16 Eylül 2020 Çarşamba

YİNE Mİ SAVAŞ?!.. (1)

Ben bir eğitimciyim. 

Eğitimciler, görevi başında bir yargıç gibi, bir doktor gibi davranmalıdır. Karşısına gelenlerin ülkesini, ırkını, inancını, dilini, rengini, kültürünü, yaşam tarzını sorgulayıp yargılamadan onları ayrımsız kabul etmeli, her ortamda "insani" değerleri etkin kılmayı savunmalı ve uygulamalıdır. Eğitimci eğer bu özelliklere sahip olursa  o zaman; "Vatan, Millet, Sakarya" hamasetine kapılmaz, "yerli ve milli" olmak yerine bir dünya insanı olur.  

İşte bu anlayış içinde yazıma başladım, sizlere bu yazımla, her çağda insanlığın başına bela olmuş haksız savaşlar hakkında; okuduklarımı, gördüklerimi, sorularımı,  düşündüklerimi anlatmak ve biraz da bazı gerçeklerin resmi tarih marifetiyle niçin  saklandığına değinmek istiyorum.    

Savaş, bir gücün düşman ilan ettiği başka bir güce saldırması ile başlar. Bir ülkenin topraklarını, kaynaklarını ele geçirmek için başlatılan savaşların tümü haksız işgal savaşlarıdır. İşgale, talana, sömürüye, zulme karşı durup, demokrasi, özgürlük ve kurtuluş için savunmada bulunmaları ise haklı savaşlarıdır. 

Emperyalizm kan ile beslendiği için varlığını savaşlara borçludur. 

Emperyalizmin amacı sömürü yapmaktır, bu amacı gerçekleştirmek için de savaşmak zorundadır. Kendi düzenlerini kalıcı kılmak isteyen zalim liderler, hem ülkesi içinde, hem de ülke dışında kendilerine "düşman" bulurlar, onları; kötü-hain-düşman diye yaftalayan algılar hazırlatıp tuzaklar kurar, savaşırlar. Çıkar, ihtiras ve yalanlara dayalı biktidar savaşları, bazen baba-anne-çocukların bile birbirini öldürdükleri vahşi sonuçlar doğurmuştur. Tarihsel çağlar, işte bu tür acımasız ve insani olmayan savaşların yendi-yenildi zikzaklarıyla  açılıp, kapanmıştır.

Bugünlerde yine savaş çığlıkları başladı, biz de bir gerçeği hatırlatalım: Savaşlar son bulduğunda, kazançlı çıkanlar sadece birkaç egemen ile işbirlikçileridir. Kaybedenler ise her iki tarafın birbirine düşman edilmiş halklarıdır. Çünkü her iki tarafın mazlum halkları bu savaş sürecinde; canlarını, mallarını kaybeder ve çok büyük acılar yaşarlar.   

Savaş sömürünün en önemli aracıdır. 

2. Dünya savaşı, emperyalist güçlerin 1929 ekonomik krizinden çıkmak için faşist  saldırıya geçmeleriyle başladı. Savaş sonunda: 60 milyon insanın öldürüldü. Her kalemi milyarlarca dolar eden, uçaklar, füzeler, gemiler, tanklar, bombalar, araçlar, mermiler yok oldu. Doğa, yerleşim alanları ve yaşam kaynakların yakıldı, yıkıldı, talan edildi. Özetle çok büyük acılar yaşattı bu savaş dünyaya.  

Savaş sonrasında mazlum halklar çok çok kaybetti!. Savaşın ganimetlerini de o emperyalist güçler topladı. Çünkü yakıp yıkıp yok edilen; uçakları, füzeleri, gemileri, tankları, bombaları, araçları, mermileri yeniden üretip daha pahalıya sattılar. Böylece holdinglerine, kartellerine yeni yeni pazarlar açtılar.

Ve ölenleri ve kayıpları için büyük acıları yaşattıkları mazlum halklara, bir de yeniden imarın ve gelecek savaşlara hazırlık amacıyla yapılan tüm harcamaların faturalarını ödettiler.        

Fakat nedense resmi tarih savaşların genel felsefesini, amaçlarını hiç anlatmaz, savaşan tarafların sosyolojik, ekonomik, politik gerçeklerine dokunmaz. Hele hele savaşın emperyalist amaçlar için bir araç olduğu gerçeğini hiç dile getirmez. Sadece hamasi nutuklara atıp "bizim" olan zafer ve kahramanları anlatırlar. Sadece kendi ülke insanlarını; mert, dürüst, cesur ve haklı olduklarını, karşı tarafın ise haksız, hain, kötü, korkak, düşman ... insanlar olduğunu söylerler. Böylece de devamlı olarak öfke, kin, nefret ve düşmanlıkları diri tutarlar. 

Bunun için resmi tarih, barışa düşmandır sadece savaş seviciliği aşılar insanlığa... 

Ve bunun içindir ki: "Tarihi gerçekler değil, güçlüler yazar" derler.

Bilirsiniz, savaşta bir taraf pes edince savaş bitti diye kazanan taraf bayram eder, kendi güçlülerini alkışlar, onları kahraman ilan eder. Ne gariptir ki savaş kaybedenler de sonuca: kader deyip kendi güçlülerine dua eder gerekirse onlar için bir daha canlarını mallarını feda etme sözü bile verirler.

Peki, neden her iki tarafta da büyük çoğunluk olan mağdur ve mazlum halklar, sevdikleri ölürken, ev-mal-mülkleri yıkılıp yakılırken, ülkenin yeraltı ve yer üstü kaynakları talan edilirken... Olup bitenlere sebep olanların bu zalimler olduğunu niçin hiç düşünmezler? Neden yeni yeni savaşlarda da yine onların emirlerinde ve arkasında yer alırlar? 

Neden!..  

Mağdur insanlar kendilerine sessizce; Biz niçin öldürüldük ve öldürdük?!.. diye sorar fakat duyulmaz bu çığlıkları... Çünkü bu soruları soranların "hain" ilan edildiğini bilirler. 

Yokluk, yoksulluk, acılar ve çaresizlik içinde yaşayanları gördükçe, kendime dönüp: "İnsanlar sadece acılar içinde, sıkıntı çeksinler diye mi yaratıldı?, Niçin mantık, akıl, sağduyu devre dışı kalmış? Neden bu gaflet uykusundan uyanmaz bu insanlar?" sorular sorar, saatlerce düşünürüm. 

Peki, ya o yiten canları doğuran, onları özenle, sevgiyle, sakınarak büyüten anneler!... Onlar, neden suskun, neden sadece içlerine akıtırlar gözyaşlarını, niçin haykırmazlar acı ve öfkelerini, niçin dur demezler zalimlere ve savaşlarına?    

Barışın; birlikte, özgürce, insanca, paylaşarak mutlu yaşamak gibi erdemleri dururken... Savaşın ayrıştıran, düşman kılan, zulüm edip, sömüren yok eden, büyük acılar yaşatan kötülükleri niçin "tarih" diye kutsanıp okutuluyor? Gerçekler niçin algılarla perdeleniyor? 

Oysa BARIŞ, hiçbir parasal yatırıma, hiçbir silaha ihtiyaç duymayan, sadece demokrasi, eşitlik, sevgi, saygı ve hoşgörü ile ulaşılacak olandır.  

***   

Gördüğünüz gibi bugünlerde de:

Akdeniz'de savaş gemileri suları köpürtüyor, sular çok sıcak... 

Savaş uçakları "it dalaşında" zikzaklar çizerek meydan okuyor. 

ABD, Rusya, Fransa, İtalya Almanya... dünyanın tüm egemen, emperyal, zalim, karanlık güçleri ile kukla olmuş işbirlikçileri el ele tutuşmuş, yeni pazarlar arıyor...  


(Sözümüz bitmedi devamı olacak) 



Diğer yazılarım: tıklayınız




4 Eylül 2020 Cuma

BU EYLÜL ÇOK YÜKLÜ


Eylül, diğer aylara göre biraz farklıdır. Bu ayının  tarihsel geçmişi ve her yılki 
mevsimsel döngüsü içinde, savaş ve barış günlerinin acı ile sevinçleri pek çoktur. 
  
Emekçiler kışa hazırlık için yoğun çalışmalarla; verimli-verimsiz-acılı-sevinçli geçen bir yılın hasadını toplayıp kışa hazırlık yaparlar. Onun için de "Eylül tedarik ayıdır" derler. 

1 Eylül 1939 günü Almanya'nın faşist lideri Adolf Hitler'in emrindeki Nazi ordusunun Polonya'yı işgal etmesi, 2.Dünya Savaşının başlangıcı olmuştu. Bunu bir fırsat sayan faşist-emperyalistler ve onların işbirlikçisi olan güçleri, mazlum dünya halklarına ait kaynakları ele geçirmek için her yeri kana bulayıp büyük acılar yaşatmıştı.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1981 yılında aldığı kararla, savaş ve çatışmaları önlenmek, barış sağlamak, bilinçli bir farkındalık sağlamak ister ve 1 Eylül'ü  "Dünya Barış Günü" ilan eder. Ancak yirmi yıl sonra (7 Eylül 2001) aldığı başka bir karar ile: savaşın 21 Eylül 1945'de  bittiği gerekçesiyle bu kez 21 Eylül'ü "Dünya Barış Günü" ilan etmiştir. 

Bu nedenle her 21 Eylül günü, B.M. Merkezinde “Barış Çanı” çalınır. (Bu çanın bir de öyküsü var; Dünyanın her yerinden çocuklar, "bozuk paraları" bağış olarak toplarlar ve daha sonra bu paralar Japonya tarafından bir çana dönüştürülür...) Bu Çan'ın üzerinde: “Çok Yaşa Mutlak Barış” yazısı bulunmaktadır.

Tabii ki çok yaşasın Barış!... Çünkü Barış insanlığı; hiçbir parasal yatırıma, hiçbir silaha ihtiyaç duymadan, sadece demokrasi, eşitlik, sevgi, saygı ve hoşgörü ile mutlu eder, yaşatır. 

***

12 Eylül 1980 günü yapılan faşist darbe sonunda, ülkemizin demokrasisi büyük yaralar almış, insanlarımız  büyük acılar yaşamıştı... 

İşte tam da bu günlerde eğitimciler, veliler ve öğrenciler yani tüm toplumumuz, heyecanlı bir bekleyiş içinde. Çünkü Eylül'de en değerli varlıklarımız olan çocuklarımızın okulları açılacak. 

İşte Eylül geldi!... Bu yıl Eylül'ün çok yükü var:  

Covid 19 dünyaya meydan okuyup can almaya devam ediyor. 

Sınırlarımızda çıkar savaşları var.

Gençlerimiz ve kıt kaynaklarımız savaşlara yem oluyor.  

Tek bir "iyi" komşusu bile olmayan, kendisine aşık bir ülke olduk...

Liderler öfkeli bağırışlarla, "düşmanlara" meydan okuyor.

Kaynaklarımızın büyük dilimleri savaş ekonomisine akıtılmış, ekonomi dip yapmış. 

İnsanlarımız, aç-işsiz-güvencesiz. Covid 19 yüzünden çaresiz, kısıtlı, tutuklu... 

İşte bilinmezliklerle dolu Eylül geldi: 

Acaba bu Covid 19 ikliminde okullar açılacak mı, açılmayacak mı? - Okulların açılması acaba  büyük acılar yaşatacak mı?  

İnsanlarımızın sağlık, iş, aş, gelecek gibi çok yükleri ne olacak? 

Öyle görünüyor ki daha nice bilinmez, karanlık, kaotik günler ve geceler yaşayacağız. Eylülün mehtaplı geceleri ve sonrasında da ...

Bu Eylül çok yüklü... 

Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk    

Bizler, okullar açıldı/açılacak derken, bunca bilinmezlik içinde yaşarken.  Bir gün Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, kürsüye çıktı ve demecini patlattı: "Eğitimde asıl yük öğretmenin maaşıyla ilgilidir. Milli Eğitim Bakanlığının bütçesine bakarsanız, yatırım bütçesinin çok çok küçük olduğunu görürsünüz. Neye göre; personel maaşına göre... “ 

Kime göre? -Bakana göre...

TDK sözlüğüne baktığınızda "yük" sözcüğünün çokça anlamı olduğunu görürsünüz.  Bence, Sn Bakanın kullandığı “yük” sözcüğüne TDK tanımları arasındaki en uygun olanı: 

"YÜK: (isim, mecaz) Tedirginlik veren şey, engel." 

Bu sözleriyle bakan; eğitimin öznesi olan öğretmenlere verilen açlık sınırındaki maaşı, sistem için bir engel olarak görmektedir.

Biliyorsunuz, Ziya Selçuk, geçmişte özel bir okulun kurucu patronuydu. Her nedense patronlar, kendilerini çalışanların sahibi olarak görürler ve onların sayesinde para kazandıklarını ise hiç düşünmezler. Ziya Bey patronluk günlerini hatırlamış olacak ki, eğitim emekçilerini "yük" sayıyor. Oysa patronlar bu ayıp düşüncelerini, utandıkları, hem de korktukları için pek ulu orta dillendirmezler, sadece kendi benzerlerine dedikodu olarak fısıldarlar,  ya da kendi kendine söylenirler. Ziya Selçuk buna uymadı, düşüncelerini hiç gizlemedi, ulu orta açıkladı.      

Bu incitici sözlerin sahibi Bakan (hem de Eğitim Bakanı), ülkemizde olup bitenlere bu kadar yabancı, bu kadar duyarsız olabilir mi?

Eğer sayın bakan şöyle bir etrafına baksa, zar zor da olsa konuşan tek tük "muhalifi" azıcık dinlese; Devlet sermayesiyle kurulan ve kamu hizmeti yapan "yerli ve milli", çokça verimli arazileri, değerli arsa ve binaları olan: Sümerbank, Etibank, Telekom, Şeker Fabrikaları, Çimento Fabrikaları, Et ve Balık Kurumu v.b. nice ekmek teknesi kuruluşu ve milyonlarca  çalışanını, bu emekçilerin de bir zamanlar "yük" olarak görüldüğünü hatırlarsa... Politik tercihle atanan yöneticilerin, bu kurumları nasıl atıl bırakıp, zarar eder duruma getirdiklerini... Sonra da bu kurumlara ait bina, fabrika donanımları, arsa ve arazilerin nasıl değerlerinin çok çok altında, yani yok pahasına "adrese teslim özelleştirme" yöntemleriyle pusuda bekleyenlere dağıtıldığını... 

Ayrıca "özel ihalelerle"  ülke çıkarı ve eko sistem düşünmeden "Yap, işlet, devret" yöntemi ile belli şahıs ve şirketlere yaptırılan; yollar, tüneller, köprüler, hastaneler, okullar, HES'ler... Bu şirketler için içeriği gizli tutulan kapitülasyon benzeri ipotek sözleşmeleri hazırlanıp ülke hazinesi adına imza atıldığını, böylece  torunlarımıza onlarca yıl sürecek "dolara endeksli borç"  bırakıldığını... Sonrasında da bu hileli işlerin faili olanların meydan ve  ekranlarda: "Biz devletin beş kuruşunu harcamadık"  diye övünüp halktan alkış beklemelerini...  

Evet eğer sayın bakan birazcık olup bitenlere baksa,azıcık da düşünse; halkımıza yük olanların yanında yer aldığını ve ülkeye kimlerin YÜK olduğunu:

Görecekti, duyacaktı ve belki de anlayacaktı. 

***

Bu günlerde "Karadeniz'de 320 milyar metreküp DOĞALGAZ bulundu!..." diyorlar. Herkesi çok sevindiren bu güzel haberin gerçek olmasını diliyor ve emeği geçenleri kutluyorum. 

ANCAK; bu kaynağın da diğer kaynaklarımız gibi başkalarına peşkeş çekileceği düşüncesi ile endişe içindeyim. Dilerim ki yanılmış olurum. 

Sizce ben haksız mıyım? 


Diğer yazılarım içintıklayınız


23 Ağustos 2020 Pazar

ERDOĞAN ŞENEL'in ANISINA...



Erdoğan Şenel
ile tanış olmamızı sosyal medyada paylaştığımız yazı ve görseller sağladı. Sonraları yaptığımız telefon görüşmeleri ise bu süreci daha da geliştirip, pekiştirdi. Böylece yüz yüze tanış olmasak da; yazı, görsel ve ses dalgalarımız bizim dost olmamızı sağlamıştı.

İkimiz de yüz yüze görüşüp dostluğumuza boyut kazandırmayı ve derinleştirmeyi çok istiyorduk. Ve Erdoğan arkadaş, bunun için bir çözüm bulmuştu: Yakın zamanda kızları için İstanbul'a gelecekti. Biz de o günlerde buluşup konuşacaktık. Bu çözüm için sevinmiş ve o günü beklemeye başlamıştım.

Erdoğan Şenel & eşi Ferayi                              E. Şenel- Banu ve Cansu 
 











Erdoğan Şenel, sigara içenlerde sıklıkla görülen bir koah hastasıydı. Bu yüzden sık sık hastaneye gider, gelir, yatar ve oradaki anılarını ve doktoruyla kurduğu diyalogları yazılarında bizlere anlatırdı. Bir konuşmamızda: Sigara?!... sözcüğünü  duyunca cümlemi tamamlama fırsatı vermeden: "Keşke hiç içmeseydim" demişti.  (Bilirsiniz, keşke demek olup bitenler için "ah" çekmektir, çözümsüzlüktür.) Denizli'de durumu ağırlaşınca acil olarak İstanbul-Gaziosmanpaşa'da bir hastanenin yoğun bakım ünitesine getirilmişti.

Ben bu üzücü haberi Erdoğan'ın  öğretmen olan kız kardeşi (sosyal medyada arkadaşım) Nevin Sen'in paylaşımından öğrendim. Hemen Erdoğan'ı aradım, telefonu kapalıydı, Nevin Hanımdan iletişim kurabilecek bir telefon rica ettim ve aldım. 

Haziranın son haftası ve kavuran sıcaklarının olduğu günlerdeydik, Erdoğan'ı ziyaret etmek için Kadıköy'den yola çıktım ve tarif edilen durakta telefonla ulaştığım kızı bana, ziyaret saatinin bittiğini söyleyince geri dönmüştüm. Ve ertesi gün daha erken yola çıkıp bu kez de ziyaret saatinden 45 dakika önce varmıştım hastaneye...

Uzun ve penceresiz bir koridor. Burası; her gün gelerek tanış olmuş, yüzleri asık, bakışları donuk, sevdiklerinin çektiği acılara çare bulamamış hasta yakınlarıyla doluydu. Bu hemdert olmuşlar, aralarında fısıldaşıp, kesik kesik hıçkırık besleyen sohbetler etseler de hepsinin gözü kulağı karşı kapıdaydı. O kapıdan çıkıp bilgilendirme yapacak doktoru bekliyorlardı. Doktor, ismini söylediği her hasta yakınına hastalarının son durumunu kısaca anlatıp, görüşme için onları yoğun bakım ünitesine yönlendiriyordu. 

Bu sohbetleri sessizce dinlerken ben de karşı kapıda olup bitenlere odaklanmıştım.  "Erdoğan Şenel!.." çağrısı üzerine hareketlenen üç kadının yanına hemen varıp kendimi tanıttım (onlar da beni bekliyormuş) ve birlikte doktorun yanına gittik. Doktor; "hastamızın durumu dünkü gibi stabil" dedi ve bizi içeriye yönlendirdi. Böylece, Erdoğan arkadaşımı hastanede hiç yalnız bırakmayan eşi Ferayi Hanım ve iki kızı Banu ve Cansu ile de tanış oldum.  

Biz yüz yüze görüşme yapmayı düşlerken, nasıl bir ortamda karşılaştık!...

Erdoğan'ın yoğun bakım ünitesine bağlı olduğu bir hastane odasında, ilk yüz yüze görüşmemizi yapmamız içimi acıtmıştı. 

Erdoğan, beni tanıdı, konuşmak istedi fakat konuşamadı, sıkıntısı vardı, dudakları duygularını  dillendiremiyordu. Oysa onun o çok sevdiğim Ege yöresiyle konuşmasını duymayı ne çok isterdim. Olmadı. Benim de boğazım düğümlendi konuşamadım. Ona sadece  "Merhaba ben Emin" diyebildim ve tokalaştık. Ve uzun uzun gözlerimizle konuşup anlaştık. Böylece uzun sürecek diye düşündüğümüz görüşmemiz sadece 5-6 dakika sürdü...

***

İkimiz de, birbirine uzak, birbirini az tanıyan iki coğrafyanın insanlarıydık. Fakat ortak noktalarımız oldukça fazlaydı. İkimiz de dünyayı sarsan 68 öğretisiyle beslenen, 78'li yıllarda halkımız ve ülke sorunlarıyla kucaklaşmıştık. Hemen hemen aynı yıllarda: O, sendikası DİSK’in bir temsilcisi olarak, coğrafyamızdaki Varto'ya gitmiş, orada insanlarımızı, dilimizi, kültürümüzü tanımıştı, Ben ise benzer bir tanışıklığı TÖS üyesi bir öğretmen olarak İçel-Gülnar’da Torosların tepesindeki yoksul bir Yörük köyünde çalışarak yaşamıştım. O yıllardaki bu yaşanmışlıklarımız, bizim insana ve dünyaya bakışımızı benzer kılmıştı. Sanırım bu durum, bizim uzaktan uzağa iki dost olmamızı sağlamıştı.  

Milliyet Blog ve Radikal Blog’da çıkan yazılarımızı okumamız tanışıklığımıza neden olmuştu. Radikal gazetesinin kapanması ile blog yazarları üvey evlat sayılıp emekleri olan yazıları erişilmez kılınmıştı. Bazı mağdurlarla birlikte, Facebook’taki: “Radikal Gazetesi Blog Yazarları” grubunu oluşturduk. Bu sanal ortamda, bir sitede bir araya gelmek konusunu tartıştık ve http://www.radikalyazar.com/ ismiyle bir site kuruldu. Gönüllü arkadaşların amatörce kurmuş olduğu bu site de tüm iyi niyetlere karşın uzun ömürlü olamadı. Böylece sosyal medyada kurulan tanışıklık ve birliktelik de son buldu. E.Şenel ise kendi blogu
http://erdogansenel.blogspot.com/'de yazmaya başladı.

Bu süreçlerden geçerek Erdoğan Şenel ile tanışıklığımız ve dostluğumuz artarak devam ediyordu. Karşılıklı olarak birbirimizin yazılarını okuyor, olumlu- olumsuz eleştirilerin olduğu yorumlar paylaşıyorduk. Bununla da yetinmeyip telefon konuşmalarıyla eleştirilerimizi daha özel, daha da derinlikli kılmaya başladık.

 Erdoğan Şenel çok sevdiği bir fotoğraf 

Erdoğan Şenel, demokratik-laik cumhuriyetin savunucusu ve özgürlükçü bir aydınlanmacı olarak; insan haklarına, doğaya ve çevreye çok duyarlı bir insandı.

O, antik bir maya ile oluşan Ege kültürünü içselleştirmiş bir anlatıcı olarak, yörenin şivesiyle çok sayıda öykü yazmış, nice gerçek ve sanal kişilikleri okurlarına tanıtmıştır.

O, halkın alacağı bilime dayalı sorgulayıcı bir eğitim sonunda; sömürü, zulüm ve her kötülüğün yok olacağını inanmıştı. Bu anlayışı da onu, kısa zamanda ülkemizin çehresini değiştiren Köy Enstitülerine tutkun biri yapmıştı. Ve Köy Enstitüleri
anlayışını uygulamaya koyan ilk adımın da Millet Mektepleri olduğuna inanıyordu.    

Erdoğan Şenel ile beni dost kılan ortak anlayışlarımızı şöyle özetleyebilirim: 
Eşitlikçi bir anlayışla; yaşam hakkı, inanç, dil, yaşam tarzı, eğitim, özgürlük, hukuk ve demokrasinin her insanın,'insan hakları' olduğu ...
Toplumsal farklılıkların her ülke için birer zenginlik olduğu...
Toplumsal sorunları çözmenin ancak çoğulcu ve eşitlikçi yöntemler gerektirdiğini... 
Tekçi ve ulusalcı anlayışların; barış yerine kutuplaşma, düşmanlık, çatışma ve savaşlar doğurduğunu..
Düşmanlık-çatışma-savaş ikliminin hedef şaşırtma amacıyla yaratıldığını,  böylesi  bir iklimin de halkımıza değil, sadece emperyalist silah tüccarları ve onlar adına sömüren, zulüm eden işbirlikçilere yaradığı... v.b " 

Dostluğumuzu geliştiren telefon konuşmalarımızdan kesitler:

Eğitimciler yazım kuralları konusunda  "hassas" olurlar ya benim de bazen sevgili Erdoğan'ı eleştirdiğim olurdu. Sanırım telefonla ilk konuşmamız böyle bir eleştiri ile başlamıştı. O da: "Amaaan, Emin arkadaş ben bu konuyu çok önemsemiyorum" demişti.   

Belki de haklıydı, çünkü  eğer bir sanatçının; özgün  anlatımı ve etkinlikleri izleyicisi-okuyucusu-dinleyicisi tarafından anlaşılıp, alkışlanıyor ve kabul görüyorsa... (ki, o öyle bir yazardı.). O zaman benim eleştirim anlamını yitirmez mi? 

Ama yine de beğeni ve eleştiri ağırlıklı olarak uzun telefon konuşmaları yapmaya devam etmişti. Üzerinde anlaşıp, uzlaşamadığımız bir konu olduğunda da: O, bana:  “Sen hem bir Kürtsün, hem de biraz daha soldasın” der, ben de ona; “Sen hem bir Türksün, hem de biraz daha sağdasın ” diyerek şakalaşır, gülüşür, tatlıya bağlardık. 

Telefonda uzun uzun konuştuğumuz başka bir gündü, ben, o alınmasın diye, ön alıcı birkaç söz söyledikten sonra, son yazısındaki bazı imla hatalarını söylemek istedim. 

O, sözümü tamamlamamı beklemeden bir kahkaha attı ve tatlı şivesiyle: “Emin arkadaş bak!... Ben bu yöremin şivesi ve imlasıyla konuşmayı-yazmayı çok seviyorum. Sen ise Türkçeyi sonradan öğrendiğin için bazı imla kurallarını benden daha iyi biliyorsun. Durum bu…”  demişti. 

Ben de; “Erdoğan arkadaş, bak ben daha anadilim Kürtçenin alfabesini bile tam olarak bilmiyorum. Bu nedenle de bazen Kürtçe yazılmış bir paragrafı okuyup-anlayabilmek için saatlerce düşünüyor/uğraşıyorum.” demiştim. 

Söz sırası Erdoğan'da idi, o da: “Emin arkadaş, vallahi bu ayıp da sana yeter!...” demişti. 

Haklı söze. ne denir ki?!..

İşte bu halkını seven, üretici, sevecen insanı 4 Temmuz 2018 günü  kaybetmiştik. 

Dilerim ki bu güzel insan gittiği yerde de öyküler yazsın-anlatsın ve dostluklar kursun,."Koahsız" günler yaşasın.

Işıklar içinde uyusun...👏👏🙏🙏



Diğer yazılarım içintıklayınız

26 Haziran 2020 Cuma

KÖR İNANÇ-EĞİTİM-UYGAR KİŞİ

Clive Bell yazdığı UYGARLIK isimli denemede: “Kendi kabilesinin gelenek ve göreneklerini eleştirmeye başlayan bir vahşi, çok geçmeden ya yok olup gider ya da vahşilikten kurtulur. O zaman uygarlığa doğru büyük bir adım atılmış olur.” (sayfa: 50) der.

Her insan yavrusu, ilk insan var olduğu günden beri dünyaya büyük yükler altında merhaba demiştir. Ağlayıp çığlık atması, bu yüklere karşı çıkmak istediğinin en büyük kanıtıdır.

Hangi çağda insan yavrusu dünyaya, daha az yükle merhaba demiştir? Bu konu, başka bir yazı veya tartışma konusu olabilir. Bugün, insanın doğduğu günden beri taşımak zorunda olduğu yükleri biraz tanıyalım istedim.       

Çevresel yükler: atmosfer basıncı, iklim, barınma-güvenlik-beslenme gibi o coğrafyadaki her kişinin ortak yükleri...

Toplumsal yükler: aile, akraba, kabile, köy ve kentlerin ürettiği, her tarih, coğrafya ve sosyolojik duruma göre değişkenlik gösteren yükleri… 

Kalıtım, biyoloji ve psikolojisinden kaynaklanan yükler: iskelet-kas-duyu yapısı, hormonsal, davranışsal ve zekâ gibi sağlık ve bireysel farklılık yükleri…

İşte her birey kendisine miras kalan bunca yükü taşıyarak, bazısı şanslı, bazısı şansız olarak ve kesinlikle eşit olmayarak dünyaya merhaba der. O halde, onun çığlık atması ve ağlamasına hak vermemiz gerekir.

Her birey bu üç ana kanaldan kendisine yüklenen yükleri ya mücadele ile taşınacak hale getirir, ya da pes edip, yenik düşer ve yaşama veda eder. Bizim sözümüz, yaşamaya devam edenlere, pes etmeyenlere...  

***

Yaşamaya devam diyen bireyleri toplum sahiplenir ve yüklerini daha iyi taşısınlar diye, okul ya da her yerde onlara EĞİTİM vermeye başlar.

İnsan, ilkel kabile çağından günümüze kadar; kör inanç, tabu, önyargı, düşman, sürü anlayışı, iyilik, kötülük, erdem, savaş, barış, bencillik, kindarlık, insan severlik gibi tüm davranış ve becerilerini bu eğitimden geçerek öğrene gelmiştir.

Haksız savaşlar çıkarılmış farklı inançlar, farklı diller, farklı renkler, farklı düşünceler, farklı yaşayışlar düşman ilan edilmiş, yok olsun diye emirler çıkmış: Kimi süngüyle, topla, tüfekle öldürülmüş, kimi yakılmış, asılmış, giyotinle kafası kesilmiş, derisi yüzülerek yok edilmiş. Büyük acılar yaşamış ve yaşamaya devam ediyor tüm insanlık. 

Bireyin yükleri böylece artmış ve taşınması çok zor bir kambur olmuştur. Özgüveni ve gücü olmayanlar; ne bu suç ve suçluluklar ile yüzleşebilir, ne de içinde kopan fırtınaları başkalarına anlatabilir. O, sadece korku ve utançlarını içindeki kör noktalara iter, oralarda onları dokunulmaz ve saklı tutar. Ve temiz pak olarak arınmak için de; dua edip yalvararak ULU güçlerden yardım bekler.

"Bu sorunlar gün yüzüne çıkmadığı sürece, sadece o kişiyi üzer, yorar, güvensiz ve huzursuz kılar ve onun özeli olarak kalır" derlerse de bu sözlere inanmamak gerekir. Bu aslında örtük bırakılmış bir insanlık sorunudur: Aklın içinde olmadığı, batıl inanç ve hurafelerle bezenmiş, egoistçe kendine benzer olanları bulmaya çalışan, diğerlerine yaşam hakkı tanımayan toplumsal bir sorun…

İnsan, “insanlaşmak” için aklıyla yol alır, bu yolda; düşünür, soru sorar, sorgular, yorum yapar, katkı verir, üretir, tabuları yıkar ve gelişir. Bunun içindir ki, aklın olduğu yerde, kör inanca ve önyargıya yer yoktur.

Kör inanç; güvensizliğin verdiği korku ile taban bulur, sürü içgüdüleri ile yaygınlaşır ve egemenlere itaat ederek uygulanır. İşte bu süreçte oluşur tüm tabu ve önyargılar, sonra da gelenek-görenek-önyargı el ele tutuşup taşır bu korku iklimini başka çağlara.

Bunun için bu sürecin öznesi olan güçler insana; tövbe!... günah!.. diye soru sordurmaz, onu düşündürmez, yorumlatmaz, hele de ondan özgün katkı hiç istemez! Bunun içindir ki bunlar; cahilliği, cehaleti sever ve överler…İşte bu yüzden de bizler: kör inanç ve önyargılar; akla-mantığa-zekâya vurulmuş prangalardır diyoruz.

Kör inancın panzehri, ya da onu yok edecek güç; akıl, mantık, zekâ rehberliğinde yapılacak olan eğitimdir. Ancak böylesi bir eğitimle yok olur saplantılı kör inanç ve önyargılar.

Dikkat edilirse; akıl, mantık, zekâ rehberliğinde yapılan eğitim dedim. Çünkü her etkileşim bir eğitim olsa da her etkileşim sonunda uygar kişiler ve uygar toplum oluşmayabilir.

Bazı eğitim türlerinin odağında birey değil güç vardır: Birey, sürü içgüdüsü ile boyun eğer, bağımlı, korkak ve özgüvensiz olur. Bu eğitimle; korkan, çaresiz, yetersiz bir nesil yetişmesi hedeflenir.

Bazı eğitimlerin odağında ise birey vardır. Bu eğitimde, akıl, mantık, zekâ ile soran, sorgulayan, deneyen, üreten, özgür-özgün düşünen, hoşgörülü, paylaşımcı, barışçı bireyler yetişir. 

Bu karanlığı yok edecek olan güç uygarlıktır. Fakat uygarlık her iklimde yeşerip, boy vermez, o, özgürlükçü ve barışçı iklimleri sever. Bu iklim de ancak, akıl ve hoşgörü egemenliğinde; kör inanç ve önyargıların baskıcı prangaları yok edildiğinde oluşur.

O halde eğitim için seçici olmalıyız.



Diğer yazılarım için: tıklayınız


19 Haziran 2020 Cuma

UYGARLIK

Salgın hastalık nedeniyle uzun süreli evde kalmamız, kendimizle konuşup yüzleşmemiz ve kendimize daha uzun zaman ayırmamızı da sağladı. Benim bu süreçteki birinci önceliğim kitap okuma oldu. 

Bir yanda yeni/güncel yazar ve ozanların kitapları… Diğer tarafta da kitaplığın raflarında bulunan, geçmiş yılların okunmuş kitapları (kurşun kalemle not alınmış, işaretlenmiş) vardı.

Her kitabı okurken notlar alıyor, düşünüyor, çocukluk yıllarıma gidip derinlerimde kalan izleri bulmaya çalışırım. Böylesi bir okuma ve düşünme de bana, 60 yıl önce çocukluğumun geçtiği “Deşta Zenan”ı anlatan bir dizi yazdırmıştı.

Kitaplık rafından aldığım bir kitap ise bana zamanda yolculuk yaptırıp, beni uzaklara, çok çok uzaklara ta 2500 yıl öncesine götürdü. Kitapta anlatılanlar masal değil, o günlerin yaşanmışlıkları, bugün bile tartışılan, konuşulan güncel konulardı.

Daha önce okuyup sayfa boşluklarına notlar aldığım bu kitabı, yeniden okudum, sayfalarına başka uyarıcı işaret ve notlar ekledim, bazen hayret edip bugün dünyaya egemen olan anlayışlara; “yuh!...” çektim, kızdım, üzüldüm. 

Clive Bell’in yazdığı UYGARLIK isimli kitap bir deneme; 1995 yılında Toplumsal Dönüşüm Yayınları tarafından 1500 adet basılmış, 7 bölümlü ve 82 sayfa. Kitabın çevirisi: Vedat Günyol, Minâ Urgan, Hilmi Yavuz, Melih Cevdet Anday ve Halit Çakır gibi beş güçlü imzanın kolektif bir çalışması.

İnsanlık tarihindeki tüm çıkar savaşları; insanlığa büyük acılar ve yüz milyonların yok olduğu vahşetler yaşatmıştır. Egemen güçler ise her seferin sonunda, bu savaşın ulu menfaatler ve “uygarlık” için yapıldığı yalanını söylemiştir.

“Peki, uğruna savaştığımız uygarlık nedir?”

Yazar, bu sorunun cevabını; Perikles Atina’ (M.Ö. 480-393 Platon, Aristophanes, Praxiteles, Aristoteles, Salon gibi bilge kişilerin olduğu Müzik-Retorik-Felsefe Çağı), Rönesans İtalya’ (XV-XVI yüzyıl Deneysel Düşünce Çağı)  ve Voltaire Fransa’ (XVIII yüzyıl İnsan Hakları ve Aydınlanma Çağı)  belgelerini karşılaştırarak bulmaya çalışıyor. 

Ayrıca uygarlık tanımlaması yapmak için "düşünen-sorgulayan" ilk insanlardan çokça örnekler veriyor: “Kendi kabilesinin gelenek ve göreneklerini eleştirmeye başlayan bir vahşi, çok geçmeden ya yok olup gider ya da vahşilikten kurtulur. O zaman uygarlığa doğru büyük bir adım atılmış olur. Ama bir insan doğal durumunda kalır ve içgüdülerini izlerse uygarlığa doğru ilerleyemez. Uygarlık düşünce ve eğitimden gelir. Uygarlık insan yapısıdır.” (sayfa: 50)

Değer duygusu ve Aklın egemenliğini, yüksek uygarlığın anası ile babası olarak kabul ediyor. Ve Atinalıları eşsiz kılan özelliğin değer duygusu olduğu görüşünü söylerken birçok olay anlatıyor. İşte size iki örnek:

Birinci olay: Atinalı bir yontucu yargıçların karşısına, bir gence işkence yapmış diye çıkartılır (yasalarına göre ‘işkence yapmak’ en korkunç ve bağışlanmaz bir suçtur). Duruşma salonuna kucağında eşsiz güzellikte bir insan heykeli ile gelen yontucu; Suçlu olduğunu kabul ederek, yargıçlara heykeli gösterir;“Heykelin bedenindeki bükünümleri, kıvrıntıları yontabilmek uğruna modeline işkence yaptığını söyler... Yontucuya hiçbir ceza verilmez, böylece biter duruşma ” (sayfa: 52)  

İkinci olay: Atina’da halktan alınan vergilerle devlet tiyatrosunda Lysisrata (Kadınlar Savaşı; Aristofanes'in eseri M.Ö 411'de sahnelenmiş) oyunun oynatılması: İsa’nın doğumundan 404 yıl önce, Atinalılar Sirakuza önlerinde uğradığı korkunç yenilginin onarılmaz yaralarını taşıyordu. Bu yenilgiden sonra yurttaşlar arasında savaşma tutkusu çok artmıştır. “Atina devleti böyle bir ortamda halktan toplanan vergileri bir oyunu sahneye koymak için harcamakla kalmıyor, üstelik savaş düşmanı ve milliyetçilik duygularına karşı duran bir oyunu seçiyordu.  Lysisrata oyununda orduyla alay ediliyor, milliyetçilik ucuz kahramanlık sayılarak yerin dibine batırılıyor, casus-avı ve Sparta’lı eater’ler hafife alınıyor, demokrasinin önderleri amansız bir sertlikte eleştiriliyordu. … Tarihte halkın değer duygusunun bu kadar parlak bir biçimde belirlendiği başka bir örnek hatırlamıyorum. … Atina’da tiyatrolara ayrılan para, adetâ kutsal sayılıyor, bu paraya dokunulmasına izin verilmiyordu. ” (sayfa 53-54).   

***
Yukarıda kitabın 50 sayfasından bir alıntı yapmıştım ya, oradan üç cümleyi tekrar hatırlatmak istiyorum: “Ama bir insan doğal durumunda kalır ve içgüdülerini izlerse uygarlığa doğru ilerleyemez. Uygarlık düşünce ve eğitimden gelir. Uygarlık insan yapısıdır.” 

Aradan 2500 yıl geçtiği halde dünya henüz uygar olmamış, çünkü paylaşım savaşlarıyla dünyamız sürekli bombalanıyor, talan ediliyor, suçsuz insanlar ölüyor, büyük acılar yaşanıyor. Uygar olmak; zorbaya-zulme karşı, yaşam hakkına saygılı, düşünceye-sanata-sanatçıya özgürlük tanıyan, saygılı-ince düşünceli birey olmaktır. Uygarlık ise, uygar bireylerin barışçı dünyasıdır.

Barış olan böyle bir dünyada savaş seviciler barınamayacaklarını çok iyi biliyorlar. Bunun için sürekli olarak dil, din, ırk, yaşam farklığı olanlar "düşman" ilan edilerek savaş çıkarıyor, bunun için halkın çocukları yok oluyor, bunun için kaynaklar; top, tüfek, bomba, mermi, tank, uçak gibi ölüm aracı oluyor. Böylelikle sömürü düzenleri şimdilik kalıcı oluyor.   

İnsanlık henüz bu vahşi, sömürücü, sadece ben deyip içgüdüleriyle hareket eden egoist anlayışların egemenliği altında… 

Bunun için dünyada henüz uygar bir düşünce egemen olmadı.


İşte bunun için henüz uygar bir insanlık da oluşmadı...   

Diğer yazılarım içintıklayınız