17 Şubat 2023 Cuma

İnsanlıkta Buluşmak


Yurdumuz, Japonya’dan sonra dünyada en çok deprem üreten bir coğrafyada yer almaktadır.. 

Ve yurdumuzu rastgelesi çok bol olan bir anlayış yönetiyor!

Deprem tüm gerçeklerini bile bile 21 yıl önce işbaşına gelen iktidar, her şeyi bildiği düşüncesiyle başka görüşleri dinlemiyor, plan-program yapmıyor ve yarınları hiç düşünmüyor. Sadece tek kişinin aldığı anlık kararlarla yol almaya devam ediyor. 
 
Bugüne kadar olası deprem zararlarını azaltacak hiçbir önlem almamaları da bu yüzden. Bu yüzden apansızın yakalandık bu büyük depreme. 

Ve 6-7 Şubat depremi yaklaşık 160 bin kilometre kare alan üzerindeki 11 ilimizde büyük yıkımlara neden oldu. 

Ve bu yüzden halk canıyla malıyla çok büyük kayıplar verdi, ülkemiz çok darda kaldı. 

Dünyanın her tarafından yardım ekipler geldi, yaşanan büyük yıkımın acılarını paylaşmak, biraz hafifletmek, birkaç canı kurtarmak, depremzedelere el uzatmak için. 

Bunlar kimlik, dil, inanç, kültür farkı gözetmeyen ve insanı önceleyen anlayışa sahip kişilerdi. Deprem ve kışın zorlukları içinde gece-gündüz demeden çalıştılar. Bizimle üzülüp bizimle sevindiler. 

Bu dayanışmayı görünce ister istemez çok sayıda kişinin geçmişte gözlerini aça aça:

Bizim bizden başka dostumuz yoktur! 
Türkün Türk’ten başka dostu yoktur!
Kol kırılır yen içinde kalır! …  -dediklerini. 

Bu ırkçı sözleri yaymak yaşatmak için nice kitap, şiir, şarkı-türkü, masal, öykü ve makale çıkmış. Bu davanın takipçisi olması için bir 'Turancı', oğluna vasiyet bile yazmıştı. 

İşte o vasiyet: 

"Yağmur, Oğlum!

Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigar olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol.
Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır.
Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır.
Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır.
Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içerki düşmanlarımızdır.
Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı.
Tanrı yardımcın olsun!


Nihal Atsız
4 Mayıs 1941"

Bence bir kez daha okuyup düşününüz bu ibretlik vasiyeti. 

Çünkü sonraki yıllarda Hitlerci anlayışla yazılan yukarıdaki vasiyetin mirasçıları çoğaldı. Bu vasiyet de artık onlar için bir hedef ve slogan olmuştu. Bu amaç uğruna yola çıkıp yurdumuzdaki nice yakma, yıkma ve katliamın failleri olmuşlardı.

Peki, bu ayrıştıran, düşmanlaştıran anlayış sahipleri bugün dünyanın her yerinden bize el uzatan ve acımızı paylaşanları görünce acaba utandılar mı? 

Hayır, bunlar bugün de aynı duygularla işbaşında!... 

Pazarcık, Maraş, Adıyaman, Hatay, Nurdağı, ... Malatya'da Alevi ve Kürt, Arap ayırımı yapılarak halkı ötekileştiriyorlar. Yani, görevi, halkın acı ve yıkımlarına çare bulmak, gelecekte yaşanacak acıları en aza indirecek önlemler alması gerekenler, şimdilerde şov yapıp algı oluşturma peşindeler. 

Bu amaçla da halk dayanışmasını sağlayan sivil toplum organizasyonlarını etkisiz kılmak için 'kayyum' atıyorlar. 

Bizim görevimiz de birlik olup tüm demokratik haklarımızı yılmadan kullanmak, tek merkezci ötekileştiren anlayışı ret ve teşhir etmektir. 

O zaman, enkaz altındaki Türkçe bilmeyen, Arapça konuşan Teslime'nin annesi ve babası, güven içinde ve anadillerinde 'imdat' diyebilirler. 

O zaman, sivil toplum örgütlerinin 'insani yardım' olarak tırlara yüklediği, odun, soba, yiyecek, giyeceklere el konmadan ihtiyacı olanlara ulaşır. Ve o zaman bu insan severler depremzedelere 'merhaba' diye dokunabilir.  
 
Demek ki bu deprem, sadece büyük can ve mal kaybına neden olmadı. Yurdumuzda acıları ortaklaştıran bir anlayış ve daha yaşanır bir barış iklimi için de umut oldu. Hem de hurafeleri ve insanlık ayıplarını yeniden sorgulamamıza bir fırsat sağladı.

Bunun için insani dayanışma ve birlikteliğe algılarla engel olan sınır koyan anlayışlara (cılız bir sesle de olsa): 'yeter/sus' diyebilenler çoğaldı.  

İşte bu 'insani' uzlaşımızın daha da güçlenip gürleşmesi gerekir. 

***
Derler ki, insan iki yüzlüdür kendisini sevmeyen başkasını sevemez! 

Bence bu çok insafsızca bir genelleme! 

Evet, bu söz 'ben' duygusu etkisindeki insanın bir gerçeğidir.

Fakat insan, böyle bir yabani gerçeklik karşısında çaresiz kalmamalı.

Bu gerçekliği ehlileştirecek yani insanileştirecek yol ve yöntemler bulmalı.  
 
Derler ki, her insan doyumsuzdur ve yakaladığı bir sevincin sonunda bir diğerini arar.

Evet bu da doğru !

Fakat bu doğrunun da öznesi tekil ! 

O halde bizim görevimiz: birlikte sevinç yaşayan özneleri çoğaltmak olmalıdır. 


Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız 

10 Şubat 2023 Cuma

Depremle Yaşamak

6-7 Şubat 2023 günü peş peşe çok büyük yıkım yapan iki deprem oldu. 13 milyon insanın yaşadığı bölge enkaza döndü. 10 Şubat Cuma gününde can kaybı: 20.213, yaralı 80.052 kişi ve 6.444 bina çöktü!

Geçmişte böyle bir olay olur olmaz, Kızılay, sağlık eleman ve araçları eşliğinde hızlıca o bölgeye gedip, çadır ve mutfaklarını kurar, İtfaiye ve TSK'nın eğitimli personeli de kurtarma çalışmalarına başlardı. 

Fakat felaketin yaşandığı 6 Şubat günü böyle bir çalışma yoktu. Özellikle kayıpların en çok yaşandığı Hatay ilinde yardıma koşan hiçbir örgüt ve organizasyon yoktu. Özetle, devletin sesi de hizmeti de yoktu.  

Oysa bilenler ve bilim böylesi felaketlerde ilk 8 ve 24 saatin yaşam için çok önemli olduğunu söylerler.  

Deprem depremzedeleri uykuda yakalamış  ve büyük çoğunluğu enkaz altında kalmıştı, kurtulanlar ise yalın ayak ve pijamalarıyla sokaklardaydı.

Her taraf enkaza dönmüş, su, elektrik, doğalgaz, kesilmiş, cadde-sokak yollar geçilmez, havaalanı kullanılmaz olmuştu.  

Halkın arasına ancak 8 Şubat 2023 günü gidebilen Cumhurbaşkanı Erdoğan, Pazarcık ilçesinde bir depremzede vatandaşa: 

"Olanlar hep oldu. Bunlar kader planının içinde olan şeyler" diyebildi. 

Bu, boyun eğip susunuz demektir! 

Fakat cılız da olsa bazı vatandaşlar ve muhalefet susmadı:

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, 8 Şubat günü Twitter hesabında: 

"Halkımızın halini yerinde gördüm. Yaşananlara siyaset üstü bakmayı, iktidarla hizalanmayı reddediyorum. Bu çöküş tam da sistematik rant siyasetinin sonucudur. Erdoğan’la, sarayıyla ve rant çeteleriyle hiçbir zeminde buluşmayacağım. Ben halkımın kavgasını vereceğim. Sonuna kadar." diyordu.  

Boyun eğip susun diyen Erdoğan, henüz 48 günlük başbakanken 1 Mayıs 2003 günü Bingöl'de (6,4) deprem 625 binayı yıkmış ve en az 176 kişinin de ölümüne neden olmuştu. Ve Erdoğan, devlet adına şunları söylemişti: 

"Yeraltında fay kırıklarından önce bağışlayın söylemek zorundayım, kırılan ar damarlarıdır. Malzemeden çalmanın arkasında ahlak hırsızlığı, demokrasiden çalmak, hukuk kapkaççılığı, siyaset yankesiciliği ve kamu yönetimi kalpazanlığı yatmaktadır. Bu olay, kamu otoritesinin devlet imkanlarını nasıl kullandığını bütün çıplaklığı ile ortaya koymuştur. Olay kader diye geçiştirilemez... İnşaatlarda zemin etüdü, malzeme ve kontrol eksikliği varsa netice bu olur." 

Demek ki, bu ölüm ve yıkımların sorumluları: ar damar olmayan, hırsız, yankesici, kapkaççı, ahlaksız, demokrasi-hukuk düşmanı, kamu otoritesi ve devlet imkânlarını kullanan kalpazanlardır!

Ve bu olay, 'kader' diye geçiştirilemez!  

Onun gerçekleri anlatan sözleri halktan çokça beğeni ve alkış almıştı. 

Şimdi biraz da günümüze dönelim. 

Sayın Erdoğan 21 yıldır çok az  padişahın sahip olduğu yetkilerle görev yapıyor. Sanırım biz de vatandaş olarak ona sorular sorup cevaplar almalıyız. İşte benim sorularım: 

Soru 1: 21 yıllık muhteşem iktidarınızda 'Ar damarları olmayanlar' hakkında neler yaptınız, yurdumuzda; 'Ar damarları olmayanlar' çoğaldı mı yoksa azaldı mı?

Soru 2: 6-7 Şubat depreminde de kamu otoritesi, devlet imkanlarını kullan kalpazanlar var mıdır, varsa ne yapmayı düşünüyorsunuz?  

Soru 3: 6-7 Şubat deprem felaketi için İBAN numaralarına yine bağış isteniyor. Tabii ki bu çok haklı bir istek, çünkü zarar çok büyük! Peki, 1999'dan beri bağışlar dışında “deprem vergisi” bilinen, resmi adı ise "ÖİV” olan vergi tutarının 685 milyar lira olduğu söyleniyor, acaba bu para nemalandırılmış olarak duruyor mu? 

***

Doğa bir döngü içinde varlıkları geliştirip, dönüştürüp var ederken bazen de: yıkar-yakar-yok eder.

Fakat doğanın ayrılmaz parçası olan yaşam, bu 'yıkımlar' karşısında hiç pes etmez ve fırsat bulduğu bir yerden yeniden fışkırarak devam eder. 

Anadolu coğrafyası da böylesi bir döngünün kadim ev sahipliğini yaparak birbirinden habersiz yaşamış pek çok kültürün beşiği olmuştur. 

Bunun içindir ki, kazdıkça toprağın derinliklerinden kat kat olmuş kültürel  kalıntılar çıkmaktadır.

Demek ki coğrafyamızda depremler hep olmuş ve olacaktır. O halde bu kadere boyun eğmeden, bilimsel önlemler alarak depremle yaşamayı öğrenmemiz gerekir. Tıpkı Japonya gibi... 

2021 yılı yazında peş peşe yaşanan yangın, deprem ve sellerin üzüntüsü ile yazdığım Coğrafya Kader Mi?  son satırları şunlardı:

"Eğer halkımız, geçen yaz yaşanan yangın, deprem, selleri ve onların yaşattığı acı ve kederleri, çare bulunmaz bir 'kader' sayarsa...

Ve eğer, tüm acıları sorgulayıp bir daha yaşanmaması için iktidarı önlem almaya zorlamazsa, o zaman gelecek yaz ve sonrası yıllarda aynılarını, belki daha da büyüklerini yaşarız. 

Fakat eğer, yangınları söndürecek uçaklar, araç-gereçler, deprem ve seller için de gerekli koruyucu önlemler alınırsa, o kader de kederler de değişir.

Bunun için de bilimsel, demokratik ve barışçıl birliktelikler gerekir." 

Evet eğer halkımız bu iktidara, 20 yıl öncesi hesapları bile sormadan, 2021 yılı yazını milat alıp; yangın, deprem ve sellerdeki yönetimsel suç ve kusurlar için hesap sorulabilseydi.

Mutlaka bugün;

***Ormanlarımız daha iyi korunur, yangınları söndüren uçak ve teknolojimiz olurdu.

***Ülkemiz kaynak ve bütçesinin karadeliği olan "Bir gece ansızın" seferleri son bulur, ölümler olmaz, tank, top, bomba, İHA, SİHA, mermi ... için harcanan milyarlar, yaşatacak kaynaklara dönüşürdü. 

***Halkın deprem toplanma alanları imara açılmaz, deprem yönetmeliği esas alınır, fayların üzerine havaalanları ve yaşam alanları yapılmaz, tarım alanları imara açılmaz, kamu malı olan toprak, maden, dereler yandaşa peşkeş çekilmez, ülke bütçesi açık vermezdi. 

***40 yıl sonrası torunlarımızı borçlandıran, adrese teslim ihalelerden vazgeçilirdi. 
 
***Ülkemiz olağan yönetilmiş olduğu için yönetim yetersizliği yaşandığında başvurulan 'Olağanüstü Hâl' (OHAL) ilan etmeye gerek olmaz, böylece önümüzdeki seçimleri etkileyecek daha az 'algı' üretilmiş olacaktı. 

***Ve büyük bir yıkıma neden olan Kahramanmaraş, Adıyaman, Gaziantep, Hatay, Malatya, Diyarbakır, Kilis, Şanlıurfa, Adana, Osmaniye depreminde ölü ve yaralıların binlercesi sağlıklı yaşayacak, yıkılan on binlerce konuttan binlercesi yıkılmamış olacaktı. 

***Ve eğer bu hal olmasa, OHAL ilan etmeye bile gerek kalmazdı!

Demek ki, bu acıların yaşanmasından sadece tek kişilik iktidar değil, bizler de sorumluyuz!  

Nazım Hikmet'i saygıyla anıp, onun dizeleriyle bitirelim:
"...Koyun gibisin kardeşim,
...
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm 
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer..."


Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız   


4 Şubat 2023 Cumartesi

İnkâr edenle uzlaşılmaz!


Devlet
, egemen anlayışın hedef ve amaçlarına ulaşmasını sağlamak için kurulan organizasyondur. Devletin, ülkenin mevcut ve olası sorunlarını çözmek için yurtiçi ve dışında yaptığı tüm çalışmalara da siyaset denir. 

Otokrat siyaset, kişiye özel buyruklarla yapılır. Demokratik siyasette ise yönetme yetkisini almış seçilmişler ve atanmış bürokratların iş birliğinde yapılır. Ancak bu yönetimler, meclis, yargı ile sivil toplumun gözetim, denetim ve sorgulamasına açıktırlar. 

Ülke yönetiminde etkili bir politikacı olmak zor ve uzun bir süreçtir.     

İstekli ve iletişim becerisi güçlü olan aday politikacılar, önce kendisi için bir görüş, bir siyasal oluşum, farklı kimlikler bularak gelişir, çoğalır ve sosyalleşir. Ve bulduğu arkadaş/yoldaş/taraftarlarıyla birlikte yol almaya başlar. 

Bugün yurdumuzda yılların yorgunu bir iktidar, irili ufaklı birçok parti ve çok sıkıntılı günler yaşayan halkımız var.

Halkın büyük çoğunluğu yaşamakta olduğu; yoksulluk-yolsuzluk-yasaklarla birlikte ülkeyi saran korku ikliminin de bitmesini istiyor. Bu nedenle de yapılacak seçimi sabırsızlıkla bekliyor. 

Ancak seçimi tek başına kazanıp bu haklı isteklere çözüm bulacak hiçbir partimiz yok! 

Ama bunun çaresi var: muhaliflerin bir koalisyonda buluşması!

Her partinin kendisine özel hedef-amaç-ilkeleri ve diğer anlayışlarla benzerlik ve zıtlıkları vardır (ki olacak, olmalıdır da).       

Koalisyon uzlaşı demektir. Eğer her grup/parti kendisine özel hedef ve anlayışları öne çıkarmaz, ortak hedefler arar bulursa, uzlaşı olur.  

Tarih boyunca denenmiş, damıtılarak günümüze ulaştırılmış 'etik değerler' böyle bir uzlaşının temelini oluşturabilir. (Etik: Yunanca "kişilik, karakter" anlamına gelen "ethos" sözcüğünden türemiştir. Doğru davranışlarda bulunmak, doğru bir insan olmak ve değerler hakkında düşünmek demektir). 

İşte bu değerlerden birkaçı: doğruluk, dürüstlük, eşitlik, sadakat,  saygınlık, güvenilirlik...  

Fakat bazı kişi ve gruplar insanlığın bu ortak değerlerini çok bencilce kullanırlar. Bunlar kendilerini toplumsal yaşamın ana öznesi, 'öteki' olanları ise birer nesne olarak görürler. 

Örneklersek; çok uzaklardan gelen cetlerinin, yerleştikleri bu coğrafyanın tek hâkim öznesi ve sahibi kabul ederler. 

Buralarda yaşayıp da 'öteki' olanların; dili, tarihi, coğrafyası, kültürü yoktur, yani onlar kimliksizdir! 

Bu 'kimliksiz' sayılanlara bazı haklar da ancak kendilerine bağımlı ve benzer oldukları ölçüde tanınan bir lütuftur!   

Bu genellemelerden sonra uzak-yakın tarihimizin sayfalarını eğer birazcık aralayıp ülkemiz özeline bakarsak, bu coğrafyanın; çok dilli, çok inançlı, çok kültürlü bir yurt olduğunu... 

Ve buradaki her farklılığın; kimliğini, dilini, inancını, töresini yaşadığını...  Çocuklarına, köyüne, kentine, hayvan, çiçek, böcek, dağ, ova, ırmak  ve coğrafyasına kendi dilinde adlar verdiğin... Dili, inancı, töresi, türküsü, sazı, öyküsü, masalı ... ile birer birer kültür oluşturmuş olduğunu görürüz.  

Peki eğer bunlardan sadece Türk ve Türkçeyi kabul ederseniz: Kürt/Kürtçe, Laz/Lazca, Çerkes/Çerkesce, Gürcü/Gürcüce..., Alevi, Sünni, Süryani, Ermeni, Ezidi, Roman ..., Baran, Berivan, Xezal... Amed, Dersim, Çewlig, Vica, Vitze, Arkabi ..., Kürdistan, Lazistan ne olacak? 

İşte bunlar bizim gerçeklerimiz, sosyolojimiz ve tarihimiz! Burada yaşayanlar var oldukça onların, isimleri, dilleri, inançları, kültürleri de olacaktır/olmalıdır! Çünkü bunlar herkes için olması gereken 'insan hakları', bunları engellemek ve yok saymak da bir 'insanlık suçu'...

Bunları inkâr etmek insanlığın etik değerlerini yok saymaktır.

Bu nedenle istiyoruz ki;

  • Ortak yurdumuzda herkesin 'insan hakları' olsun! 
  • Herkes anadilinde eğitim alıp konuşsun, yazsın! 
  • Silahlar sussun, gençler ölmesin, analar ağlamasın!
  • Öldürmek için harcanan kaynaklar, halka iş-ekmek sağlasın!
  • Suçlu cezasını çeksin, külfet ve nimet eşitçe paylaşılsın!
  • Bizim seçtiklerimiz, kentimiz ve ülkemize hizmet sunsun!
  • Birlik olalım, dostça oturup gülelim, eğlenelim, çaylar içelim!
  • Yurdumuzda huzur, barış, demokrasi içinde bir yaşam olsun! 

Fakat bu isteklerimiz HAYIR! diye karşılık buluyor ve diyorlar ki:

  • Buranın tarihi Türk ile başlar ve buradaki herkes Türk'tür!
  • Anadilimiz Türkçe! Şehir, dağ, ova, ırmak çocuk adları ve türküler Türkçe olacak! Ne mutlu Türküm diyene!  
  • Kaynaklarımız top, tüfek, bomba olup öldürecek, gençlerimiz şehit olacak, analar başka şehit adayları doğuracak!
  • Suçlu bizdense cezasız, külfet sizin, nimet bizim olsun!
  • İradenizle seçtiklerinizi istemiyoruz, kayyımlarımız yönetsin!
  • Siz 'ayrılıkçısınız', zalimi-zulmü yenmek için sizin dostluğunuza gerek yok, 'kilit oylarınız' yeterli!
  • Top-tüfek-bomba ile 'ötekiler' yok olmadan ülkede huzur, barış ve demokrasi olmaz!  
Bunlarla yetinmeyen iktidar ve muhalefet sözcüleri şimdi de söz birliği yaparak kanal kanal dolaşıp: Biz HDP'yi değil almış olduğu altı milyon oyu istiyoruz! -demekteler.

HDP, demokratik siyaset isteyen, savaşa-ölüme hayır, barış içinde yaşamaya evet diyen bir parti. 

Gökkuşağı anlayışıyla 'öteki' sayılan herkese kucak açan HDP'nin kazandığı 59 Belediyeye kayyum atandı, başkanları, vekilleri, on binlerce üyesi tutuklandı, parasına el kondu ve kapatılmak isteniyor! 

Bunlara sessiz kalanlar ve 'merhaba'  diyemeyenler şimdi çıkmış: 

"Altı milyonun oyu istiyoruz!" -diyebiliyorlar.

Ve demek istiyorlar ki:

Bu organizmaya karşıyız, fakat onun organlarını istiyoruz! 

Bu binanın bölümlerini, duvarlarını değil ama tuğlalarını istiyoruz! 

Ne kadar da trajikomik bir durum değil mi?

Ey uyanıklar, uyanık geçinenler! 

Zaten 'öteki’ sayılan altı milyon olmasaydı HDP olmazdı ki! 

Çınar ağacı devrilecek siz de odun toplayacaksınız, öyle mi? 

Sizi gidi kendisini en akıllı sayan fırsatçılar sizi!  

İşte bu yüzden inkâr edenle uzlaşılmaz! 


 Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız   

27 Ocak 2023 Cuma

'Aman ha konuşma!' SUS(MA)!


AKP, 14 Ağustos 2001'de kuruldu. 

Halkı; Yoksulluk-Yolsuzluk-Yasaklar (3Y)'dan kurtarmak... Demokrasi, özgürlük, yargı bağımsızlığı sağlama ve ülkeyi uygar dünya ile bütünleştirmek, ... gibi 'sözler' vermişti. 

Bu çok önemli sözler, hem Parti Programı'na yazılmış, hem de sözcülerince ekran ve meydanlarda tekrarlarla anlatılmıştı.  

İşte bu 3Y sloganları ve 'demokrasi' vurgularıyla AKP halka dokunmuş ve hemen de karşılığını almıştı. 

Çünkü ilk kez girmiş olduğu 2002 genel seçiminde yüzde 34,3 oy almış... 363 milletvekili çıkarmış... Ve tek başına iktidar olmuştu! 

Baraj altında kalanlar ise; MHP (Bahçeli), DY (Çiller), Anavatan (M. Yılmaz), Demokratik Sol Parti (Ecevit) olmuştu!

2002'nin 'zayıf' karnesini düzeltme sözüyle iktidar olan AKP, iktidarı hiç bırakmadı! 

O halde biz de AKP 2023 yılı Demokrasi ve 3-Y karnesine bakalım:  

  • Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle; tüm yetkiler dengesiz-denetimsiz olarak tek kişide toplanınca, demokrasi yerini otokrasiye bırakmıştır. Böylece Yasama-Yürütme-Yargı hem yetkisiz hem de işlevsiz kalmış durumda...
  • İnsan Hakları: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AHİM) 2022 raporuna göre: 31.10.2022’e kadar en fazla ‘hak ihlali’ başvurusu Türkiye’den yapılmış ve dosya sayısı:19.850… 
  • Yoksullukinsanlarımızı aç, işsiz, evsiz bırakmış, askıda ekmek, askıda fatura, icra ve iflaslarla tanıştırmış.  
  • Yolsuzlukihale yolsuzluklarıyla 40 yıl sonra doğacak torunlarımızı bile borçlandı. Kara para ülke sınırlarını aşarak uluslararası alanlara taşındı. Gün geçmiyor ki, sokaklarımızda uyuşturucu ve kara para peşine düşmüş babalar ile baronlar çarpışmasın. Ülkemizde bir korku iklimi oluştu ve halkımıza çok zarar veriyor!
  • Yasaklar, yaşantısı olanlar 'yasaklar karanlık işkencecilere uygulanmaz' derlerdi kimse inanmazdı. Oysa şimdi işkenceler de cezasızlık da apaçık, herkese göstere göstere uygulanıyor. Hapishanelerin; Kürt, Alevi, solcu ve farklı düşünce sahibi ve onların seçtikleri dışında muhalif olan herkese yuva olarak büyüdü, çoğaldı ve dar geldi. Yer açmak için de sapık, katil, mafya için af çıkardılar, daha da çıkaracaklar. 

Eğer 2023 karnesi, 2002 karnesiyle kıyaslanırsa tüm sorunların son on yılda kareleri, hatta küpleri oranında arttığı görülecektir

Nereden, nereye!... 

İşte bu karne yüzünden 21 yıllık otokrat iktidar hem yorgun hem de korkaktır. Çünkü bu iktidar, yıllardır demokrasinin yaşatıcı, kucaklayıcı gücünü istemedi ve kullanmadı! 

Haksız savaşlara sığındı. Ülke kaynaklarını; yok eden, öldüren, acıları çoğaltan silahlar için hoyratça kullandıkça küçük bir kesimi çok zengin, ülke halkının yüzde 95'ini de çok yoksul bıraktı.

Demek ki, ülkede otokrat bir sistem kurmak için demokrasiyi bitirdiler.

İktidarın barış ve demokrasiyi yok eden savaşları öncelemesi, doğal olarak büyük bir muhalefetin de doğuşunu sağladı. 

Fakat muhalefet sayıca büyük bir çoğunluğa ulaşsa bile çok dağınık ve parçalı. Çünkü içlerinde küçük grupçu hesapları olan ve bencilce düşünenler var.  Bunun için de aralarında istenen birliktelik yani demokrasiyi var edecek bir birleşik cephe kuramıyor!  

Oysa halkımızın büyük çoğunluğu; yapılacak genel seçimlerde otokrat iktidarın yenileceğini ve kendilerine de çok sorunlu bir miras kalacağı konusunda hemfikir. 

Ancak, bu halk çoğunluğunu demokrasi saflarında toplayacak olan muhalif partiler arasında henüz bir görüş birliği yok! 

Peki, neden sözü hep dolandırıp demokrasiye getiriyorum?

Niçin demokrasi?

Çünkü sorunları tek tek niçin/neden süzgecinden geçirince, onların; yok edilen demokrasi sonucu var olduğunu görürüz! 

Demek ki, hedefimiz otokrat sistemi kaldırmak olmalıdır.  

Ve demek ki, 'insanca' yaşamak için gereken 'oksijen' demokrasidir. 

Muhalefetin önemli bir kısmı (yarım ağızla bile olsa) ülke sorunlarını demokrasi yokluğuna bağlıyor. Ve bu sorunların ancak bilmem kaç günü yapılacak olan 'seçim' ile biteceğini söylüyor. 

Birkaç gündür en yetkililer ve hukukçu sözcüleri ekranlara çıkıp, korku mu, rica mı, tehdit mi olduğu pek anlaşılmayan bir tarzda:

'Önümüzde seçimler var!' 

-Evet!...

'Eğer birisi yasal hakkı olmadığı halde Cumhurbaşkanı adayı olursa... Sakın, sakın ha! Aman ha konuşmayın! ... Tencere tava ile sokağa çıkmayın!... Sonra birileri bundan bir 'mağduriyet' çıkarır!... Susup, sandığı bekleyiniz! ...' -diyorlar.

Demek ki bunlar, 7 Haziran-1 Kasım 2015 karanlık sürecini unutmuş! 

Demek ki bunlar, bu korkan/yorgun/otokrat iktidarın ikbali için neler neler yapabileceğini, seçimlerde hangi algıları üretip nasıl tuzaklar kuracağını da düşünemez olmuşlar! 

Demek ki bunlar, topraklarımızın uluslararası uyuşturucu baronları ve mafya çeteleri için bir poligon alanı yapıldığını unutmuş!

Demek ki bunlar; toplantı, gösteri, yürüyüş, direniş, miting, grev gibi farkındalık, güven ve mücadele birlikteliği sağlayan nice nice demokratik hak arayış yol ve yöntemleri olduğunu da bilmiyorlar! 

Demek ki bunlar; bağımsız olması gereken Yargı-Yasama-Yürütme güçlerinin tek kişide toplandığını, Akademi, medya ve sivil toplumun sindirilip susturulmuş olduğunu da unutmuşlar! 

***

El insaf! 

Demokrasi sadece seçim sandığından çıkmaz ki!

Demokrasi; susarak sandığı beklemek değil ki, sormak, sorgulamak, karşı durmak, direnmektir! 

Demokrasi her ortamda ortak noktalarda buluşup güvenli-barışçı bir yaşam için adım atmak, 'insan' olmaktır..

Demokrasi; kimliklerini, dilini, inancını, coğrafyasını kullanmak, gasp edilen insan hakkı ve özgürlüklerini almak, ‘birey’ olarak emeğinin karşılığını istemek, 3Y türü belalara direnmek..

Demokrasi; dereler, ovalar, yaylalar, zeytinler, ölümler, sömürüler, zamlar, gasplar için sokağa-meydana çıkıp yürümek, grev yapmak, protesto etmek, konuşmak, çeteler için ışık yakıp-söndürmek, pencerelerden tencere-tava eşliğinde zılgıt çekmek, toplumsal gerçeklerle yüzleşmek, yüzleşmeye çağırmak…

Demokrasi, bir anlamda sokaktır, o sokakta sindirilmiş, susturulmuş toplumlar; kendi seslerini ve ortak acı-sevinçlerini bulur, güçlerini anlar özgüven kazanır..

Demokrasi: görmeyen-duymayan-bilmeyen-anlamayan vee zalim olma! Beni, gör-duy-bil-anla vee 'insan' ol! -çığlığıdır.

Bireysek ve haklarımız gasp edilmişse, neden birlikte 'dur' demeyelim!
 
Neden, 'lütuf' bekleyen çaresizler gibi baş eğip susalım? 

Neden barış içinde insanca bir yaşam için el ele kol kola olmayalım ki! 

Sahi, öcü mü geliyor niçin susalım?  


 Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız   

20 Ocak 2023 Cuma

'At Sinekleri'


Milattan önce (M.Ö) 470 yılında Atina'da dünyaya geldiği söylenen bilge düşünür Sokrates: 

“Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir” sözüyle egoya dur demiş ve toplumun her bireyini önemseyen bir anlayışı insanlığa sunmuştur.

Sokrates, çarşı pazar gezip toplanan insanlara bilgi ve düşüncelerini anlatmazmış. O, kendisini iyi bir dinleyici ve söz dinlemez bir “at sineği” kabul eder, 'at gözlüğü' ile yol alanlarla yani cehaletle savaşırmış. 

Ve o, her insanın değerli olduğunu bilir, tüm toplumsal sorunların da ancak birliktelik sağlayan dayanışmalarla  çözüm bulacağını düşünürmüş. 

Bu nedenle bireylerin, yaşamdaki olumsuzlukları sorgulayıp yorumlamasını, bunları giderici çözümler önermesini/ üretmesini ... yani kısaca: 'Bu benim buluşum/görüşüm!' diyebileceği bir iz bıraksın istermiş.

Bu görüşler toplumların tekçi anlayışla değil ancak; özgürce düşünen, farklı farklı özgün eserler üretenlerin çoğalması ve onların oluşturduğu güçlü sinerjiyle gelişebileceğini kanıtlamıştır. 

Sokrates en önemli aracı sorularıdır.  

O, hazırladığı sarsıcı sorularıyla uyuşuk insanları bile, kışkırtır, rahatsız ve tahrik ederek canlandırıp düşündürürmüş. 

Böylelikle toplum; çeşitli özgünlükleri olan, özgüvenli, olup bitenlere ve çevrelerine duyarlı, farkındalık kazanmış çokça kişi kazanmış olur. 

Yani bu kişiler de artık birer soran, sorgulayan, düşünen ve üreten 'at sineği' olmuşlardır.

Tabii ki at sinekleri çoğaldıkça, sömürücü zalim egemenler ürker, korkar ve geleceklerini düşündükçe de uykusuz kalmışlar! 

Ve hemen Sokrates'i: "Devletin ‘resmî Tanrılarını’ tanımayıp yeni Tanrılar icat ettiği, türlü fikirleriyle gençleri 'yoldan' çıkardığı..." gerekçeleriyle bir hain-düşman ilan edip kuklaların karar verici olduğu 'Halk Meclisi'nde yargılamaya başlarlar. 

Sokrates, onları dinler ve hiçbir yılgınlık göstermeden: 

"Ben Tanrının devletin başına tebelleş ettiği bir at sineğiyim; her gün her yerde dürtüyor, uyarıyor, azarlıyorum, ardınızı bırakmıyorum.”  der. 

Ve M.Ö 399 yılında baldıran zehri içirilerek ölüme mahkûm edilir! 

Evet Sokrates ölür ölmesine de onun açtığı aydınlık yol ve yöntemlerle at sinekleri her gün daha da artarak çoğalmış, o zalimleri ve onları koruyan devletlerin başına tebelleş olmuşlar. Ve onları aralıksız olarak; dürtmeye, uyarmaya, azarlamaya, huzursuz etmeye devam etmişler.

***

Şimdi de M.Ö yaşanmışlıkları unutmadan, biraz da yurdumuzun olup-bitenlerine bakalım. 

20 yıllık yorgun iktidar, ülke kaynaklarını peşkeş çeke çeke bitirmeye çalışıyor. Halkımızın milyonlarcası; işsiz, güvencesiz kalmış, "Askıda ekmek-Askıda fatura" (sadakalar) ile tanışmış, icra ve iflas yaşamıştır. 

Yasama-Yürütme-Yargı tek kişinin eline geçmiş. Ülkeyi hukuktan yoksun  bir korku iklimi sarmış. İlkeler ve ikili görüşmelerle sürdürülmesi gereken dış politika: "Bir gece ansızın gelebilirim" korku anlayışına bırakılmış. Seçilmiş suçlulara cezasızlık uygulanmaktadır. 

İşte güven yoksunu olmuş bu iktidar, ülkeyi ancak: korku, panik, kaos, çaresizlik yaratan algılarla yönetmekte, yani yönetememektedir.

Bu durumun doğal bir sonucu olarak: 'memnun olmayan' fakat algılarla uyuşturulan, dur bakalım ne olacak diye bekleyerek korunduğunu sanan halk, çok büyük bir sayısal çoğunluğa ulaşmıştır.

Görünce, bu gülmeyi unutmuş; asık suratlı, cılız, güvencesiz, çaresiz  milyonları ürker, korkar, şaşarsınız!

Ve, bu mutsuzların seçimleri kazanması bir zorunluluktur! -dersiniz 

Demek ki halkımızın olacak genel seçimi  bir fırsata çevirmesi, 20 yıl sonunda oluşan yokluk ve karanlıklara dur demesi yakındır!.

Evet! Doğru... 

Tabii ki, halkın bunu başaracak bir sayısal gücü var! 

İyi güzel de peki, bu nasıl olacak?
  
Çünkü, sarsıcı soruları ve 'at sineği' becerileriyle çoğunluğu canlandırıp, düşündürerek 'at gözlüklerini' çıkartabilecek 'Sokrates' insanlarımız çok az!  

Çünkü, henüz ülkemizde 'memnun olmayan' halkın istek ve beklentilerini gören anlayan, birlik-beraberliği sağlayan: demokrasi-özgürlük-eşitlik ... gibi değerleri önceleyen iktidara aday parti/partilerimiz yok!

Olan partiler de sadece kendi anlayışları sınırları içindekileri görebilen bir 'gözlük' takarak yol alıyor. 

Bunların dizi dizi toplantılar yapmaları, iktidarı hiç beğenmediklerini söylemeleri çok da anlamlı değildir. 

Çünkü bunların 'Yeter!' diyecek cesaretleri yok.

Çünkü bunlar, bugün beğenmedikleri iktidarın, yarınki Vatan-Millet-Sakarya! sözlerine kanar ve onların "yerli-milli" iç-dış siyasetlerinde buluşurlar.

Çünkü bunlar, çok samimiyetsiz buldukları bu iktidarın; anayasa değişikliği, parti kapatma, kayyım atama, 'ötekileri' tutsak alma, savaş tezkerelerine, dokunulmazlık kaldırma, cezasızlık uygulama ve ... isteklerine koşa koşa evet demişti/diyebilirler. 

Kolay gelsin, işimiz çok zor!...

Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız 

13 Ocak 2023 Cuma

Karanlık İş ve İlişkiler

Gündem çok yoğun, sarsıcı ve değişken. Gün geçmiyor ki, yıkıcı etkisi yüksek bir sarsıntı yaşamayalım.

Bugün size 'derin' benzerlikleri olan iki güncel konuyu ve bunların tarihsel geçmişini hatırlatmak istiyorum. 

BİRİNCİSİ KONU: 

Ana muhalefet partisi CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel: "Yarın Süleyman Soylu ile ilgili bir dosya açıklayacağım. Başıma bir şey gelirse diye üç arkadaşıma daha verdim dosyayı, ben açıklayamazsam onlar açıklayacak" diyerek ülkemizde oluşan korku iklimine dikkat çekmesidir.  

Özgür Özel, söz verdiği gibi dün Mecliste basın toplantısı yaptı ve 4 Ekim 2016'dan beri Süleyman Soylu'nun, Bakan Müşaviri olan Emin Şen'i  tanıttı. (Bazı fotoğraf ve belgeleri gösterdiği sırada bir açıklama yapmak zorunda kaldı. Ve danışmanlarca verilen: "İçişleri Bakanlığı Sitesinin bir süre kapatılarak, Emin Şen’in 'Müşavir' görevinin 'Danışman' olarak değiştirildiği..." bilgisini paylaştı.)

Ve devam etti Emin Şen'i tanıtmaya:
  • Bir kamu görevlisi iken şirketleri aracılığıyla ticaret yaptığını ve kamu ihaleleri aldığını...
  • 2014 yılında AKP'nin Teşkilatlardan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı S. Soylu tarafından, il il dolaştırarak 'trollük' dersleri verdirdiği...
  • 2010 yılında sosyal medyada "Eminimsi" adlı bir hesap açtığı...
  • Ve sosyal medyada 'Ebabiller' isimli 8 bin kişilik trol ordusunun başında olduğunu...
Ve Özgür Özel bir itirafta da bulundu: "Biz bu güne kadar aslında troller ne yapar biliyorduk, 'Ebabiller' ne yapar görüyorduk ama bunlar ne yer ne içer bilmiyorduk, kamu kaynaklarını yiyip içiyorlarmış!"

Bizler:
  • Özel bir okul sahibinin Milli Eğitim Bakanı,
  • Özel hastaneler sahibinin Sağlık Bakanı,
  • Turizm şirketleri sahibinin Turizm Bakanı,
  • Ticaret Bakanın, şirketince üretilen bir ürününü kendi bakanlığına satmasını,
  • İçişleri Bakanının karşıtlarına; ekranda, meydanda, TBMM’de … 'terörist' diye bağırması, parmak sallayıp, tehdit etmesini,
  • Ve pek çok bürokrat, yardımcı ve danışmanın birkaç kurumdan bol sıfırlı maaşlar aldıklarını…
Duymuş, görmüş, hatta bunların akçalı işlerine de alışmıştık bile!

Fakat, bir İçişleri Bakanın Müşavir veya Danışman (hiç fark etmez) bulması ve ona yalanlarla toplumsal algılar oluştursunlar diye bir ‘trol ordusu’ kurdurması çok şaşırtıcıydı.

Bu şaşırtıcı şaşkınlık içindeyken: "Eğer tarafsız yargı bu organizasyonun üstüne giderse burada da mutlaka Emniyet - Siyaset - Mafya birlikteliği ortaya çıkaracaktır." -diye düşündüm. (Peki, ya sizce?)

Ve hemen Almanya'nın faşist lideri Hitler'in en yakını ve 1933-1945 yıllarının 'Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı' Dr. Paul Joseph Goebbels'i hatırladım.

Fakat, Goebbels'in korku iklimi yarattığı yıllarda ne televizyon ne internet ne de sosyal medya vardı. Zamanın en güçlü toplumsal silahı, yalanlarla algılar oluşturarak propaganda yapmaktı.

O zamanın ve şimdinin değişmez propaganda ilkeleri ise şunlardır.:
  • Bir yalan ne kadar büyük olursa o kadar inandırıcı olur.
  • Bir yalanı ne kadar tekrarlanırsa inananı da o kadar artar.
  • Bir yalan aydınlardan çok büyük halk kitlelerini etkilemelidir.
***
İKİNCİ KONU:

MHP Genel Başkanı Bahçeli'ye: "Ağızlarını tetik dillerini tüfek yapan hayasızlara 2023’ü kirletmeyeceğiz üç hilali de yargılatmayacağız!..."  

Bahçeli bu öfke dolu sözleri, eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş’in 30 Aralık 2022 günü Ankara'da öldürülmesi ve MHP'nin suskun kalması üzerine yapılan eleştirilere cevap olsun diye söylüyordu. 

Şok yaratan Sinan Ateş olayı hızlıca aydınlanmaya başlayınca ibreler MHP'yi gösteriyordu. Şöyle ki;

Gözaltına alınanlar ve tutuklular arasında çokça eski-yeni ülkücünün bulunması...

MHP İstanbul İl Yönetim Kurulu üyesinin eşi hesabından zanlılara havale yapılması...

Olay şüphelilerinden birinin, 'benim dokunulmazlığım var' diyen MHP'li bir milletvekilinin evinden gözaltına alınması...

Tutuklanan 4 kişiden biri olan ve hakkında başka suçlardan da arama kararı bulunan firari tetikçi Eray Özyağcı’yı İstanbul'dan alıp Ankara'ya güvenli şekilde götüren iki (2) özel harekat polisinin eşlik etmesi...

Gözaltına alınan bu şüphelinin, 'yukarıdan' gelen bir talimatla ve savcının emriyle serbest bırakılması...

Bu olayın, basit bir vaka gibi kapatılması için de Ankara polisine baskı yapılması...

Ve görüldüğü gibi Sinan Ateş’in öldürülmesi olayı da 'Susurluk Olayı' benzeri oldu. Yani bu olayın da Emniyet - Siyaset - Ülkücü Mafya birlikteliğiyle hazırlanmış karanlık bir organizasyon olduğu ortaya çıkmaya başladı.

Şimdi de tesadüfen ortaya çıkan, Susurluk Kazası Olayı'nı anımsayalım:

3 Kasım 1996'da Susurluk'ta, kamyonun altında kalan Doğru Yol Partisi Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak'a ait Mercedes'in içinde bulunan:
  • Eski Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ, 
  • Mehmet Özbay sahte kimlikli Uluslararası Polis Teşkilatınca (Interpol) aranan ülkücü mafya lideri Abdullah Çatlı,
  • Çatlı'nın sevgilisi olduğu söylenen Gonca Us ölmüş,
  • Sedat Bucak ise yaralı kurtulmuştu.
Bu trafik kazası ile Pandora'nın kutusu açılmış ve içindeki kanlı karanlık irin ortalığa saçılmıştı. Böylece bir 'tesadüf', bilinen fakat 'belgesi yok' dendiği için üstüne varılamayan; kara para, derin ilişkiler, karanlık işlerin bir organizasyonu Emniyet - Siyaset - Ülkücü Mafya birlikteliği suçüstü ortaya çıkarmıştı.

Fakat bu olayın üstü azıcık bile aralanmadan dosyası kapatılmıştı.
...

Bahçeli: " 2023’ü kirletmeyeceğiz üç hilali de yargılatmayacağız!..." 

Diyor. 

Bu korku-öfke-tehdit dolu çığlık: "Sinan Ateş Dosyasını kapatınız!" -demektir.

Sonucunu bekliyoruz, göreceğiz...


Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız 

30 Aralık 2022 Cuma

Yorgun ve Karanlık Aralık !


Bir yılı oluşturan on iki aydan en sonuncu ve en yorgunu Aralık'tır.  

Ve Aralık, yılın istenen/istenmeyen tüm yaşanmışlıklarını topladığı için koskocaman bir bagaja sahiptir.

Bagajdaki büyük alan ve ağırlık; açılan yaralara, varılmadık hedeflere, yaşanmadık hayal-umut-özlemlere aittir.

Özetle; bu dengesiz bagajda sevinç ve mutlulukları çok azdır. Bu tuhaflık acep sadece bize mi, yoksa tüm dünyaya mı aittir ve niçin-neden sorgulanmaz bilemem!

Fakat bilirim ki; bu acı, sızı, öfke ve kin birleştikçe: Aşıklara avaz-türkü-şarkı-ağıt, Dengbejlere stran, saza nota, çocuklara da masal-çirok olur!

İlginç olan bu acıların "acıyı bal eylemek" misali; halayda, horonda alkış, govende ise çepik olup coşku 
vermesidir!

Sonra, bunlarla da yetinmez acıların yük ile çığlıkları, zaman tünelinde rüzgara ıslık olarak aşar dağları, ovaları, çölleri nehirleri, deryaları...

Bunun için acılarımız sürekli depreşir, kapanmayan yaralarımız kanar.

Ve bu yüzdendir, bilinen-bilinmeyen-karartılan olaylar ve onların faillerini lanetle anarız!

Geçmiş 
Aralık'ların toplumsal belleğimizde derin izler bırakmış çokça karanlık ve acılı olayları vardır. Birkaçını 'yakından uzağa' ilkesiyle özetleyelim: 

BİR:
"17-25 Aralık 2013 Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu": 9 yıl önceki AKP iktidarı ile tek adamı Erdoğan'ı hedef alan bu operasyonu bir C. Savcısı başlatmak istemişti.

Erdoğan, bu operasyonu yıllarca birlikte yol aldığı "Hizmet Hareketi'nce hazırlandığını hemen anlamıştı. Onun, zaten "Kuvvetler Ayrılığı" ilkesini yok ettiği için sınırsız yetkileri vardı. Yargıyı hemen devre dışı bırakarak, devletin tüm güçleriyle operasyonu etkisiz kılmaya başladı. 

Duramazdı, çünkü operasyonun hedefinde: başbakan, bakanlar, onların çocukları ve çokça bürokrat vardı. Bunların ilişkileri, konuşmaları, para sayma makinaları görüntü ve belgelerle kayıt altına alınmış. Deste deste paralar yakalanmış. Sesi kayda alınan zat; kasalardaki paranın nasıl sıfırlanacağını, 
en anlamazın anlayacağı dil ve tekrarla anlatmış. Rüşvet alanlar da verenler tek tek sayılmıştı. 

Bunun üzerine belgelerin 'lâl' ettiği dört bakan istifa etmiş, birisi de nedamet getirerek: 

"Ben bu işleri emiri gereği yaptım!" bile demişti.

Konu TBMM'ye gelince, muhalefet partisi vekillerinin hararetli konuşma ve tartışmaları olmuş. Sonunda parmaklar inip-kalkmış ve "Bakanların Yüce Divan'a gönderilmemesi" kararı alınmıştı. 

Karar gereği; rüşvetin belgeleri 'izinsiz' toplandığı için geçersiz, failler suçsuz, işlemler de sonuçsuz kalmıştı. 

Daha sonra da kasa ve kutular içinde yakalanan o paralar aklanarak faizleriyle birlikte 'alıcılara' iade edilmişti!

Böylece, 'rüşvetin belgesi olmaz' sözü makbul sayılmış, tarihimizdeki kirli ilişkilerden birini azıcık aralayan yargısal girişim başarısız olmuştur!

*
İKİ:
"Roboski Katliamı":
28 Aralık 2011 günü gecesi (9 yıl önce ve AKP'nin Tek adam iktidarı): Şırnak-Uludere-Roboski Köyü'nde yıllardır, devlet kurumlarınca bilinen ve işsizliğe/yoksulluğa çaredir diye göz yumulan bir 'kaçakçılık' vardır. Ve o gün bir kez daha yaşanır. 

Köyün çocuk, orta yaşlı ve katırları (karakolun bilgisiyle) yine Irak'tan 'kaçak' ucuz petrol ve sigaraları almış köye dönüş yolundalar. 

O gecenin karanlığında TSK'ya ait F-16 savaş uçakları, onların üzerine bombalar yağdırır! 

Ve 17’si çocuk 34 can ve katırları birlikte öldürülürler! 

Ölenler acılar içinde ve büyük acılar bırakarak öldüler.

Bu 'insanlık suçu' için dosyalar hiç açılmadı. Emir veren, bombalayan ve onlara 'cezasızlık' uygulayanlar da birer kahraman(!) oldular! 

Çok büyük bir acımız da bu!

*
ÜÇ:
“Hayata Dönüş Operasyonu":
19-22 Aralık 2000 (yani, 22 yıl önce ve DSP-ANAP-MHP Koalisyonu): Bülent Ecevit Başbakan, Hikmet Sami Türk Adalet Bakanı, Sadettin Tantan İçişleri Bakanıdır.

Devletin koruması altındaki 20 cezaevinde mahkumlar, bazı demokratik hakları için 4 günlük direniş yaptılar.

Sivil toplum örgütleri soruna demokratik ve barışçı bir çözüm bulmak için yoğun çaba gösterdi. Ancak önerileri iktidarca kabul edilmedi.

Çünkü iktidar, devlet koruması/denetimi altında bulunan mahkûmların sorunlarını, polis-asker zoruyla çözme taraflısıdır. Öyle de yaptılar.

Ve 32 mahkûmu yakarak, kurşunlayarak yok ettiler.

Ecevit bu operasyon için:

“Teröristleri kendi terörizmlerinden koruma ve kurtarma girişimi!” 

Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ise: "Devletin şefkatli eli" demiştir. 

Ve bir insan hakkı ihlali olan katliam: "Devletin şefkatli eliyle yapılan bir koruma ve kurtarma!" sayılarak: faillerine 'cezasızlık' uygulanmıştır.

*
DÖRT:
"Maraş Katliamı":
19 - 26 Aralık 1978’de (yani 44 yıl önce) Bülent Ecevit Başbakanlığında azınlık hükümeti: Mehmet Can Adalet Bakanı, İrfan Özaydınlı ve 16 Ocak 1979'da Hasan Fehmi Güneş İçişleri Bakanı...

19 Aralık gecesi, Ülkücü Gençlik Derneği (ÜGD), ‘Esir Türkler Haftası’ etkinliği olarak Çiçek Sinemasında, ‘Güneş Ne Zaman Doğacak?’ filmi gösterilirken binaya düşük tesirli bir bomba atılır. Ülkücüler, ‘Müslüman Türkiye!’ sloganıyla CHP binasına saldırır. 

20 Aralık’ta Alevilerin gittiği Akın Kıraathanesi’ne bomba atılır ve “Gıjgın Dede" olarak bilinen Kürt Alevi dedesi öldürülür. 

21 Aralık'ta azgın Ülkücüler öldürülen iki solcu öğretmenin cenazelerine saldırırken Belediye hoparlöründen: 

“Komünistler Ulu Cami’yi yakıyor!”,

“Ordu bizimle beraber!”

“Neden duruyorsunuz, sizde din iman yok mu? 

"Din elden gidiyor!”

 “Yürüyün, komünistleri öldürelim!”

“Alevilere ölüm!”

 “Yaşasın Türkeş!” 

Sloganlar atıyorken.

MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş ise İKA haber ajansına: 

“Hükümetin düşmesi belki yarın belki yarından da yakındır.” diyormuş.

Ve bilenler diyor ki: o yıllarda Kürt Aleviler Maraş nüfusunun yüzde 40'ı imiş, onların zengin toprak ve ticarethaneleri varmış. Fakat bu katliam sonunda büyük çoğunluğu kenti terk etmiş yüzde 10'u kalmıştır.

Sonuç: 23 yıl süren davalardan, 22 kişi idam, 7 kişi müebbet hapis, 321 kişi de 1–24 yıl arasında ceza aldı. Fakat bazı azgın faillere çok önemli görevler verildi, bazıları milletvekili oldu. Katliamda önemli rolü olan 68 kişiye ise ulaşılamadı!

...

***

Yıllardan beridir pek çok insanımızın; kimlik, inanç ve insan hakları ihlali edilmektedir. Ancak, bu suçları işleyenleri her seferinde, gizli-karanlık- kuvvetli bir el hep korumaktadır.

Bu yüzden toplumsal yaralarımıza ne insani ne güvenlik ne de yargısal çözümler bulunmamıştır. 

Günümüze miras kalan karanlıklar ve onlardan kaynaklı acıların 2023'te aydınlığa çıkması, yaraların sağaltılması dileklerimle yeni yılınızı kutlarım.

Sevgi ve saygılarımla...

Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız