3 Ağustos 2016 Çarşamba

Eğer samimi iseniz…



Beykoz’dayım.

Temmuz ve Ağustos aylarının bunaltıcı sıcak havalarında bile rahat nefes alıp, bazen “oh be!” dediğim bir yer burası. Buraya gelmeden önce; “Yazmaktan çok okuyacağım, dinleneceğim, bazen yazsam bile; Beykoz’u, martıları, kargaları, kumruları, yıllar öncesi göçmen olarak buraya gelip yavrularla çoğalıp kalıcılaşan papağanları, denizi, tahrip edilen çevreyi yazacağım.” Diye söz vermiştim kendi kendime.
Ama ülkemizin sosyal iklimi, Temmuz kuraklığı ve sıcaklığından bile baskın çıktı. Rahat nefes aldırmıyor, kendine verdiğin sözü tutmana bile izin vermiyor.

   ***
Henüz demokrasiyi içselleştirmemiş ülkelerde, militarist güçler bazen demokratik olmayan yöntemlerle iktidarı ele geçirirler. Ülkemizde de zaman zaman böylesi kalkışmalar yaşanmıştı. Toplumun çoğunlukla sessiz kaldığı bu faşist darbeler, pek çok gencimizin ölümüne, işkence ile sakat kalmasına, halkımızın büyük acılar yaşamasına, insan hakları ihlallerine ve ülkece onlarca yıl geri kalmamıza neden olup çok ağır faturalar ödememize neden olmuştu.

15 Temmuz 2016 gecesinde de, ülke çapında 300’lere yakın insanımızın katledilmesine neden olan lanetlenecek kanlı-kara bir darbe girişimi yaşadık. Bu girişimin eli kanlı halk düşmanı faşistleri, pek çok cana kıymış olsalar da, bu kez halkın muazzam karşı çıkışı ile karşılaştılar ve darbe yapamadılar.

Daha önceleri darbeler, darbeciler ve faşist uygulamalar hakkında pek çok eleştiri yapılmış, pek çok yazı yazılmış pek çok raporlar hazırlanmış, tanklarla bombalarla Güneydoğu bölgemizde pek çok kentimiz yok edilmiş, büyük acılar yaşanmıştı. Ne yazık ki, bu acılar sadece acıyı yaşayanlar ve duyarlı bir azınlığın karşı çıkışı ve çığlıkları ile sınırlı kalmıştı. Hiçbir zaman 15 Temmuz 2016 gecesi ve sonrasındaki gibi herkesin görüp yaşadığı, karşı koyduğu ve lanetlediği bir karşılık bulamamıştı.

Darbe girişimi karşısında Medya ürkekliğini kaybetmiş, hiç perdelemeden sansürsüz haber veriyordu,  İnsanların kimi ekranların başında lanetlerken, kimi tankların önünde, altında, kimi silahların üstüne üstüne yürüyor…

Ve darbecilere dur!!!... diyordu.

 ***

Eğer samimi olarak her türlü darbeye karşı ve darbelere dur deme taraflısı isek;

İşte önümüzde başarısız olmuş bir darbe var, panik olmadan, darbelerin başlıca silahı olan insan hakları gasplarına başvurmadan yapmamız gerekenler var.
Öncelikle bu ve benzeri oluşumlara kaynaklık eden ortamın nasıl oluştuğunu, hangi yöntem, araç ve gereçlerin kullanıldığını bulup ortaya çıkarmamız gerek.
Bunun için de, her kurumun, her makamın ve herkesin dürüst olarak, bu sonuçlar ile yüzleşip, bu sonuçları doğuran nedenleri sıralaması, bu oluşumda varsa katkılarını sorgulaması, yani öncelikle kendisine ayna tutması gerek. Eğer bu sonuçta bir etkisi, katkısı varsa özeleştiride bulunmalı. Hiç kimse kendini aklamak için savunma mekanizmalarına başvurarak başkalarına kara çalmamalı…

Çünkü şimdi bakınıp, yakınıp, ağlaşmak yerine, darbelere dur demek için çare aramanın tam zamanı.

Ama ne yazık ki böyle olmuyor, şimdi herkes aklanmak için birilerine kara çalmanın kolaycılığına sığınıyor. “Ben mağdurum/Biz mağduruz”, “Ben yapmadım o yaptı/Biz yapmadık onlar yaptı”  deme yarışına girmiş durumda.

***

Bu olaylar uzayda yaşanmadı, bu nedenle bilinmezlikleri çok fazla değil. Hepimiz birlikte gördük, duyduk ve yaşadık…

Siz de görmüş ve yaşamışsınız ya, yine de tanığı olduğum bir olayı anlatayım: 

Yıllar öncesi bir dershanede karşılaştığım bir öğretmen ilgimi çekmişti. Çünkü bu öğretmenin, Amerika’da doktora yapmış başarılı bir akademisyen olduğunu öğrenmiştim. Ve ister istemez böyle başarılı birisinin, nasıl olur da, böylesi sıradan bir dershanede psikolojik ve ekonomik olarak doyum içinde çalışabileceğini düşünmüştüm.

Merak ettiğim bu konuyu dolaylı bir anlatımla ilgili öğretmene sormak fırsatı buldum ve sordum.

Öğretmen (samimi olduğuma inanmış olacak ki) samimi olarak bana anlatmaya başladı. Anlattıkları aşağı yukarı şöyle idi: “ Ben, Torosların doruklarındaki bir köyde yaşayan oldukça fakir bir ailenin beş çocuğundan üçüncüsü idim. Köyümüz küçük bir köy olduğundan, ilkokulu birleştirilmiş sınıflarda okudum. Başarılı bir öğrenci olduğum için öğretmenim bazı derslerde beni 2 sınıf üsteki öğrencilerle birlikte derse alırdı… İlkokul bitince öğretmenimin teşviki, bazı akrabalarımızın katkısı ile babam beni kasabadaki ortaokula göndermeye razı oldu. Böylece köyümüz ve komşu köylerden gelen öğrencilerin kiraladığı bir evde kalmaya başladım. Sınav sonuçları belli oldukça Ortaokulda da başarılı bir öğrenci olduğum belli olmaya başlamıştı. Ortaokul 1. Sınıfta iken Şubat tatilinden sonra bir “abi” benimle tanışıp, bana karşılıksız olarak özel dersler vermeyi teklif etti, sevinerek kabul ettim. Çok güzel bir abi idi, arkadaş olduk, beni başka abilerle de tanıştırdı…, ders başarım daha da artmıştı. Ayrıca benim kitap, defter gibi ihtiyaçlarımı karşılayıp, bazen yemek ve haftalık harçlık verdiler. Bana bu sıcak ilgiyi, Lise, Üniversite ve Amerika’da Master-Doktora yaparken de gösterdiler. Sonuç olarak; Beni dağ köyünün yoksul bir aile çocuğu iken destekleyip bu güne getirdiler. Şimdi de bana burada ihtiyaç duydular, gel burada “abi” ol dediler. Neden gelmeyeyim?” dedi.

***

Başka soru sormadım sadece teşekkür edip vedalaştım.

Günlerce bu konuyu düşündüm hiçbir art niyet de bulamadım. Bu iş sadece Minnet borcu…

O, bu işi yaparken borcunu ödemiş, görevini yapmış olmanın hazzını yaşıyordu. Kendisine nerede görev verilirse verilsin, ne yapması istenirse onu yapacak, kendisine “abilik” yapanlar gibi minnet borcu olan çocuklar-gençler yetiştirecekti.   

Şimdi siz de bu minnet borcunun 15 Temmuz 2016 güne etkilerini, darbecilerin cüzdanlardan çıkan okunmuş, kutsanmış(!) 1 $’ların yaptırım gücünü düşünün.
Akılsa akıl, okulsa okul, hepsi var bunlarda. Fakat bakın görün ki minnet borcu içinde olup, alnı secde görmüş komutanlar, aldıkları emir üzerine neler yaptı neler…

Şimdi bunların şerrinden korunmak için polislere daha güçlü silahlar vermenin yolları arıyorlarmış.

Oysa şiddet; öfke, kin ve yeniden şiddeti yaratıyor.

Yoksullukla savaşıp, muhtaçlığı bitirmedikçe, demokrasiyi, insan haklarını var etmedikçe, empati yapmayı, yorum yapmayı öğretmedikçe, nasıl diye çözüm aratmadıkça, özgür düşünen bireyler olarak yetiştirmedikçe nafile, minnet borcu tutsakları hep olacak…

Bu şiddet nesli, okullarda doğdu, okullarda yok olmalı.

Eğer istenirse okullarda; tornadan çıkmış, koşullandırılmış, minnet borcuyla tutsak olmuş, kişiliği yok edilmiş nesiller yerine özgür birey olmayı sağlayacak bir eğitim verilebilir.

 Yeter ki, okulları kendi arka bahçeleri saymasın birileri…

Yeter ki, eşitlikçi, demokratik, laik ve  çağdaş anlayışla verilsin eğitim.

Demokrasi düşmanları, sadece daha çok demokrasi sağlanarak kalıcı olarak yok edilir…


Bu yazı radikalyazar.com’da: 
http://www.radikalyazar.com/eger-samimi-iseniz/


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder