5 Ocak 2018 Cuma

Kurumları işlevsiz-plansız-denetimsiz Eğitim…

Diğer mesleklerde olduğu gibi biz öğretmenler de sokakta, misafirlikte, toplantılarda karşılaştığımızda, ortak yaşantı ve özlemi çağrıştıran “ah!, ah!” nidaları ile kucaklaşılarak sohbete ortam hazırlarız. Aslında geçmişi tüm yaşanmışlıklar (sevinç-üzüntü-başarı-başarısızlıkları) ile anımsamak kişiyi diri tutar ve herkese iyi gelir.

Sohbetin özel anılarından hemen sonra sıra daha genel mesleki anılara gelir. Böylece, bazen sevinç/özlem, bazen üzüntü içinde titrek dudaklar ve nemli gözlerle anımsanır tüm yaşanmışlıklar…

Eğer zaman varsa; günlük/haftalık/zümre/ünite/yıllık planlar, teftiş anıları, idari haksızlıklar, zümre (branş/dal) toplantıları da konuşulur. Ve böylece birbirini onaylayarak, tamamlayarak sürüp gider bu sohbetler.

Ayrıca "o" yılların ekonomik-sosyal-mesleki sorunları, günümüzle kıyaslanır. Sözcüklere vurgu yapa yapa; evet, o yıllarda da, yoksulluk, yolsuzluk, haksızlık, sürgün, tutuklama, işkence, katliam, sıkıyönetim ve 1402’likler vardı (denir, "ama" - "fakat" ile başlayan, (!) ünlem ve (?) soru ile sonlanan cümleler sıralanır.

Örneğin birisi şöyle diyebilir: “Ama/fakat o yıllarda bazı/bazen az da olsa; yargıçlar, savcılar, mahkemeler vicdanları ile karar verebiliyor, avukatlar savunabiliyor, Yargıtay, Danıştay, YSK denetleyebiliyor, vekiller parlamento kürsüsünde konuşabiliyor, radyo-TV-yazar-gazeteler gerçekleri anlatabiliyordu. Henüz tüm kurumlar tek kişiye bağlanmamış, tüm ülkede OHAL ilan edilip, parlamento yetkisiz ve etkisiz kılınmamış, sadece KHK’lerle yönetilmiyordu ki ülkemiz!…” 

Sohbette bulunan diğeri/diğerleri, bu sıralananları onaylar, hatta eklemelerle uzatabilir de… 

*** 

Bir meslek düşünün ki, onu geleceğe taşıyacak kurumları işlevsiz/kapatılmış, programları bilimsel, demokratik, laik değerlerden uzak,  çalışanları güvencesiz, özgüvensiz, sessiz, plansız, denetimsiz…

Hani ne yapacağı bilinmeyenleri anlatmak için “freni patlamış” derler ya tıpkı onun gibi olmuş, ülkemiz ve torunlarımızın geleceğine yön vermesi gereken eğitim ve eğitimcilik.  Meslekte 40 yıl çalışan biri olarak, şimdi "dışında" tutamıyorum kendimi.

Kuşkusuz tüm bu konular acısı ile tatlısıyla bizim mesleki ve insani sorunlarımız… Bugün sizinle bunlardan sadece ikisini konuşalım istedim.

Birinci konu: eğitimin yok edilen ve işlevsiz bırakılan kaynakları; köy enstitüleri, yüksek öğretmen okulları, öğretmen okulları/liseleri,  eğitim enstitüleri, anadolu liseleri, fen liseleri…

Ey, ülkenin bekası için nutuk atanlar!... Görün işte geleceğe vurulmuş en büyük darbe budur. Bu darbenin vurucu gücü de; 4+4+4, proje ve imam hatip okullarında yetişmekte olan dindar-kindar nesillerdir. Belki de haksızlık yaptım, elinde silahı olmayan, masum ve kurban seçilen bu çocuk/gençlere… Bu çocuk/gençler değil, onlara biat kültürü aşılayarak, cehaleti ülke geleceğine taşıyan failler ve onların dayattığı eğitimedir karşı duruşum. İşte bugünden bir örnek:

Devlet kurumu Diyanet'in fetvalarla, MEB'in böylesi davetlerle dayatmalarda bulunmaları, sizce, demokrasi, laiklik ve gelecek için en büyük tehdit, en tehlikeli silah değil mi?

İkinci konu: eğitimde planlar, teftiş ve denetim sistemi; Planlı olmak, sıradanlığı ortadan kaldıran ana güçtür. Planlı olmak, öğretmenin mesleğine, öğrencisine ve kendisine saygı gereğidir. 

Eğer gelişme ve kalkınmada en önemli alan AR-GE (araştırma geliştirme) ise, eğitimin de AR-GE’si  planlardır. Öğretmeni günceller, güçlendirir, güven verir, öğrenciye de ufuk kazandırır planlar. 

Meslek içinde planlı olmaya ve derse planlı girmeye sadece; her şeyi bildiğini sanan bazı öğretmenler karşı çıkar.  İşini sevmeyen, mesleki yetersizliği olan bu kişiler önce; “ders/konu/süre/amaç/imza...” gibi şekilci, içeriksiz ve işlevsiz bir hale getirdiler planları. Sonra da iktidar partisi içinde kendilerine benzer, eğitimci geçinen  politikacılardan  yardım alıp (popülistçe) yok ettiler planlı olmayı. Tıpkı beş yıllık kalkınma planlarına karşı olanların; “bize plan değil pilav lâzım…” dedikleri gibi...

Tüm hukuk sistemleri ve tüm yaşam alanlarında var olan denge denetim, ülkemiz eğitim sistemine resmi olarak 1826’da girmiştir. Bu teftiş ve denetimlerde amaç; eğitim odaklı etkili bir iletişim ile, öğretmeni işbaşında yetiştirmek, eğitime dinamizm kazandırmaktır.

AKP iktidarı, teftiş/denetim görevlisi olan müfettişleri, önce okullar ve dersliklerden uzaklaştırarak işlevsiz kıldı.  Sonra onları aynı işi yapıp farklı özlük haklarına sahip iki zıt gruba ayırmak için mülakat(!?) masaları kurdu... Oysa onlar denetim görevlisi bir müfettiş olmak için, nice sınavdan geçip gelmiş,  "liyakatlı" olduklarını kanıtlamışlardı. Tüm bu kazanımları yok sayıldı. (Şimdi onlara verilen iş, sadece ifade almak ve hoşa gidecek raporlar yazmak oldu.).

Peki, okullarda teftiş-denetim işini kimeler yapıyor?
- Okul imamı seçilen ehliyetsiz yöneticiler….  


***

Konumuz olan iki soruyu sorup, kısa bir cevap ile noktalayalım:

Eğitim kurumlar niçin kurulmuştu, nasıl işlevsiz kaldılar, neden kapatıldılar?

Eğitimde planlar, teftiş ve denetim sistemi niçin vardı, neden yok edildi?        

-Çünkü iktidar geleceği için;  düşünmeyen, soru/hesap sormayan, yorum yapmayan, planı olmayan, sadece biat edip, itaat eden dindar ve kindar nesiller istiyor.



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

29 Aralık 2017 Cuma

Torba dolusu KHK’lar ile …

“Man Belgeleri” AKP’de, paniğe neden olmuş, çok zor günler yaşatmıştı. Bunun için de yetkili sözcü ve avukatları ağızbirliği yaparak, görmedikleri halde; “O belgeler sahtedir!..” demişlerdi. Fakat bu söylemleri hiç de inandırıcı olmamıştı. İşte tam da o günlerde Trump’ın "Kudüs Kararı", imdatlarına yetişmişti.

Sn. Erdoğan, adeta güç gösterisi olan bu Kudüs kararı için, dönem başkanı olduğu İslam İşbirliği Teşkilatı'nı hemen toplamış ve Trump karşıtı bir karar aldırmıştı. Peşi sıra BM Genel Kurulu da Trump'a destek vermemişti. Alınan bu kararların hiçbir yaptırım gücü olmasa da hem Trump’ın, hem de ABD'de psiko-sosyla üzüntülerine neden olmuş, saygınlıkları zarar görmüştü.

AKP iktidarı da bu içi boş ve hiçbir yaptırımı olmayan kararları, iç politikada ustaca kullanmış ve kendisini man belgeleri girdabından (geçici de olsa) kurtarmayı başarmıştı. Ancak bunun da bir kullanım süresi vardı. 

Ayrıca ülkenin; güvenlik, ekonomi, eğitim ve dış politika başta olmak üzere binlerce sorunu vardı. İktidarın da daha uzun süre ayakta kalması için, başka araç ve yöntemlere ihtiyacı vardı.   

Sağduyu bu sorunlar için; yasama ve yürütmenin (iktidar ve muhalefetin) birlikte çalışmasını gerekli görse de, AKP bu yolu seçmedi. Geçen hafta, muhalefetin tüm ısrarlarına rağmen meclisi acele ile tatile soktu ve hemen peşi sıra da, OHAL nedeniyle denetim dışı tutulan torbalar dolusu KHK çıkardı.

Meclis görüşmesi ve denetiminden saklanarak çıkarılan bu bir torba dolusu KHK'nın içinde neler yok ki…: Taşerona teslim emekçiler, darbe sanıklarına tek tip kıyafet, askerlikten muafiyet, kapatılan ve açılan dernekler, ihraç ve işe iade edilenler, silah edinme, sivil kişilere af, Cumhurbaşkanlığı'na bağlanan Savunma Sanayii Müsteşarlığı, Danıştay’a 16, Yargıtay’a 100 yeni üye kadrosu verilmesi vb.  Sanki mevsim salatası...

(Eğitimci olduğum için biliyorum.) Eğitimciler, her okul türündeki öğrencilerine: 
  • Demokrasinin çoğunlukçu değil, bir çoğulculuk sistemi olduğunu ve kuvvetler ayrılığına göre işlediğini…
  • Yasama organı olan Meclisin; ihtiyaç duyulan yasaları ile bütçeyi çıkarma, vergileri belirleme ve hükümeti denetleme vb. görevleri olduğunu…
  • Yürütme görevi olan Hükümetin ise; ülke sorunlarına çözüm bulmak için yasalara uygun olarak, gerekli sosyal ve ekonomik önlemler almakla görevli olduğunu... Fırsat buldukça anlatırlar.
Bugünlerde olup bitenleri görüp yaşayan öğrenci(ler) de  öğretmenlerine: “Mademki KHK’lerle, hem yasama hem de yürütme görevi yapılabiliyormuş. Acaba neden görevsiz, işsiz ve işlevsiz bırakılan milletvekili sayısını 550'den 600'e çıkardılar?"  Diye sorduklarında:
Demokrasi, uzlaşıyı esas alan çoğulcu bir yönetme anlayışıdır. +1 oyla çoğunlukçuolarak yönetmek ise, kapitalist/emperyalist şirket yönetme anlayışı… Birinde yönetişim, diğerinde de sömürüye dayalı kazanma esastır... 

Bu anlayışa sahip olması gereken öğretmen, acaba öğrenci(ler)ce sorulan bu haklı soruya nasıl bir cevap vermeli? Demokrasiyi öğrencilerine nasıl anlatmalı?

***

“Darbe sanıklarına tek tip kıyafet'

Eskiçağlarda kimi güç ve yetki sahibi kişiler, bazı sözcük ve sembollerin diğer insanlarda neler çağrıştıracağı paranoyasına kapılarak; bu sözcük ve sembolleri yasaklar, kullananları da cezalandırırmış. Tarihimizde Sultan Abdülhamit’in (1878- 1908) de;  özgürlük, eşitlik, vatan, hasta, beynelmilel, hal, kardeş, tahtakurusu, büyük burun vb. birçok kelimenin yazılı ve sözlü kullanımını yasakladığı bilinmektedir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Marmaris'te kaldığı otele saldırı düzenleyen askerlerin yargılandığı dava sırasında tutuklu bir sanığın 'Hero' yazılı bir tişört giymesi gündem olmuş günlerce tartışılmış, konuşulmuştu.

Bu tişörtü giyenlerin, bazı kişilere, yerlere mesaj vermek istedikleri (ki öyle de olabilir) söylendi. Aslında böylesi düşünce sahipleri; hiç duyuru/reklam yapmadan ve dallandırmadan sadece kontrol önlemleri ile engellenebilir. Çünkü o kişiler, gidecekleri yerlere ulaşmak için; onlarca görevli eşliğinde ve bilmem kaç noktadan geçerek taşınırlar.

Cezaevlerinde tek tip elbise uygulaması 12 Eylül döneminde uygulanan ve büyük acılara neden olan bilindik bir yöntem. Bu uygulamayı, Danıştay İdari Dava Daireler Genel Kurulu; “Cezaevlerinde alınacak idari düzenlemelerin anayasa ile güvence altına alınan temel hak ve özgürlükleri zedelememesi gerektiği..” gerekçesi ile 21 Nisan 1989 günü iptal edilmiş ve 29 Nisan 1989 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla da yürürlükten kaldırılmıştı.

Şimdi dönüp, dolaşıp aynı noktaya geldik, çok yazık…

Eğer sözcük, renk ve işaretlerden anlam çıkarma yaygın bir paranoya haline gelecek olursa, o zaman toplumu yönetmek de, o toplumda yaşamak da çok zorlaşır.

***

Milisler ve paramiliter unsurlar silahlanıyor.

Geçmiş yıllarda Maraş, Çorum, Sivas ve güneydoğu illerinde nice faili meçhul katliamlar işlendi. Bu kıyımları “beyaz toroslu”, "jitemli", "gladyocu" vb. illegal örgütlerce işlendiği biliniyordu. Ayrıca bazı karanlık odakların güdümünde olup resmî bir sıfat olmayan fakat “bizimkiler” diye anılıp korunanlarda vardı. İşte bunlar hep bilindik olsalar da hep meçhul ve cezasız kaldılar.

Korkunç tabloyu İYİ parti başkan yardımcısı açıkladı:   “İçişleri Bakanlığı’nın Kasım 2017’de yaptığı açıklamaya göre son 23 ayda 1 milyon 629 bin kişi yivsiz tüfek ve 704 bin 111 kişi tabanca ruhsatı almıştır. Bu rakamlar 2 milyon 333 bin 698 kişinin son 23 ayda silahlandığını göstermektedir.”

Zaten kutuplara ayrılıp öfkeli bir toplum haline gelmişiz. Yeterli sayıda resmi polis, jandarma ve asker varken, bunlara bir de sivil militarist  “milisler” eklemek, vakıf, dernek benzeri sivil grupları silahlandırmak, bağış yapana ruhsatlı silah vermek ve pompalı tüfek satışlarını serbest bırakmak ne anlama geliyor?

Ve ayrıca o sivil kişileri: “…karar, görev ve fiilleri nedeniyle hukukî, idarî, malî, cezaî sorumluluğu doğmazdiyerek  dokunulmaz kılmak, suçlarını af etmek için KHK çıkarmak hangi evrensel hukuk ilkesine uygundur? 

Bu anlayış için, Burhan Kuzu;“ hukukta yeri olan bir görüş” derken, Ahmet İnsel bir hafta önceki yazısında Düşman Ceza Hukuku'nda yeri olan…”  diye tanımlamıştı.

Bu korku iklimi halkımızı ürkütüyor ve umutsuzluk taşıyor yeni yıllara...


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

22 Aralık 2017 Cuma

İtaat, Saygı, Sevgi

Çocuklarımıza, bize ve çok önceki atalarımıza; “küçükleri sevip, korumak büyüklerimizi saymak” gibi yanlış bir öğreti aşılandı. Böyle büyüyenler de “hamilik” gösterisine başladı.  Oysa huzurlu bir toplumda bireyler; her çevreye, her canlıya ve herkese saygı duyar ve onları hakları ile birlikte kabul edip, önemserler. 

Günlük yaşamımızda kullanılan, topluma şekil ve yön veren çok önemli üç kavram vardır: İtaat (söz dinleme), Saygı (hürmet), Sevgi (muhabbet).  Egemen güçler bu kavramları, kendi anlayışlarına uygun yaşam tarzı belirlemek için kullanırlar:

Dogmacı, baskıcı (otokrat) ve faşist düzenlerde, bireyler kuldur ve hakları yoktur. Bu kullar, var olan güce itaat etmek ve kendilerine verilenlerle yetinmek zorundadırlar. Bu düzenin “kollayıp, koruyan hamileri”; istedikleri sayıda/biçimde/oranda/türde olanlara, istedikleri oranda hak(!) ve özgürlük(!) sağlarlar.  İtaat eden kişiler; kendisinin "hakları" olduğunu bilmez, emeği karşılığı kendisine verilenleri de bir lütuf olarak kabul ederler (aslında bunların pek çoğu gerçekleri bilir de sesini çıkaramaz). Kuşkusuz “itaat edenler kötüdür, suçludur” demek yanlıştır. Fakat bu kişilerin, çaresiz ve bastırılmış kişilikleriyle, patlamamış bir yanardağa benzedikleri de unutulmamalı.

Demokrasi ile yönetilen toplumlarda tüm bireyler saygın, eşit haklara sahip ve eşdeğer kabul edilirler. Böyle bir düzeni kurmak için de tüm bireylerin, karşılıklı olarak, birbirlerine saygı göstermesi esastır. Saygı duyan kişi;  insanları, çevreyi ve tüm canlıları değerli varlıklar olarak gören, onların haklarını bilendir. Bu bireyler özgürce düşünür ve emeğinin karşılığını ister.

Sevgi ise; varlığı ile hem bireye, hem de topluma “huzur” verdiği için, herkesin ihtiyaç duyduğu bir duygudur. Ancak bireye özgü (has) bir duygu olan gerçek sevginin oluşması için, gönüllülük ve seçicilik esastır.

Özet: İtaat; dogma, otokrat ve faşist sistemlerin, ihtiyacı olan yönetebilme anlayışı.../ Saygı; demokrasilerde, eşdeğerlilerin akıl, mantık, hoşgörü ve işbirliği ile yaşamı kolay kılan anlayışı…/ Sevgi; bireyin gönüllü ve öznel seçiciliğidir.

***

Değişik zamanlarda; İtalya, Almanya, İspanya, Yugoslavya ve Türkiye'de iktidarı ele geçiren faşist anlayışlar olmuştur. Bunlar; daha dün, arkadaş, dost, komşu ve ticari ilişkiler içinde olan insanları, düşman haline getirmiş… Haksız hukuksuz, ırkçı, köleci, sömürücü savaşlarla; coğrafi, tarihi ve kültürel değerleri yok etmiş… Böylece milyonların; ölüm, kıyım, yıkım,  büyük acılar ve göçler yaşamasına neden olmuşlar. Düzenlerini uzun ömürlü kılmak için de, ötekiler yaratmak gerekmiş, bunu da; her bireyin/grubun/toplumun farklılıkları, yaşam tarzları, inançları, ırkı, dili ve ortak değerlerini hedef alarak yapmışlar...     

İnceleyin, bakın, görün ve tanıyın; Benito Mussolini, Adolf Hitler, Francisco Franco, Slobodan Miloseviç, Kenan Evren ve ardılları olan günümüz zalimlerini. Onların yaptıkları ve yaşattıklarını empati yaparak düşünün. Ve sorun kendinize: “Acaba yaşatılan tüm zalimlik ve katliamların en etkili gücü nedir/kimdir?” Eğer sizin cevabınızı beklemeden:
"İtaat kültürü ile yetişenler, onların etkisinde kalanlar ve oluşan korku ikliminde sessizce sırasını bekleyenler…" dersem bana kızmayın.

İnceleyip, tanıdıkça, tüm faşist anlayışların, “yerli ve milli” olmayı esas aldıklarını ve çıkarlarına karşı gördüklerini, “öteki/düşman/vatan haini” ilan ederek yok etmek istediklerini görür/anlarsınız. Çünkü bu tür ayrıştırmalarla sanal düşmanlıklar yaratmak; tüm köleci, sömürücü, sömürgeci ve faşist sistemlerin yaşam kaynakları, ortak felsefeleridir.

Eğer, gördüğünüz, duyduğunuz veya yaşadığınız bir ülkede “korku iklimi” yaratılmış, bilim ayaklar altına alınmış, beyin göçleri yaşanmış, hak, hukuk adalet kalmamışsa… Bilin ki orada; insanlar “öteki/düşman/vatan haini” olarak ayrıştırılmış, böylece nice, nice katliam, yolsuzluk, hırsızlık halı dibine süpürülmüş demektir.

Eğer, bazı ayıpları gizlenemeyecek kadar açık ise, o zaman da; “Bu bilgiler yasal yoldan ede edilmediği için, yok hükmündedir!” diye bağırırlar. Zaten, vicdan sesleri baskılanmış, susturulmuş olarak itaat eden sessiz çoğunluk hemen; “Bunlar, bal tutanın (iş yapanın)  parmak yalamalarıdır” deyip kutsar, apak eder onları. 

***

2 Eylül 2013'de Anadolu Liseleri Neden Kimsesiz Kaldı? Ya İmam-Hatipler!...” başlıklı ve istatistiklere dayalı uzun bir yazı yazmıştım.  tıklayınız

Sonraları da, topluma dayatılmak istenen “İmam Hatip Eğitim Sistemi”nin tuzaklarla dolu olduğunu anlatan çok yazı yazdım. Muhalefeti ve sessiz sedasız izleyicileri çokça eleştirdim. Bazı dostlarım da bana; “Bu konuyu çok fazla kafaya takmışsın” anlamına gelen eleştirilerde bulundular. Evet, o dostlar haklı galiba...

Çünkü benim karşı çıktığım “İmam Hatip Eğitim Sistemi”; sorup, sorgulamayı yasaklayan, ötekiler yaratıp, onlara "cihat" açan, “kendisi gibi” olmayana saygı duymayan ve otoriter güce itaati esas alan nesiller yetiştirmeyi amaçlıyor.

İşte bunun için, “Bu konuyu çok fazla kafaya takmalıyız” 

İşte bunun için; toplumu düşman parçalara ayıran, bu sistemin yerine, demokratik, laik, çağdaş bir sistem kuracak acil çözümler aramalıyız.

Çünkü bu sistem, hem çocuklarımızın, hem de ülkemizin geleceğini karanlıklara taşıyor.

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

15 Aralık 2017 Cuma

Yazı Yazmak


Dostlarım bana sık sık; “Yazmaya ne zaman  başladın? - Nasıl yazıyorsun? Diye soruyorlar, onlara kısaca anlatıyorum. Şimdi de okurlarıma bu işin yıllar öncesine dayanan hikâyesini anlatmak istiyorum.

Henüz 14-15 yaşlarındayım, yıl 1964 veya 1965, Türkçe dersi öğretmenimiz Sayın Ali Öztürk (ışıklar içinde uyusun), sınıfımıza konu seçimi serbest ve bir sonraki derste okunacak olan bir kompozisyon ödevi vermişti. 

O gün geldi, öğretmenimiz sınıfa girdi, biz de ayağa kalkıp karşılıklı selamlaşmadan sonra oturduk. Bu ders süresince öğretmen istediği kişilere "ödevi" okutacak,  dinleyenler değerlendirme ve eleştiri için not alacaktı. Öyle de oldu.

İlk okumayı yapan arkadaşımı dinlerken, sıra bana gelecek diye yanaklarım alevlendi, avuçlarım terledi, kalp atışlarım hızlandı ve ter taneciklerinin sırtımdan kayarak yuvarlandıklarını hissetmeye başladım. Çünkü ödevin sadece başlığını yazmış ve başka bir hazırlık yapmamıştım. İşte ben tam bunları yaşarken, öğretmenim yüzüme bakıp “Emin sen oku!” demez mi?..

Öğretmen, masasına oturmuş dinliyor ve not alıyordu. Ben ise öğretmene üç sıra uzakta ve pencereli duvarın önündeki iki kişilik sıraların birinde oturuyordum.

Belki “yazmadım” deyip biraz azar işitebilirdim, fakat bunu göze alamadım. Hızlı kalp atışlarıma rağmen defterimin bomboş sayfasına kapandım ve akıcı olmasa da (ki  okumam şimdi de akıcı değil); virgül-nokta duraklamaları, soru-ünlem tonlamaları yapa yapa "hayali" okumaya başladım. Okudukça kendime güvenim artmış, kendimi beğenmeye başlamıştım. Nihayet yakalanmadan, kazasız olarak okumayı bitirmiştim.

Ama yine de hiç rahat değildim, bu sefer de yapılacak değerlendirmede nasıl eleştiriler alacağım düşüncesi ile heyecanlanmış, kalp atışlarım hızlanmıştı.

Değerlendirme olumlu geçti. Hem arkadaşlarım, hem de öğretmenimden güzel geribildirimler aldım. Ama o süre içinde duyduğum utanç mutlulu olmamı gölgelemişti... Öğlen yemeğinden hemen sonra, o boş sayfayı tekrar açtım ve bu kez okuduğum o “hayali” sözleri, hatırlayıp yazmaya başladım. Kendimce, yalanımın üstünü örtmüştüm!... 

                                         ***   
Ali, Zülfü, Hasan ve ben dört arkadaşız, yaz tatili için köylerimize gidiyoruz. Geçtiği yerleri kirli kömür dumanına boğan ve taşıdığı ağır yükün yorgunluğu ile dertli dertli düdük öttüren "kara tren" bizi, Erzurum’dan alıp, Erzincan-Sansa’ya getirmişti. Buradan patika dağ yollarını geçip ilçemiz Kiğı’ya, oradan da köylerimize gidecektik, yolumuz çoook yorucu ve uzundu...

Sahipli olarak kiraladığımız merkep küçücük sıska bir şey, ona acısak da ellerimizdeki tahta bavulları yükledik ve yola koyulduk. Saatlerce yol aldıktan sonra Hasan’ın köyüne vardık. Geceyi orada geçireceğiz…

Burası bir ağaya ait bir yarıcı (maraba) köyü,  yarıcılar burada barınma ve karın tokluğuna çalışıyorlar… Aslında böylesi köylerin olduğunu Yaşar Kemal ve Orhan Kemal'in romanlarından okumuş olsam da, burada gerçeğini görmüş olmam beni oldukça etkilemişti. 

Sonbaharda okulumuz açıldığında, bu köyde yaşananları ve duygularımı anlatan bir yazı yazmıştım. Ve yazı kabul görüp, okulun haftalık duvar gazetesinde çıkmıştı. Sanırım bu benim yazı yazmak için attığım ilk adımdı.
*
19 yaşında bir öğretmenken, TÖS’nın yayın organı “İmece Dergisi” bir yazımı yayımladı. Bu yazıda, köy öğretmeninin yaşamsal/mesleksel zorlukları ile istek ve özlemleri anlatılıyordu.
*
Rehber öğretmen olduğum Beykoz Ziya Ünsel Ortaokulu ve Kartal Lisesi’nde öğrencilere ve sınıf rehber öğretmenlerine; rehberlik anlayışı, öğrenci tanıma vb. konularda hazırladığım yazıları mumlu kâğıtlara yazar ve teksir makinası ile çoğaltarak verirdim. Bu yazılara, mesleki eserlerden alıntılar alır ayrıca kendi görüş ve önerilerimi de yazardım.
*
İnternette yazdığım ilk yazım ise, Şubat 2011’ta çıktı. Daha sonra; Milliyet Blog, Radikal Blog,  radikalyazar.com ve şu an karşınızda olan "Dostça" sayfamda… 

***

Eline bir kitap alıp; okumak, bazı sayfaları çizgilerle, ünlem ve soru işaretleri ile donatıp not almak, çok güzel bir iş. Bu notlar; yazarla/kahramanla iletişime kurmayı, yazılanlara  onay vermeyi ya da karşı çıkmayı da sağladığı gibi ayrıca insanda, haz, coşku, sevinç, üzüntü benzeri insani duyguları yaşatır, kişinin paylaşımcı ve üretici olmasını sağlar.

Son yıllarda internetin yaygınlaşması, yukarıda anlatılan "etkin kitap okumayı" azalttı, fakat ekranda okumaları yaygınlaştırdı. Hem de yazar olmayı kolay kıldı. Artık isteyen herkes kendisi için internette bir sayfa (blog) açarak, duygu ve düşüncelerini anlatabilir. Böylece her yazar (başka dile çevrilmese bile), aynı anda uluslararası ve kıtalararası okurlarına ulaşabilir Az şey mi?.

Okuldan arkadaşım Nuran (Özalp) Aşkan bir yazıma şu katkıda bulunmuştu: "Kalemine sağlık Emin. Ortaokulda sanırım  'bakmak ve görmek' başlıklı bir deneme vardı, onu anımsadım. Baktığını görmek bir de ifade edebilmek gerekiyor..."  

Bakmak; gözün görev olarak yaptığı, fark etmek veya tanık olma işidir. Görmek; tüm duyu organları, psiko-sosyal-politik duygu, düşünce ve kültürün birlikte oluşturduğu bir sentezdir. 
Yazmak ise; "bakmak ve görmek" sentezinin bireysel becerilerle üç boyut kazanması ve eser haline gelmesidir.

Başka tanımlamalarla:

Yazmak; Yoğurt, ekmek, bal, ipek gibi bir şey… Süte, hamura maya katılması, arının peteğini işlemesi, ipek böceğinin kozasını örmesi gibi emek ister bir süreçtir.

Yazmak; yaşadığını, duyduğunu, gördüğünü, dokunduğunu, düşündüğünü, inandığını, hoşlanmadığını, hayal ettiğini, sevinçlerini, üzüntülerini vb. durumları masaya yatırmaktır.

Yazmak; birilerinin yararı için değirmene su taşımamak, vicdanının içseslerine kayıtsız kalmamak, kendisi ile yüzleşebilmek, zalime karşı durmak, “ötekileri” anlamak, görebilmektir.  

Yazmak; sadece "kendi doğruları" ile yetinmeyip “neden-niçin” diye sorgulamak, sebep olan güçleri ortaya çıkarabilmek, “nasıl” diye çözümler aramaktır.

Yazmak; kendisini yargılamak, sorgulamak, yanlışlarını fark edip, bir daha tekrar etmemek için özeleştiride bulunabilmektir.

Yazma sürecinde asıl zorluk, "o sihirli anahtar cümleyi" bulup başlayabilmektir.



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız