yazmasını sağlayan ince uçları vardı. Onun besini olan bu ince uçlar; grafit ile kil karışımının 900° C’de fırınlanmasıyla oluşurmuş. 

Zamanla ben ona, o bana alıştık, birer sahip-arkadaş olduk. O, güzel dostluklar kuran mektuplarımın yazanı, sırlarımın da ortağıydı. 

Sonra çokça yeniliği birlikte görüp yaşadık: Herkesin birinci hamur kâğıda ulaşamadığını, 'saman' kâğıtları, karbon kâğıt çoğaltıcıları, daktiloyu, mumlu kâğıtları, teksir makinasını, fotokopi makinasını, bilgisayarı, dijital telefonu…Fakat o, hep kalbimin üstündeki cebimde benimle  kaldı.  

Kalemimi, üç parmağım arasına alışım, aramızda güvene dayalı bir bağ oluştururdu. İyi bir dinleyici olduğu için ona, cümleyi başlatacak bir duyguyu, bir düşünceyi fısıldamam yeterli gelirdi. Sonrasını o istediğim tarzda yazar, yazardı.

Bu, beni çok etkilemiş olacak ki: "Keşke çok önceleri, henüz çocukken; böyle halden anlayan, böyle hızlı yazan, bir kalemim olsaydı da 'Gülizar Teyze'nin anlattığı o güzel masalları yazıp bugüne taşısaydım." -deyip iç geçirdiğim de oldu.
 
Bazı yazdıklarını beğenmez, çizip silerdim, o, belli etmek istemese bile ben onun kızdığını anlardım. Haklıydı. Çünkü, yavaş yavaş tükenen onun parçaları, çizip sildiklerim de onun emeğiydi. 

Aslında onun bilmediği, bilse çok kızacağı başka başka suçlarım da vardı benim (lütfen aramızda kalsın): Onun emeğiyle yazılan notları, önceleri daktilo tuşlarıyla, sonra da bilgisayar klavyesi yardımıyla kayıt altına alırken, ekleme-çıkarmalar yapar, sonra o kâğıdı parça parça edip sepete atardım. 

İşte biz böyle iki arkadaş olmuş ve birlikte yaşlanmaya başlamıştık. Ben emekli olduğumda, o da yorgundu ve ona albeni kazandıran boya-cilaları dökülmeye başlamıştı. Bir gün yine onu üç parmağımın arasına almış heyecanla bir şeyler yazıyorduk ki birdenbire orta yerinden kırılıverdi! Çok üzüldüm! Bilmem hangi yapıştırıcıyla yapıştırdım, iki-üç gün sonra yine aynı yerden parçalandı. Bu kez yaralı yerini silikon yapıştırıcıyla birleştirdim.

Fakat olmadı, artık eski tutkusu, enerjisi kalmamıştı. Kim bilir belki de bu bana karşı: "Şuna bak hele! Kendisi emekli olduğu halde, daha benden hizmet istiyor!" -bir karşı duruştu! 

Ben de bu olası düşünceye hak verdim ve onu özenle sarmalayıp, bir kutunun içinde dinlenmeye bıraktım. Ve ona göstermeden kendime yeni bir kalem aldım, şimdi onunla tanış olmaya çalışıyorum.  

***

İnsanı diğer canlılardan farklı kılan özelliklerin başında, düşünme ve alet kullanması gelir. Benim en çok kullandığım alet kalemdir. Onunla yazar, çizer, düşünürüm. Bence yazı yazmak, yemek hazırlamak gibidir. Bir yemeğin tadı, tuzu, lezzeti, beğenisi nasıl isteniyorsa, yazı için de bunlar istenir. Kalemle beğeniye sunulan bir yazının; tadını, tuzunu, lezzetini de ancak sözcük ve imleri belirler.  

Çocukluktan kalan bir tutkudur bendeki kalem sevgisi. 40 yıl eğitimcilik yaptım bu sürede, her öğrencinin kalem tutuşu, kalemin defterdeki izleri, eldeki, çantadaki kalem boyutları ilgimi çekmiş beni düşündürmüştür. Bu gözlemlerle ben, o öğrenci ve aldığı eğitim hakkında bilgi alırdım. Hem de 2-3 cm kalmış küçücük kurşunkalemle yazmaya çalışanı veya defteri olmayanları gördükçe içime kramplar girerdi.  

Kim bilir; gerçek ve düş ürünü olan nice anı, şiir, öykü yazılmadıkları için toz olup uzayın derinliklerinde kaybolmuş. Ya da gerçeklikten uzaklaşıp söylenceye dönüşmüştür.  
   
Eğer duygular, düşlenenler, yaşamda olup-bitenler not alınıp dile gelmese geleceğimiz söylencelerle çok fakir kalır. 

*

Sevgili okurlarım-dostlarım;
Yaz başladı, içeride-dışarıda ortalık alev alev. Çıkar-nefret için kurulan ortaklıkların kirli-kanıl dosyaları 'cee!' dercesine aralanıp, kapanıyor! Çıkarcılar, 'bir-beraber olup' yeni saflarda buluşuyor başka yangın ve kaoslu günlere hazırlık için.

Ama sanmayın ki kalıcı olacaklar, gidiciler, gidici! Kirleriyle birlikte!

Dostlarım, sevgili kalemim gibi ben de yoruldum... Yeni kalemlerime alışmak, biraz dinlenmek için yazılarıma bir süre ara veriyorum. 

Sevgi ve saygılarımla, kalın sağlıcakla... 

Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


21 Mayıs 2021 Cuma

“Uyumayacaksın!”


Şiir okumayı, dinlemeyi ve sonra imgeleri üzerinde düşünmeyi çok severim. İşte, Melih Cevdet Anday'ın beni çok etkileyen bir şiiri: 

Telgrafhane

Uyumayacaksın

Memleketinin hali

Seni seslerle uyandıracak

Oturup yazacaksın

Çünkü sen artık o sen değilsin

Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin

Durmadan sesler alacak

Sesler vereceksin... -diye devam eder.


Anday, bu şiiri 1952 yılında yazmış. O yıllarda insanlar arası iletişimi, iletken tellerdeki elektriğin elektromanyetik sinyalleri "tik-tak ve alo, alo" sesleriyle sağlardı. Bizleri, dünyanın her noktasıyla zaman-sınır-sırasız, sesli-görüntülü-belgeli olarak buluşturan, bazen de uykusuz bırakan dijital internet çok yeni. 

***   

3 Kasım 1996 günü akşam üstü saatleri, Balıkesir-Bursa arasındaki Susurluk ilçesinde, kimilerinin "Susurluk Kazası" kimileri de "Susurluk Skandalı" dediği bir trafik kazası oldu. 

DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak'a ait siyah mercedesin yolcuları, toplandıkları tatil beldesinden çıkmış, İstanbul'a dönüyorlardı. Çok hızla yol alırken birdenbire yakıt istasyonundan yakıt alıp ana yola çıkmakta olan bir kamyonla çarpışırlar. Sedat Bucak yaralı olarak kurtulmuş, diğer üç kişi ise ölmüştü.  

Araçtaki oturma düzeni şöyleydi: 

Direksiyonda: İstanbul Polis Okulunun Müdürü Hüseyin Kocadağ...

Hemen yanında: siyaset ve feodalite temsilcisi Sedat Bucak...

Önceliklilerin oturduğu arka koltukta ise 'Mehmet Özbay' kimliği olan bir kişi ile sevgilisi vardı. Bu kişiye ait 'silah taşıma belgesi', dönemin en etkili isimlerinden biri olan İçişleri Bakanı Mehmet Ağar'ın imzasını taşıyordu. 

Aracın bagajı bir cephanelikti: Özel Harekât Daire Başkanlığı envanterine kayıtlı iken "kaybolduğu" söylenen suikast silahları ve mühimmat vardı. Ayrıca, bagajda olduğu halde "kaybolan" belgeler dolusu bir çanta...   

Sonra, Mehmet Özbay kimlikli kişinin; karanlık ve çok kirli eylemleriyle ün almış bu nedenle de kırmızı bültenle aranan Abdullah Çatlı olduğu ortaya çıkmıştı.  

Abdullah Çatlı, 1978'de Ankara Bahçelievler'de 7 TİP'li öğrenci ve Doç. Dr. Bedrettin Cömert'in katledilmesi olaylarının firari sanığı iken yurt dışına kaçmış, orada da uyuşturucu ticareti nedeniyle birçok kez tutuklanmıştı. 1990'da İsviçre'deki bir cezaevinden firar etmiş, kırmızı bültenle aranan biriydi. 

Bu kaza sanki kirlilikleri ortaya çıkarmak için kurgulanmış bir senaryo idi.

Çünkü, devlet zırhı içinde güçlenip pek çok faili meçhul katliam yapan bir odak vardı. Bu odak vatandaşın-kamunun kaynaklarına el koyup korku salardı. Görünmez olduğu için derin devlet adını alan bu odak her zaman kirli, karanlık ve gizli kalmıştı. 

İşte bu trafik kazası sonunda 'Pandora'nın Kutusu' açılmıştı. Böylece; gizli-saklı-kirli siyaset-polis-mafya ilişkileri apaçık ortaya çıkmıştı.

Kamuoyu bu olayla sarsılıp büyük bir tepki göstererek kaza ile ortaya çıkan devlet-siyaset-mafya ilişkilerinin ortaya çıkarılması için "Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık" ismi ile bir sivil toplum eylemi başlattı. 

Ülke çapında büyük bir destek alan bu ışık kapatma eylemi tencere, tava, ıslık ve protesto sesleri eşliğinde büyük bir katımla günlerce sürmüştü. 

Bu eylem sonunda:

Başbakanı Erbakan: "Gulu, Gulu Dansı" dedi.Mecliste komisyonlar kuruldu. Üç tane 'Susurluk Raporu' hazırlandı.  

Ayhan Çarkın, faili meçhul cinayetlerin özel harekât polisleri tarafından Mehmet Ağar ve İbrahim Şahin'in talimatıyla "devletin bilgisi dâhilinde" işlendiğini açıkladı. Savcılık, Mehmet Ağar, İbrahim Şahin, Korkut Eken, Yeşil Kod adlı Mahmut Yıldırım ve özel harekât polislerinin arasında olduğu 19 kişi hakkında 18 faili meçhul cinayetten dava açıldı. 

İçişleri Bakanı Mehmet Ağar istifa etti ve hakkında ‘cürüm işlemek için silahlı teşekkül oluşturmak’ suçundan 5 yıl hapis cezası verildi.

Ama, Susurluk, Yeşil, Jitem katliam dosyaları kirlerinden aklanmadan sırları ile birlikte karanlık raflarda yerini aldı. 

Erbakan'ın haksız "Gulu, Gulu Dansı" benzetmesi haklı çıktı!    

***

Aradan 26 yıl geçti. Gökyüzünü yine kapkara bulutlar sarmış. Bulutlar arası hedefsiz şimşekler çarpışırken, yeryüzünü yıldırımlar hedef almış durumda. 

Organize Suç Lideri Çakıcı 'af' ile hapisten çıkınca, o bilindik 'yaşlı kurtlar': Çakıcı-Ağar-Alan-Eken toplandı ve paylaşım paydaşlarını  'fotoğraf' ile duyurdular. Bu karede yer bulamayan Organize Suç Lideri Turancı Sedat Peker 'dönüş sözü' alarak yurtdışına çıkmıştı.

'Söz' tutulmayınca 'racona' uyan Peker, 'Bir tripot, bir kamera” eşliğinde; gülerek, suçlayarak, tehdit ederek, faillerin bütün kirliliklerini tanık, belge, yer, zaman sıralamasıyla ortaya döküp, meydan okudu. Hem de eğer söyledikleri gerçek çıkmazsa, parmak ve bilek kesme sözü bile verdi.  

Hedefinde: Soylu, Ağar, Ağar'ın 'Bodrum Hatırası' fotoğrafı, Pelikancılar, medya patronları ve yalaka gazeteciler var. 

*

Orta yerde ülkenin gerçekleri:

Ülkemiz dünyada yapayalnız kalmış.

Maliye, Ticaret, İçişleri Bakanları hakkında çokça söylenti var.

Esnaf kepenk kapatmış, ticaret durmuş, iflas-intiharlar artmış. 

Kolimbiya Savunma Bakanı, İzmir Limanına gidecek olan 4.900 kg. kokain yakalandığını söylemiş. Bizimkiler, 'Kime?!' diye soramaz olmuş.

Adalet, Hukuk, Yasama, Yargıya işlev kazandıran kuvvetler ayrılığı tek elde toplanınca: Meclis, yargıç-savcılar işlevsiz, akademi ve medya konuşamaz olmuş. 

Yoksulluk-Yolsuzluk-Yasakları yok etme sözleri unutulmuştur. '3Y'; ihale yasaları ve kapitülasyon benzeri taahhütler imzalanarak 'resmileşmiş' daha kalıcı olarak sisteme eklenmiştir.

*

Mahsuni Şerif, yıllar önce olup bitenleri sıralayıp faillere: Yuh! Yuh! -çekerken, halkına da: Uykuda mısın? Uyan! Uyan! -demişti. 

Evet, "öğrenilmiş çaresizlik" gereği bizler; 26 yıl önce sivil toplumun büyük bir katılımla yaptığı: "Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık" benzeri bir eylemi bile yapmıyoruz. 

Sadece bakınıp-yakınıp-umutla bekliyoruz! 

İşte, memleketin hali! Şimdi gel de uyu. 


Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

14 Mayıs 2021 Cuma

Bugün Bayram


Bugün bayram!

Bayram; dinsel ya da ulusal ögelerle toplumu bir araya getirmek için gerekli olan sinerjiyi sağlayacak 'kutsal' günlere verilen isimdir. Bayramlar, gösteri, tören ve eğlencelerle kutlanır.

Bugün bayram!

Çıkar savaşları son hızla devam ediyor! 

Havalar çok çok sıcak, alaz alaz! Ortalık toz, duman! 

Sermaye-Siyaset-Devlet-Çeteler; güç gösterisi ve çıkar peşindeler, susmuyorlar! 

Hem de henüz "Susurluk" kirleri aklanmamışken!

Her gün listeye yepyeni karanlıklar ekleniyor.

Hani nerde, niçin suskun savcılar!

Bugün bayram!

İş, aş arayanlar, emekliler, doyamayan emekçiler, güvenli bir gelecek, daha sağlıklı bir çevre için Rize İkizdere Vadisinde, Kaz Dağlarında, maden ocaklarında talana karşı olanlar, içeride-dışarıda insan hakları ve özgürlükleri gasp edilenler için de bayram! 

Bugün bayram!

Salgına dönüşen bir hastalık, bir buçuk yıldan beridir tüm dünyaya ölüm korkusu salmış durumda. İnsanlar şaşkın, endişeli korku içinde; maske takarak, fiziki mesafeli durarak, aşı olarak, işe gitmeyerek korunmaya çalışıyorlar. 

Bugün bayram!

Herkes kepenk kapatıp, kısıtlı yaşarken, 40 yıl sonrası torunlarımıza bile dolar borcu bırakan beş ünlü müttehittin taksit ödemeleri devam ediyor.    

İşte böyle bir bayram!

***

Bugün bayram!

Oruç tutmak, kurban kesmek ve bayramlar sadece İslam inancına ait değil ki. Bunlar, hemen her inancın ortak değerleri. Bu inançların çok çok öncelere dayanan, insanlık tarihiyle yaşıt bir geçmişleri var. Biraz da bu neden-niçin tarihine bakalım: 

Dünyada yaşam başladığından beri olagelen; deprem, fırtına, yangın, su tufanı, yanardağ, salgın gibi insan fizik ve teknik gücüyle önlenemeyen, pek çok doğa olayı, olmuş daha da olacaktır. 

Bu felaketler, sınır, kimlik farkı olmaksızın herkese zarar veriyor, çokça acı, korku, yılgınlık yaşatıyordu. 

Bir de öte-dünyada olacaklar eklenmişti korkularına. Bu ruh haliyle insanlar kendilerini, yaşamda olup-biten tüm olumsuzlukların sorumlusu; günahkâr-suçlu-aciz-yetersiz biri olarak görüyordu. 

Bu suçluluk içinde 'İlahi' güçlerden çaresiz ve savunmasız olarak korunma isteyen insan toplulukları vardı. Bunlar hangi güçten korkarsa ona tapıyordu. Güneşe, aya, yıldızlara, ruha, suya, havaya, toprağa, ateşe ... tapmalar işte böyle başlamıştır. Böylece tapınaklar, yapılmış, aracılık yapacak ruhban sınıfı oluşmuştu.  

Çok tanrılı ve tek tanrılı inanç sistemlerinde insanlar; yaşanan tüm iyilik, kötülük, sıkıntı ve felaketleri, Tanrısal güçten gelen birer "hayır ve şer" olarak görürdü. Bu varsayımdan hareketle de O yüce güce sığınılır, O'nun af etmesi, koruyup kollaması istenirdi. O, yüce güç ile aralarında oluşan fiziki-düşünsel mesafenin azalması için, Cennette gidip O'na daha yakın olmak için, O'nu mutlu etmek için ibadet ve dua edilirdi.  

Oruç tutma; çok tanrılı ve tek tanrılı inanç sistemlerin hemen hepsinde vardır. Bireyin, mensubu olduğu inançça belirlenen kural, gün-saat sayısı kadar; yemek, içmek, yıkanmak, parfüm kullanmak, cinsel ilişki gibi ihtiyaçlarını ertelemesi veya yasaklamasıdır. 

Amaç; bu dünyada rahat etmek öte-dünyada Cennette gitmektir. Bunun için kişi Yaradan'a; işlediği suç-günahlar-yanlışlar için pişman olduğunu, tövbe ettiğini söyleyerek af diler. Ayrıca, vicdan muhasebesi yaparak; başkalarına karşı hatalı davranışlar ve haksızlıkları için özür diler, dargın olduklarıyla barışıp helalleşir. Bu amaçlarla dua eder, dilekte bulunur, gücü oranında ihtiyaç sahiplerine yardım eder.

Bayram, kurallara uyarak oruç tutma süresinin bitiminde, belirlenen gün süresince akraba-komşu-dost ziyaretleri yapılarak kutlanır. Bayramlarda coşku ve kutlama; görevlerini yapıldığı ve günahlardan arındıkları varsayımıyla yapılır.  

Böylece kişinin, içsel ve toplumsal alanda olup-bitenlerle yüzleşmesi, dayanışma içindeki bir sorumlu kişi olma farkındalığı kazandırılmak istenir.   

***

Aradan yıllar yüzyıllar geçmiş, salgın, deprem, fırtına, yangın, su tufanı, yanardağ gibi yerden, havadan, sudan kaynaklı pek çok doğa olayları yine olmaktadır. İnancını kendince yaşayan ve bilime inanan toplumlar için artık bu doğa olayları bir 'kader' değildir. Bu olayların verebileceği can-mal kaybını bilimsel ve teknolojik önlemlerle azaltılması şansı elde edilmiştir. 

Ancak şimdi de açgözlü insanlar, çıkarları için dağları, ormanları, suları, denizleri özetle doğadaki ekosistemi tahrip etmeye başladı. Korkunç olan da budur... 

Bayramın; Barış-Adalet-Kardeşlik-Özgürlük getirmesini diliyorum.


Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız







7 Mayıs 2021 Cuma

İnsanlık Değerleri

 

İnsanlık, yaşamın ortak uyuşma noktalarını bulmak, bencilliği yok etmek, yaşamı daha yaşanır kılma arayışı olarak başlayan ve insanların genlerine işlenerek ölümsüzleşen erdemler bütünlüğüdür. 

Taocu düşünür Tao Tseu, bu diyalektik döngüyü anlatırken der ki: 

'Erdem insanla birlikte ölmez, yeni doğan bebekle geri döner.' 

Bu tanımlamadan yola çıkıp şöyle bir çıkarımda bulunabilir ve:

Demek ki dünyamızda kötülüklerin azalması, barış ve uzlaşının olması, ancak 'insanlık' geni taşıyanların çoğalıp etkin olmalarıyla mümkündür diyebiliriz. 

Fakat bu kez de şöyle bir soruyla karşılaşabiliriz:    

Peki, o halde "insanlık değerleri" nedir ve nelerdir? 

Eğer hemen: eşitlik, özgürlük, adalet, hukuk, barış, liyakat, nezaket, saygı, empati, dürüstlük gibi bir sıralama yaparsak çok da inandırıcı olmayabiliriz.

Çünkü başka başka ülkelerde yaşayan her kişi ve yönetim kendince böyle bir sıralama yapar. Fakat ne yazık ki bu sıralamayı yapan kişi ve yönetim; bağlı olduğu etnik kimlik, inanç, mezhep, yaşam tarzı gibi o kabileye, o gruba özgü değerleri önceleyerek, onlara özgü bir sosla bezeyip sunar. 

Bu grupsal sosa batırılmış değerler, objektif değil sübjektiftir, yani bütünü değil, sadece o grubu temsil eder. Bunlara göre: “en doğru, en kutsal” değerler kendilerine aittir. Tabii ki, pek çok grup karşılıklı olarak bu önyargılara sahipse, o zaman bunların uzlaşması değil çatışması kaçınılmaz olur. 

Çünkü onlar birer fanatiktir. Fanatikler; nesnel gerçekleri görmek, duymak, bilmek istemezler, sadece kendi grubunu kutsar, onun çıkarını düşünür, 'öteki' olanları ise 'düşman' ilan ederler. 

Sosyoloji, bu tarafgirliği: "mahalle kültürü" olarak tanımlar. 

Tarihte ve günümüzde çokça zalim, bu grupçu kültürle beslenip güç kazanmıştır. Mazlum halklara karşı sömürü, talan, zulüm, kötülük, acı, kıyım yaşatan savaşları da işte bu güçler başlatır.

O halde bu etnik kimlik, din, inanç, mezhep, yaşam tarzı gibi grupçu, çatışmacı değerler insanlığın ortak değerleri değildir, olmamalı. Onlar insanı sadece kendi gözlükleri ile baktırır. 

Oysa her ülke kendi farklılıklarını birer zenginlik sayıp, onları eşitlikçi bir anlayışla yani insanlık değerleri ile kucaklarsa, o zaman iç barışını sağlar ve evrenselleşir. 

***

Herkes gibi ben de zaman zaman kendime: "Niçin dünyada açlık, yokluk, sömürü, savaşlar var? Niçin insanlar bana yetsin, bana dokunmasın yeter anlayışında? Niçin haklı çoğunluk, haksız zalimlerin yanında yer alır? ..."   Benzeri sorular sorar, kendimce cevaplarım.

Toplum ikiye ayrılmış: 

Solda fakir bir çoğunluk, sağda şatafat içinde bir azınlık var!  

Fakat ne yazık ki, bu denklemde bir tuhaflık bir yanlışlık var!

Çünkü, sağdakilerin hem güç kaynağı hem destekçileri hem de şakşakçıları, solda olması gereken fakir çoğunluktan!

Yani sorgulamayan yoksul çoğunluk; kendi yoksulluğuna neden ve sorgulamasına engel olan zengin azınlığın hizmetinde!

Hep birlikte insanca yaşamak için denklemi bozan bu güç kaynaklarına ulaşıp, onları esas saflarına çağırmak gerek.

Bernard Shaw: “Doğruyu her zaman söylemek bir erdemdir, ama doğruyu zamanında söylemekse erdemlerin erdemidir.” -der. 

Zaman daralmadan doğruları söylemek, gerçeklerle yüzleşmek gerek.

***

Şimdi yeniden: eşitlik, özgürlük, adalet, hukuk, barış, liyakat, nezaket, saygı, empati, dürüstlük gibi evrensel değerlerimize dönelim. Bunların nasıl var edebileceğimiz düşünelim.

Barış içinde yaşamayı sağlayan bu değerler sık sık savaşlarla, bencillikle ve riyakarlıkla çiğnenir. Bu kara güçlerden ürken insanlar bu yüzden; acı, karmaşa, haksızlığı görünce sinip kaçmaya çalışırlar. Fakat kurtulamazlar, kendi iç sesine, vicdanına yakalanıp, sorgulanırlar. 

Bu anlarda güçsüz ve çaresiz olduklarını kendilerine fısıltılarla söylerler. İşte yaşadıkları bu ikilemler yüzünden insanlar kendileriyle barışık olmaz stres-depresyon içinde yaşarlar. (Gerçi aşırıya kaçmayan gerginlikler de yaşamsal bir gerekliliktir. Çünkü, olup bitenlere duyarsız kalmak mutluluk değil, olsa olsa bir sığlık, bir durgunluk verir insana...).

Önemli olan kişi ve yönetimlerin bu evrensel değerleri; renk, dil, din, inanç, sınır, aidiyet gibi sınırlamaları yok sayarak insanlığı kucaklamasıdır. Erdemler, bireyden topluma, toplumdan bireye yansıyan güç kaynağı bir tohum olarak deneyimlenip yaşamı biçimlendirmeli.

Eğer bu değerler egemen olursa dünyamıza, o zaman gücü ele geçiren zalimlerin iktidarı uzun ömürlü olamaz ve yaptığı zalimliklerinin hesabı da bir gün elbette sorulur. 

Bu insanlık değerleri sayesinde sömürü, talan, zulüm, kötülük, acı ve kıyım yaşatan savaşlar son bulur dünya herkese yeter.  

Bu değerler insanlığı değil tüm canlıları ve doğal çevreyi de korur.


Diğer yazılarım için: tıklayınız