12 Ağustos 2016 Cuma

Uzlaşmak - Fetö darbe girişimi - Yok saymak:



5 Ağustos 2016 günü ‘Karşıt Görüş’te Balçiçek İlter, Burhan Kuzu’ya, CHP’nin Fetullah Gülen’in organize ettiği yapı (F Tipi Yapılanma) için vermiş olduğu, araştırma önergesini AK Parti neden ret etti diye sorduğunda Burhan Kuzu da; “… Bu tarafta sıkışmış bir hükümet, her an parti kapanma riski altındasın, burun burunasın. Bir bürokrat ekip lazım, bürokrat ekip onlardan oluşmuş, kimi kullanacağım ben, hükümet olarak ne yapacağım ben…” Diye kendi tarzında kısa ve net bir cevap verdi. Yani ortada kandırılmak diye bir durum yokmuş, her şey hesabına, kitabına göre hazırlanış. Eğer bu birliktelik veya uzlaşmada bir hata ve sorumluluk varsa bu birlikte yürüyenlerin ortak sorumluluğudur.

Uzlaşmak için aynı olmak, eşit olmak gerekmez. Hiçbir aynılığı, benzerliği olmayanlar da uzlaşır. Uzlaşmalarda her iki tarafında karlı çıkması anlamına gelen “kazan kazan”  yöntemini kullanırlar. Tarafların değişik amaç ve beklentileri bu süreç içinde karşılıklı ödünlerle kaldırarak uzlaşı sağlanır. Kısaca karşılıklı kazanmaktır uzlaşmak…

AKP ve Fetullah Gülen hareketi arasındaki uzlaşma, Burhan Kuzu’nun konuşmasında (itirafında) anlattığı gibi karşılıklı çıkarlar üzerine kurulmuştur.

Bu uzlaşma sürecinde her iki taraf da, albenilerini arttırmak için sosyal psikolojinin etkili silahı olan “algı oluşturma” yı, uygulama da ise yerine göre Makyavelist ve Pragmatist  yöntemleri etkili olarak kullanmışlardır.

Bu iki öğretiyi kısaca hatırlatmak gerekirse:

Makyavelizm 1500’li yıllarda başlayan “Siyasette amaca varmak için bütün yolların kullanılması gerektiğini söyleyen ve her yolu meşru gören” bir anlayış.

Pragmatizm ise; 1800’li yılların son çeyreğinde ortaya çıkıp dilimizde faydacılık olarak da karşılık bulan “Eğer bir bilgi günlük hayatta işe yarıyorsa o bilgi doğrudur. Yaramıyorsa yanlıştır.” bir anlayıştır.

Uzlaşma, taraflardan biri veya iki tarafın da uzlaşılanlara uymaması halinde biter. Sayın Burhan Kuzu’nun söyleminden hareket edersek risk altındaki kişi veya gruplar korunmak için uzlaşacağı ortaklar bulabilir/arayabilir. Bu durum sıkça görülen bu normal bir iştir. Fakat etik olmayan dereyi geçinceye kadar “kullanmak/kullanılmak”. Anlaşılan yukarıda anlatılan uzlaşma da etik olmayan bir şekilde son bulmuş. Ve öyle anlaşılıyor ki F Tipi Yapılanma, birlikte yola çıktıklarının aleyhinde uzlaşı günlerinde bile boş durmayıp bilgi ve belge toplamış.

1.   7 Şubat 2012‘de MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın ifadeye çağrılması olayı:  Hakan Fidan alınan çok hızlı kararlarla korundu ve girişim başarısız oldu.
2.   17-25 Aralık 2013’teki yolsuzluk operasyonlarını başlattılar. İktidar bu operasyon sırasında bir anlık şaşkınlık yaşadı, 4 Bakan istifa etmek zorunda kaldı, ancak, onların yüce divana gönderilmeleri engellenerek parlamento etkisiz bırakıldı. Çok hızlı davranarak ve devlet gücü kullanarak bu saldırı da atlatıldı. Ama, ortaya saçılan yolsuzluklar, “Tapeler” ve “Para Kutuları” iktidarın karizmasını çizerek henüz kapanmayan/iyileşmemiş yaralar almasına neden oldu.
3.   İktidar da F Tipi Yapılanmanın çok önemli bir finans kaynağı ve taraftar toplama alanı olan “Dershaneleri” kapatarak önemli bir karşı atakta bulunmuştur. (17.11.2013 günü Milliyet Blog’da ki yazım “Aslında Dershaneler bahane bu bir bilek güreşi!...” diye son bulmuştu.) http://blog.milliyet.com.tr/dershaneler-bahane-/Blog/?BlogNo=436766

Yapılan bazı uzlaşmaların sonradan, “dün dündür” anlayışla ve etik olmayan yollarla bozulduğunu duyduk, gördük ve yaşadık. Fakat AKP bu işi sık sık yapmaya başladı. İşte birkaç örnek:

Kürt Açılımı, Çözüm Süreci, Alevi Açılımı, Akil İnsanlar Heyeti, Dolmabahçe Mutabakatı, Dolmabahçe masanın devrilmesi, İstişkafi Görüşmeler, Olmadı Bir daha Seçim… Fiili Başkanlık sistemiyle Meclis devre dışı bırakılması…

Tüm bu işleri yaparken ana taktikleri de şu idi: Önce (tribünlere gösterip) uzlaşır gibi yapmak, sonra zamana yaymak ve ipe un sermek.

Etik olmayan yollarla bozulan bu uzlaşı arayışları sadece kişiler ve gruplara değil tüm ülkeye büyük zararlar verdi. Sonuç olarak ülkenin her yöresi sanki cenaze evi oldu, binlerce suçsuz günahsız insanımız öldü, ülke büyük acılar ve katliamlar yaşadı.

"Bunlar ateist, Zerdüşt…” diyerek ötekileştirdiler halkı. Ölüleri soyarak çıplak fotoğrafları paylaştılar. Öldürdüklerini, tomaya bağlayıp, video çekimi yapıp, internette paylaştılar. Harabeye çevirdikleri evlerin içinde de bu nefret suçlarını işlemeye devam ettiler. Tanklarla girdikleri Sur, Cizre, Nusaybin, Silopi, Yüksekova, Silvan, Lice, Şırnak… Şehir merkezlerinde pek çok sivil, tarihi doku ile birlikte yok edildi. Bunları yapan zalimler/caniler tek tük değil, pek çoktular. Onların bu yaptıkları kabul gördü ki, korundular ve tüm bu zalimler/caniler cezasız kaldı.

İşte tüm bu olanları Mecliste anlatıp, zalimleri/canileri tanıtmak, mağdurların çığlıklarını dile getirmek, burada çare bulmak isteyen Millet Vekilleri oldu. Bu vekillere de, “Türk askeri sivil halka silah sıkmaz!...” diyerek neler yapıldığını, neler söylendiğini, nasıl susturulduklarını bilmeyenler varsa ve eğer isterlerse kayıtlara kolayca ulaşabilirler.

***
Fetö darbe girişimi:    

Halkımız tüm bu acıları yaşayıp, dertlerine çare ararken 15 Temmuz günü, AKP’nin uzun yıllar birlikte iken her istediklerini verdikleri, yani beraber yürüyüp şimdi uzlaşmaz oldukları FETÖ’cü yapı, dinci-ırkçı-faşist bir kalkışma başlatmıştı. Bu kez başkent ve büyük şehirlerimizde, General ve kurmayların yönetimindeki tanklar, uçaklar, helikopterler, ağır silahlarla donatılmış aldatılmış “Mehmetçikler” (tıpkı güneydoğuda olduğu gibi) sivil halka ateş açıp 250 cana kıydılar… Ayrıca pek çok kamu kurumu ve TBMM’ni bombaladılar, tüm yurdumuza büyük acılar yaşattılar.

Bu kanlı faşist-ırkçı-dinci kalkışma başladığı andan itibaren, tüm siyasi partiler, tüm medya kuruluşları ve tüm halkımız büyük tepki gösterdi. Böylece bu faşist-ırkçı-dinci kalkışmaya karşı doğal bir birleşik bir cephe doğmuş oldu. O gece Meclis sığınağında yapılan görüşmelerde uzlaşı ve birlik çağrıları yapılmış ve Mecliste bulunan 4 siyasi partinin ortak bildirisi ile lanetlemişti. Yüzlerce sivil insan darbeyi durdurmak için, ölümleri pahasına kendilerini tankların, topların ve kurşunların önüne atmıştı. İşte bu tutarlı karşı duruşlar darbecilerin kâbusu olmuş ve onların yenilgileriyle sonuçlanmıştı.

***
 Yok saymak:
Olağanüstü hal (OHAL) ilan edilerek, Meclisi onayı olmadan çıkarılan yaslarla ülke yönetilmeye başlandı, demokrasi askıya alındı, yönetim yetkisi Hükümetten çok Başkomutan-Cumhurbaşkanının eline geçti. Zaten etkisiz ve yetkisiz durumda olan TBMM tamamen devre dışında kaldı.

Yenikapı’da yapılan ‘‘Demokrasi ve Şehitler Mitingi’ için mecliste bulunan dört partiden sadece üçü davet edilerek ayrımcılık yapıldı. 6 milyon oy almış olan HDP (7 Haziran sonrası istişkafi görüşmeler olduğu gibi) davet edilmedi, yok sayılmaya çalışıldı. Böylece kalkışmaya karşı sağlanan birliktelik yara almış oldu. Aradan henüz üç gün geçmişti ki, bu kez de üç partinin birlikteliği ile yapılacak Anayasa görüşmelerine de HDP’nin çağrılmayacağı duyuruldu.

Hani herkese eşitti ve bir oy bile değerliydi? 

Neden ötekileştirip yok sayıyorsunuz bu insanları?

HDP’nin dışlanmasıyla ülkemiz ve halkımız ne kazanacak?!...

Baskılanmış medya ise tüm bunları Görmemiş, Duymamış, Bilmiyormuş.

Anlaşılan, “Seni Başkan yaptırmayacağız” demenin öfkesi/kini henüz bitmemiş.

Anlaşılan, çoğulculuğu istemeyen, tekçiliği benimsemiş AKP, CHP, MHP ve malum medyanın elbirliği ile bu fiili Başkanlığı “TEK BAŞKAN”lıkla taçlandıracaklar. Zaten Sn. Erdoğan, 16 Temmuz sabahının ilk saatlerinde darbe girişimi için “Bu bize Allah’ın bir lütfu” dememiş miydi?
 
Ve yeni bir haber:
Faşizme, Darbelere ve OHAL’e karşı, aralarında HDP, KESK, DİSK, TMMOB, TTB, Alevi Örgütleri, EMEP, Haziran Hareketi ve Halk Evleri’nin bulunduğu 20'yi aşkın kurum tarafından Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği kuruldu…



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

5 Ağustos 2016 Cuma

Eğer samimi iseniz… (+)



Bundan önceki yazımın başlığı, “Eğer samimi iseniz…” idi. Nedense bu yazının yarım kalmış olduğunu düşündüm, sanki üç noktalara sığınıp, sonucu ortada bırakmışım gibi hissettim. Daha söylenecekler, yazılacaklar ve sorulacaklar varmış deyip, önceki başlığa sadece (+) ekleyip devam edelim istedim.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Diyanet İşleri Başkanlığınca düzenlenen ‘Olağanüstü Din Şurası’nda yaklaşık 40 dakika süren önemli bir konuşma yaptı.

Bu konuşmasında, Fethullah Gülen’in darbeci yapılanması için vermiş oldukları destek ve yardımlardan dolayı duymuş olduğu pişmanlığı belirterek özeleştiride bulundu ve; "Bizler de bu yapıya tüm siyasiler gibi iyi niyetle destek olduk. Açık konuşuyorum ben de şahsen pek çok görüşüne katılmasam da bunlara yardımcı oldum… Dedik ki bir ortak yanımız var… Bunun için hem rabbimize, hem milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum. Rabbim de, milletim de bizi affetsin." Dedi.

Sayın Cumhurbaşkanın pişmanlık duymasına neden olan bu destek ve yardımlar sadece birkaç kişiyle sınırlı kalmış olsa ve bu işlerden dolayı sadece birkaç kişi zarar görmüş olsaydı eğer, bunun telafisi mümkün olabilir, belki de o zarar görmüş insanlar ile helalleşebilirlerdi.

Oysa pişmanlığa neden olan iş ve eylemler devlet adına millettin kaynakları ile yapılmış, kimilerine taşınmazlar verilmiş, devlet aygıtı içine yerleşmeleri için kimilerine binlerce, on binlerce mevki, makam, kadrolar sağlanmıştır. Böyle olunca da bu işten zarar görenler sınırlı kişiler değil, 79 milyonluk halkımız olmuş. Kimi canını-malını, kimi mesleğini, işini, geleceğini, kimi okulunu… Ülke ise uluslararası konumunu, güvenirliğini, ekonomisini kaybetmiş…

(Bu durum bana, yıllar öncesi çalıştığım bir kurumda yapmış olduğumuz bir toplantımızı çağrıştırdı. O toplantıda; müdürümüz, daha önce kurum müdürü iken istifa edip, aynı kurumda “Uzman” olarak çalışan eski müdürümüz ve biz diğer çalışanlar vardık.  Kurumumuzun sorunları ve çözüm yolları hakkında çeşitli eleştiriler ve katkı sağlayan konuşmalar yapılıyordu. Müdürümüz de, sık sık araya girerek tüm sorunların kendisinden önceki dönemden kaynaklı olduğunu söylüyor ve eski müdürümüze bazı iğnelemelerde bulunuyordu. Eski müdürümüz de dinledi, dinledi ve söz alıp sakin bir ses tonuyla; “Müdüre hanım, ben bu dediklerinizi yapmayı beceremediğim için, kendi isteğimle müdürlükten istifa ettim. Amacım bu işleri yapacak birinin göreve gelmesini sağlamaktı. Peki, siz ne yaptınız onu anlatın lütfen?”  dedi…)

Şimdi asıl konumuza dönüp bazı sorular sormak zamanı.

Peki;

Yıllarca sınav sorularının çalındığı, milli eğitim, emniyet, adliye, askeriye gibi büyük kurumların Fethullah Gülen hareketinin kontrolüne geçtiğini yazanlar, çizenler oldu,  pek çok kurumda, onlardan olmayanlar öteki ilan edilip, mobbing  (işyerinde yıldırmak için, baskı veya psikolojik terör uygulaması) yapıldığı söylendi. Ne yazık ki hiçbir sorumlu harekete geçmedi, kimse tınmadı bile… Ama 15 Temmuz sonrasında gözaltı ve tutuklamalar başlayınca anlaşıldı ki; her şeyi biliniyormuş, tüm söylenenler için belgeleri, dosyaları ve faillerin listeleri hazırmış. Fakat nedense kimse sormuyor, bunları kilit noktalara kim yerleştirdi, olanlara bugüne kadar tüm olanlara ve olaylara kim göz yumdu, mağdurların çığlıklarını neden kimseler duymadı?

Halkın karşısına çıkıp onların acılarını nasıl gidereceklerini neden anlatmıyorlar? 

“Ne istediler de vermedik” dediklerine “verilenler” nelerdir?

Her istedikleri verilenlerin haksız olarak almış oldukları, nasıl geri alınacak?

Hakları gasp edilip başkasına verilenlerin işi, mesleği, geleceği ne olacak?

(1850’li yıllarda açılmış okulları kapattım demek çok kolay kapıya kilidi vurur kapatırsınız. Yıkmak kolay yapmak zor.)

Devletin koruma ve kollama güvencesiyle okullara giden fakat korunup kollanmayan çocuklar/gençler, onlarının umutları, gelecekleri ve aileleri ne olacak?

Belki sivil insanlarımıza ve parlamentomuza karşı yapılan bu faşist kalkışmayı yapanlar, hak ettikleri cezaları alacaklardır. Fakat halkımızın büyük acılar ve ölümler yaşamasına, ülke kaynaklarımızın tahrip olmasına neden bu katillere imkân ve makam sağlayan sorumlular ne yapılacak?...

***

Eğer gerçekten samimi iseler;

Eğer gerçekten samimi iseler Fethullah Gülen hareketinin; 40 yıl içinde okul ve diğer eğitim kurumlarında serpilip gelişerek dünyaya yayılan gizli bir suç örgütü olduğunu bilmeleri gerekir.

Eğer gerçekten samimi iseler o kurumlarda insanların; “minnet borcu” ezikliği içinde kıvranan, özgür bir “birey” olma yerine, bağımlı olarak, sorgusuz-sualsiz-yorumsuz olarak, verilen her işi yapan ve her emri uygulayan bir robot gibi yetiştirildiklerini bilmeleri gerekir.

Eğer gerçekten samimi iseler eğitimi; her bireyin özgünlüklerini özgürce ortaya koyabileceği, düşünen, yorumlayan, soru soran, çözüm arayan, insan haklarına saygılı, laik ve demokratik anlayışlı insanlar yetiştiren, çağdaş bir bilim dalı olarak kabul ederler.

Eğer gerçekten samimi iseler okulları; kendi arka bahçeleri sayan anlayışlar, simsarlar, vakıf ve derneklerin ellerinden kurtarmalılar.

Eğer gerçekten samimi iseler; kendi politik çıkarlarına hizmet için, İmam Hatip Okullarını görev alanlarında hizmet veren meslek okulları olmaktan çıkarıp, var olan okul sisteminin odağı haline getirmekten ve 4+4+4 uygulamalarından vaz geçerler.

Eğer gerçekten samimi iseler; toplumu inanç farklılıklarından dolayı ayrıştıran, sadece belli inanç ve anlayışlara hizmet sunan bu haliyle de laiklik ilkesine uymayan Diyanet İşleri Başkanlığını kapatırlar.

Eğer gerçekten samimi iseler; başka ülkelerde benzer olaylar yaşandığında, sorumluluğu olan devlet adamı ve politikacıların neler yaptıklarına, nasıl davrandıklarına bakarlar ve gereğini yaparlar.


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

3 Ağustos 2016 Çarşamba

Eğer samimi iseniz…



Beykoz’dayım.

Temmuz ve Ağustos aylarının bunaltıcı sıcak havalarında bile rahat nefes alıp, bazen “oh be!” dediğim bir yer burası. Buraya gelmeden önce; “Yazmaktan çok okuyacağım, dinleneceğim, bazen yazsam bile; Beykoz’u, martıları, kargaları, kumruları, yıllar öncesi göçmen olarak buraya gelip yavrularla çoğalıp kalıcılaşan papağanları, denizi, tahrip edilen çevreyi yazacağım.” Diye söz vermiştim kendi kendime.
Ama ülkemizin sosyal iklimi, Temmuz kuraklığı ve sıcaklığından bile baskın çıktı. Rahat nefes aldırmıyor, kendine verdiğin sözü tutmana bile izin vermiyor.

   ***
Henüz demokrasiyi içselleştirmemiş ülkelerde, militarist güçler bazen demokratik olmayan yöntemlerle iktidarı ele geçirirler. Ülkemizde de zaman zaman böylesi kalkışmalar yaşanmıştı. Toplumun çoğunlukla sessiz kaldığı bu faşist darbeler, pek çok gencimizin ölümüne, işkence ile sakat kalmasına, halkımızın büyük acılar yaşamasına, insan hakları ihlallerine ve ülkece onlarca yıl geri kalmamıza neden olup çok ağır faturalar ödememize neden olmuştu.

15 Temmuz 2016 gecesinde de, ülke çapında 300’lere yakın insanımızın katledilmesine neden olan lanetlenecek kanlı-kara bir darbe girişimi yaşadık. Bu girişimin eli kanlı halk düşmanı faşistleri, pek çok cana kıymış olsalar da, bu kez halkın muazzam karşı çıkışı ile karşılaştılar ve darbe yapamadılar.

Daha önceleri darbeler, darbeciler ve faşist uygulamalar hakkında pek çok eleştiri yapılmış, pek çok yazı yazılmış pek çok raporlar hazırlanmış, tanklarla bombalarla Güneydoğu bölgemizde pek çok kentimiz yok edilmiş, büyük acılar yaşanmıştı. Ne yazık ki, bu acılar sadece acıyı yaşayanlar ve duyarlı bir azınlığın karşı çıkışı ve çığlıkları ile sınırlı kalmıştı. Hiçbir zaman 15 Temmuz 2016 gecesi ve sonrasındaki gibi herkesin görüp yaşadığı, karşı koyduğu ve lanetlediği bir karşılık bulamamıştı.

Darbe girişimi karşısında Medya ürkekliğini kaybetmiş, hiç perdelemeden sansürsüz haber veriyordu,  İnsanların kimi ekranların başında lanetlerken, kimi tankların önünde, altında, kimi silahların üstüne üstüne yürüyor…

Ve darbecilere dur!!!... diyordu.

 ***

Eğer samimi olarak her türlü darbeye karşı ve darbelere dur deme taraflısı isek;

İşte önümüzde başarısız olmuş bir darbe var, panik olmadan, darbelerin başlıca silahı olan insan hakları gasplarına başvurmadan yapmamız gerekenler var.
Öncelikle bu ve benzeri oluşumlara kaynaklık eden ortamın nasıl oluştuğunu, hangi yöntem, araç ve gereçlerin kullanıldığını bulup ortaya çıkarmamız gerek.
Bunun için de, her kurumun, her makamın ve herkesin dürüst olarak, bu sonuçlar ile yüzleşip, bu sonuçları doğuran nedenleri sıralaması, bu oluşumda varsa katkılarını sorgulaması, yani öncelikle kendisine ayna tutması gerek. Eğer bu sonuçta bir etkisi, katkısı varsa özeleştiride bulunmalı. Hiç kimse kendini aklamak için savunma mekanizmalarına başvurarak başkalarına kara çalmamalı…

Çünkü şimdi bakınıp, yakınıp, ağlaşmak yerine, darbelere dur demek için çare aramanın tam zamanı.

Ama ne yazık ki böyle olmuyor, şimdi herkes aklanmak için birilerine kara çalmanın kolaycılığına sığınıyor. “Ben mağdurum/Biz mağduruz”, “Ben yapmadım o yaptı/Biz yapmadık onlar yaptı”  deme yarışına girmiş durumda.

***

Bu olaylar uzayda yaşanmadı, bu nedenle bilinmezlikleri çok fazla değil. Hepimiz birlikte gördük, duyduk ve yaşadık…

Siz de görmüş ve yaşamışsınız ya, yine de tanığı olduğum bir olayı anlatayım: 

Yıllar öncesi bir dershanede karşılaştığım bir öğretmen ilgimi çekmişti. Çünkü bu öğretmenin, Amerika’da doktora yapmış başarılı bir akademisyen olduğunu öğrenmiştim. Ve ister istemez böyle başarılı birisinin, nasıl olur da, böylesi sıradan bir dershanede psikolojik ve ekonomik olarak doyum içinde çalışabileceğini düşünmüştüm.

Merak ettiğim bu konuyu dolaylı bir anlatımla ilgili öğretmene sormak fırsatı buldum ve sordum.

Öğretmen (samimi olduğuma inanmış olacak ki) samimi olarak bana anlatmaya başladı. Anlattıkları aşağı yukarı şöyle idi: “ Ben, Torosların doruklarındaki bir köyde yaşayan oldukça fakir bir ailenin beş çocuğundan üçüncüsü idim. Köyümüz küçük bir köy olduğundan, ilkokulu birleştirilmiş sınıflarda okudum. Başarılı bir öğrenci olduğum için öğretmenim bazı derslerde beni 2 sınıf üsteki öğrencilerle birlikte derse alırdı… İlkokul bitince öğretmenimin teşviki, bazı akrabalarımızın katkısı ile babam beni kasabadaki ortaokula göndermeye razı oldu. Böylece köyümüz ve komşu köylerden gelen öğrencilerin kiraladığı bir evde kalmaya başladım. Sınav sonuçları belli oldukça Ortaokulda da başarılı bir öğrenci olduğum belli olmaya başlamıştı. Ortaokul 1. Sınıfta iken Şubat tatilinden sonra bir “abi” benimle tanışıp, bana karşılıksız olarak özel dersler vermeyi teklif etti, sevinerek kabul ettim. Çok güzel bir abi idi, arkadaş olduk, beni başka abilerle de tanıştırdı…, ders başarım daha da artmıştı. Ayrıca benim kitap, defter gibi ihtiyaçlarımı karşılayıp, bazen yemek ve haftalık harçlık verdiler. Bana bu sıcak ilgiyi, Lise, Üniversite ve Amerika’da Master-Doktora yaparken de gösterdiler. Sonuç olarak; Beni dağ köyünün yoksul bir aile çocuğu iken destekleyip bu güne getirdiler. Şimdi de bana burada ihtiyaç duydular, gel burada “abi” ol dediler. Neden gelmeyeyim?” dedi.

***

Başka soru sormadım sadece teşekkür edip vedalaştım.

Günlerce bu konuyu düşündüm hiçbir art niyet de bulamadım. Bu iş sadece Minnet borcu…

O, bu işi yaparken borcunu ödemiş, görevini yapmış olmanın hazzını yaşıyordu. Kendisine nerede görev verilirse verilsin, ne yapması istenirse onu yapacak, kendisine “abilik” yapanlar gibi minnet borcu olan çocuklar-gençler yetiştirecekti.   

Şimdi siz de bu minnet borcunun 15 Temmuz 2016 güne etkilerini, darbecilerin cüzdanlardan çıkan okunmuş, kutsanmış(!) 1 $’ların yaptırım gücünü düşünün.
Akılsa akıl, okulsa okul, hepsi var bunlarda. Fakat bakın görün ki minnet borcu içinde olup, alnı secde görmüş komutanlar, aldıkları emir üzerine neler yaptı neler…

Şimdi bunların şerrinden korunmak için polislere daha güçlü silahlar vermenin yolları arıyorlarmış.

Oysa şiddet; öfke, kin ve yeniden şiddeti yaratıyor.

Yoksullukla savaşıp, muhtaçlığı bitirmedikçe, demokrasiyi, insan haklarını var etmedikçe, empati yapmayı, yorum yapmayı öğretmedikçe, nasıl diye çözüm aratmadıkça, özgür düşünen bireyler olarak yetiştirmedikçe nafile, minnet borcu tutsakları hep olacak…

Bu şiddet nesli, okullarda doğdu, okullarda yok olmalı.

Eğer istenirse okullarda; tornadan çıkmış, koşullandırılmış, minnet borcuyla tutsak olmuş, kişiliği yok edilmiş nesiller yerine özgür birey olmayı sağlayacak bir eğitim verilebilir.

 Yeter ki, okulları kendi arka bahçeleri saymasın birileri…

Yeter ki, eşitlikçi, demokratik, laik ve  çağdaş anlayışla verilsin eğitim.

Demokrasi düşmanları, sadece daha çok demokrasi sağlanarak kalıcı olarak yok edilir…


Bu yazı radikalyazar.com’da: 
http://www.radikalyazar.com/eger-samimi-iseniz/


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız