Dostlarım bana sık sık; “Yazmaya ne zaman başladın? - Nasıl yazıyorsun?
Diye soruyorlar, onlara kısaca anlatıyorum. Şimdi de okurlarıma bu işin yıllar öncesine dayanan
hikâyesini anlatmak istiyorum.
Henüz 14-15 yaşlarındayım,
yıl 1964 veya 1965, Türkçe dersi öğretmenimiz Sayın Ali Öztürk (ışıklar içinde
uyusun), sınıfımıza konu seçimi serbest ve bir sonraki derste okunacak olan bir kompozisyon ödevi vermişti.
O gün geldi, öğretmenimiz sınıfa girdi, biz de ayağa kalkıp karşılıklı selamlaşmadan sonra oturduk. Bu ders süresince öğretmen istediği kişilere "ödevi" okutacak, dinleyenler değerlendirme ve eleştiri için not alacaktı. Öyle de oldu.
O gün geldi, öğretmenimiz sınıfa girdi, biz de ayağa kalkıp karşılıklı selamlaşmadan sonra oturduk. Bu ders süresince öğretmen istediği kişilere "ödevi" okutacak, dinleyenler değerlendirme ve eleştiri için not alacaktı. Öyle de oldu.
İlk okumayı yapan arkadaşımı
dinlerken, sıra bana gelecek diye yanaklarım alevlendi, avuçlarım terledi, kalp atışlarım hızlandı ve ter taneciklerinin sırtımdan kayarak yuvarlandıklarını hissetmeye başladım. Çünkü ödevin sadece başlığını yazmış
ve başka bir hazırlık yapmamıştım. İşte ben tam bunları yaşarken, öğretmenim yüzüme bakıp
“Emin sen oku!” demez mi?..
Öğretmen, masasına oturmuş
dinliyor ve not alıyordu. Ben ise öğretmene üç sıra uzakta ve pencereli duvarın önündeki iki
kişilik sıraların birinde oturuyordum.
Belki “yazmadım” deyip biraz azar işitebilirdim, fakat bunu göze alamadım. Hızlı kalp atışlarıma rağmen defterimin bomboş sayfasına kapandım ve akıcı olmasa da (ki okumam şimdi de akıcı değil); virgül-nokta duraklamaları, soru-ünlem tonlamaları yapa yapa "hayali" okumaya başladım. Okudukça kendime güvenim artmış, kendimi beğenmeye başlamıştım. Nihayet yakalanmadan, kazasız olarak okumayı bitirmiştim.
Belki “yazmadım” deyip biraz azar işitebilirdim, fakat bunu göze alamadım. Hızlı kalp atışlarıma rağmen defterimin bomboş sayfasına kapandım ve akıcı olmasa da (ki okumam şimdi de akıcı değil); virgül-nokta duraklamaları, soru-ünlem tonlamaları yapa yapa "hayali" okumaya başladım. Okudukça kendime güvenim artmış, kendimi beğenmeye başlamıştım. Nihayet yakalanmadan, kazasız olarak okumayı bitirmiştim.
Ama yine de hiç rahat değildim, bu sefer de yapılacak
değerlendirmede nasıl eleştiriler alacağım düşüncesi ile heyecanlanmış, kalp atışlarım hızlanmıştı.
Değerlendirme olumlu geçti. Hem
arkadaşlarım, hem de öğretmenimden güzel geribildirimler aldım. Ama o süre içinde duyduğum utanç mutlulu olmamı gölgelemişti... Öğlen yemeğinden hemen sonra, o boş sayfayı tekrar açtım ve bu kez okuduğum o “hayali” sözleri, hatırlayıp yazmaya başladım. Kendimce, yalanımın
üstünü örtmüştüm!...
***
Ali, Zülfü, Hasan ve ben dört arkadaşız, yaz
tatili için köylerimize gidiyoruz. Geçtiği yerleri kirli kömür dumanına boğan ve taşıdığı ağır yükün yorgunluğu ile dertli dertli düdük öttüren
"kara tren" bizi, Erzurum’dan alıp, Erzincan-Sansa’ya getirmişti. Buradan patika dağ
yollarını geçip ilçemiz Kiğı’ya, oradan da köylerimize gidecektik, yolumuz çoook
yorucu ve uzundu...
Sahipli olarak kiraladığımız merkep küçücük sıska
bir şey, ona acısak da ellerimizdeki tahta bavulları yükledik ve yola koyulduk.
Saatlerce yol aldıktan sonra Hasan’ın köyüne vardık. Geceyi orada geçireceğiz…
Burası bir ağaya ait bir yarıcı (maraba) köyü, yarıcılar burada
barınma ve karın tokluğuna çalışıyorlar… Aslında böylesi köylerin olduğunu Yaşar Kemal
ve Orhan Kemal'in romanlarından okumuş olsam da, burada gerçeğini görmüş olmam beni oldukça etkilemişti.
Sonbaharda okulumuz açıldığında, bu köyde yaşananları ve duygularımı anlatan bir yazı yazmıştım. Ve yazı kabul görüp, okulun haftalık duvar gazetesinde çıkmıştı. Sanırım bu benim yazı yazmak için attığım ilk adımdı.
Sonbaharda okulumuz açıldığında, bu köyde yaşananları ve duygularımı anlatan bir yazı yazmıştım. Ve yazı kabul görüp, okulun haftalık duvar gazetesinde çıkmıştı. Sanırım bu benim yazı yazmak için attığım ilk adımdı.
*
19 yaşında bir öğretmenken, TÖS’nın yayın organı “İmece
Dergisi” bir yazımı yayımladı. Bu yazıda, köy öğretmeninin yaşamsal/mesleksel zorlukları ile istek ve
özlemleri anlatılıyordu.
*
Rehber öğretmen olduğum Beykoz Ziya Ünsel
Ortaokulu ve Kartal Lisesi’nde öğrencilere ve sınıf rehber öğretmenlerine; rehberlik anlayışı, öğrenci
tanıma vb. konularda hazırladığım yazıları mumlu kâğıtlara yazar ve teksir makinası ile
çoğaltarak verirdim. Bu yazılara, mesleki eserlerden alıntılar alır ayrıca kendi görüş ve önerilerimi de yazardım.
*
İnternette yazdığım ilk
yazım ise, Şubat 2011’ta çıktı. Daha sonra; Milliyet Blog, Radikal Blog, radikalyazar.com ve şu an karşınızda olan "Dostça" sayfamda…
***
Eline bir kitap alıp; okumak,
bazı sayfaları çizgilerle, ünlem ve soru işaretleri ile donatıp not almak, çok güzel bir iş. Bu notlar; yazarla/kahramanla iletişime kurmayı, yazılanlara onay vermeyi ya da karşı çıkmayı da sağladığı gibi ayrıca insanda, haz, coşku, sevinç, üzüntü benzeri insani duyguları yaşatır, kişinin paylaşımcı ve üretici olmasını
sağlar.
Son yıllarda internetin
yaygınlaşması, yukarıda anlatılan "etkin kitap okumayı" azalttı, fakat ekranda okumaları
yaygınlaştırdı. Hem de yazar olmayı kolay kıldı. Artık isteyen herkes kendisi için internette bir sayfa (blog) açarak, duygu
ve düşüncelerini anlatabilir.
Böylece her yazar (başka dile çevrilmese bile), aynı anda uluslararası ve kıtalararası okurlarına ulaşabilir Az şey mi?.
Okuldan arkadaşım Nuran (Özalp) Aşkan bir yazıma şu katkıda bulunmuştu: "Kalemine sağlık Emin. Ortaokulda sanırım 'bakmak ve görmek' başlıklı bir deneme vardı, onu anımsadım. Baktığını görmek bir de ifade edebilmek gerekiyor..."
Bakmak; gözün görev olarak yaptığı, fark etmek veya tanık olma işidir. Görmek; tüm duyu organları, psiko-sosyal-politik duygu, düşünce ve kültürün birlikte oluşturduğu bir sentezdir.
Yazmak ise; "bakmak ve görmek" sentezinin bireysel becerilerle üç boyut kazanması ve eser haline gelmesidir.
Başka tanımlamalarla:
Yazmak; yaşadığını, duyduğunu,
gördüğünü, dokunduğunu, düşündüğünü, inandığını, hoşlanmadığını, hayal
ettiğini, sevinçlerini, üzüntülerini vb. durumları masaya yatırmaktır.
Yazmak; birilerinin yararı
için değirmene su taşımamak, vicdanının içseslerine kayıtsız kalmamak, kendisi
ile yüzleşebilmek, zalime karşı durmak, “ötekileri” anlamak, görebilmektir.
Yazmak; sadece "kendi doğruları" ile
yetinmeyip “neden-niçin” diye sorgulamak, sebep olan güçleri ortaya
çıkarabilmek, “nasıl” diye çözümler aramaktır.
Yazmak; kendisini
yargılamak, sorgulamak, yanlışlarını fark edip, bir daha tekrar etmemek için özeleştiride
bulunabilmektir.
Yazma sürecinde asıl zorluk, "o sihirli anahtar cümleyi" bulup başlayabilmektir.
birkaç yıl içinde yazma serüvenini deneyimleme niyetindeki bu gariban arkadaşın için kaleme alınmış harika bir metin olmuş. Teşekkürler.Ayrıca gençlik anın mesleğimizi severek yaptığımızda öğrencilerimizi yönlendirmede ne denli etkili olduğumuzun canlı bir örneği.
YanıtlaSilOsman Nejat, yazılarıma çok güzel katkılar veren, dikkatli bir okurum. Kendisini sadece yazılarıma yazdığı yorumlardan tanıyorum. Umarım yüz yüze ya da sosyal medyada görşüp tanışma şansım olur. Selam ve saygılar...
YanıtlaSilSevgili Arkadaşım, yazı yazma serüvenini çok güzel özetlemişsin. Hayata dair başka şeyler gibi, yazı yazmak da rastlantı sonucu edindiğimiz kazanımlarımızdandır. Etkisiz eğitim sonucu nice yeteneklerimiz arada kaynayıp gidince, ne yazık ki elimizde sadece rastlantı sonucu edindiklerimiz kalmaktadır. Yazdıklarından hareketle söylüyorum: Emin Toprak'ın yazma yeteneği doğru işlenebilseydi, belki bir Yaşar Kemal daha olurdu. Kalemine sağlık.
YanıtlaSil