17 Aralık 2021 Cuma

Lira mı yoksa Dolar mı?


Hem AKP Genel Başkanı hem de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, bir politikacı. Bilindiği gibi politikacılar, verdikleri sözlere bağlı kalıp kalmadıklarıyla değerlendirilirler. 

20 yıllık iktidarın tek adamı olmayı başaran Erdoğan, yıllar öncesinde: "İtibardan tasarruf olmaz!" demişti. 

Hakkını yemeyelim! O, küçük bir grup için bile olsa, sözüne sadık kalmış ve bu küçük grubu zenginleştirmek, itibarlı(!) kılmak için nice görkemli törenler düzenlemiş, çokça riskler almıştır. 


O, bir Karadenizli olduğu için inşaat işlerini seviyordu. Öncelikli kılınan bu küçük grubun çoğu da inşaatçıydı. 


O, yetkileri çok olan tek güçtü ve zenginleri de seviyordu. KHK'lar çıkarıp  buyruklar vererek, inşaatçılara engel olan tüm pürüzleri yok etti:

 

Bazı müteahhitlere adrese teslim ve daha kârlı ihaleler vermek için iki yüz bilmem kaç defa ihale kanunu değiştirildi. 


Ayrıca, onların vergi borçları silindi, onlara bazı vergi muafiyetleri de sağlandı. 


Bu güçlü desteği alan müteahhitler daha güvenli olarak işe başladı:


Miras, çevre ve imar yasalarına uymasa bile, daha sonra uydurulacak olan bilmem kaç bin odalı yazlık kışlık sarayların yapımına başlandı ve bitirildi. Bu sarayları gezip görmedim, fakat görüp söyleyenlerden, fotoğraflayıp yazanlardan öğrendiğime göre:


Bu saraylar, masallara konu Ortaçağ şatafatıyla döşenmiş, donatıları altın varaklarla süslü, ipek kumaşlar, halılar, kristaller cömertçe kullanılmış. Yerleşkenin, kurulu sofralarında, her kuşun eti yenir, hiçbir kuşun sütü eksik olmazmış. 


Bu sarayların bir uçaklık yolcuları için bir uçak filosu kalkıp inermiş. 


İşte itibar dedikleri de bu olsa gerek. 


Şimdilik bu saraylar mutlu-mesut yerlerinde dursunlar, biz biraz da başka yerler bakalım:


Karun gibi zengin olan müteahhitler, zenginliklerini korumak için gizli-açık yollarla çok uzaklarda "offshore" hesaplara aktarıyor, sonra bu paraları sorgusuz sualsiz aflarla aklayarak geri getiriyor ve yollarına devam ediyorlardı. Bakınız, bu zinde parasal güçler ve inşaatçı iktidar el ele vererek, halkımız ile çevremiz için daha neler neler yaptılar: 


Çokça kentimize öğrencisi çok, fakat öğrenci yurdu ve öğretim üyesi çok az olan üniversiteleri kondurdular. Böylece öğrencileri devlet destekli  tarikat yurtlarına teslim ettiler! Sonra da lise eğitimi bile verilmeyen bu üniversitelerden nice diplomalı işsiz, nice özgüvensiz, mutsuz genç mezun ettiler. 


Dağları, dereleri, gölleri, ırmakları, madenleri, fabrikaları itibarlı ortakları arasında paylaştırdılar. Ve toprağı zehirleyip, EKO sistemi bozup, tarımı, hayvancılığı yok noktasına getirdiler.  


Ve Deli Dumrul'u şaşırtan, ona fark atan bir sistem buldular. 


Bir gömü bulmuş gibi sevindiren sistemin adı: "Yap-İşlet-Devret!".


Sloganı ise: "Beş kuruş bile vermeden büyük işler yaptırmak!" Ve çok kazanmak!


Bu sitemle, beşli müteahhit grubuna adrese teslim ihalelerle; yollar, köprüler, tüneller, hastaneler, havaalanları yaptırıyordu. 


"Bu işlerin hiç gizlisi saklısı yoktur" demek için de ekranların önüne çıkıp; teslimat günü, ödeme şekli, şartları ve bir de hatır-gönül indirimi olsun, herkes görsün diye "şark pazarlığı" yapılırken tokalaşan eller onlarca kez sallanıyordu. 


Aslında eğer istenmiş olsa, bu şark pazarlığı sonucunda kesinleştirilen ücretler, birkaç yıl içinde taksit taksit ödenebilirdi. Fakat, istenmedi! 


Hani, "Beş kuruş bile vermeden" iş yapılacaktı ya!    


Deli Dumrul'u bile şaşırtan bu sistem, aslında Osmanlı'yı iflas ettiren bir kapitülasyon yöntemi idi. Bu sistemle, borçlar, yıllar sonrasına ertelense de geometrik bir artışlarla 'tahsil' edilirdi. 


Müteahhit alacakları için lira yetersiz görülerek elenmiş, bunun yerine o günkü dolar endeksli ve olası enflasyon artışlarıyla güvence sağlanmıştı. 

  

Ayrıca, olası risk ve uyuşmazlıklar olduğunda, hak arayışları için ülkemiz mahkemeleri değil, uluslararası mahkemeler yetkili kılınmıştır.


Böylelikle, 40 yıl sonra da bu sömürgen, patronların torunları, şimdiki sessiz 80 milyonluk halkın torunlarından dolarlar alacaktır. 


İşte, Deli Dumrul bu hinlikleri düşünemediği için şaşkın ve üzgün!  


***


Sayın Erdoğan, bir ay aralıklı iki konuşmada sistemini tanıtırken: 

  • 19 Kasım günkü 'Gençlerle' buluşmasında: "Bizim 'yap-işlet-devret' diye bir prensibimiz var. Pazarlığımızı yaparız, 15 sene, 20 sene belki daha fazla, bu şehir hastanesini yaparlar, işletirler ve bu yaptığımız anlaşmaya göre de 15 sene sonra, 20 sene sonra hastaneyi nereye bırakırlar, devlete bırakırlar ve bizim cebimizden de bir kuruş çıkmaz... Ben ekonomistim, siz ne kadar kaynak oluşturursanız, devletin kasasından da bir kuruş çıkmaz." 
  • 16 Aralık (dün) asgari ücret açıklamasında da: "Geçmişte asgari ücret şu kadar dolardı, şimdi öyle olsun dememek lazım. Bu çalışanları istismar etmek demektir. Sormak lazım, eskiden sizin zamanınızda maaşlar dolar mıydı?" demişti. 


O halde biz vatandaş olarak Sn. Erdoğan'a soralım: 


Peki, vermiş olduğunuz sayısal garantiler tutmadığı için her yıl hazineden verilen dolarlar kimin cebinden çıkıyor, bunlar kimin parası?


Peki, müteahhit alacakları için sizin buyruklarınızla: Dolar + Enflasyon +Uluslararası mahkeme güvencesi verilerek 40 yıl sonrası geleceğimize ipotek konmamış mıydı? 


Peki, sizin buyruklarınızla 40 yıl sonra doğacak torunlarımız, lira ile değil de dolarla borçlandırılmamış mıydı? 


Ve özetin özeti son soru: 

Size ve tanışlarınıza itibar sağlayan birikimler acaba, Lira mı yoksa Dolar mı?


Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


10 Aralık 2021 Cuma

İnsan Hakları - AHİM ve Siyaset


Kısa aralıklarla iki dünya savaşı yaşamış ve çokça 
yarası, derdi bulunan dünyanın 51 ülkenin (şimdi 193) birlikteliğinde 1945 yılında "Birleşmiş Milletler" (BM) kurulur. 

BM'nin amacı; savaşların dünyada neden olduğu yaraları sarmak ve barış içinde yaşanacak bir iklim sağlamaktır. Yapılan görüşmeler sonunda; tüm insanlara, eşit hukuk ve sosyal haklar verilirse, dünyada bir barış iklimi oluşabileceği ortak görüşüne varılınca:  

10 Aralık 1948 günkü oturumda "İnsan Hakları Evrensel Bildirisi" kabul edilir. (Türkiye, bu bildirgeyi 6 Nisan 1949'da imzalamıştır.). 

İşte bu nedenle 1948 yılından beri 10 Aralık günü BM üyesi ülkelerce: "Dünya İnsan Hakları Günü" olarak süslü törenler ve nutuklar eşliğinde kutlanır.  

Bu bildirgenin 30 maddesi vardır ve özetle şunları kapsamaktadır:   

Madde 1: Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdanla donatılmışlardır, birbirlerine kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.  

Madde 2: Herkes ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka türden kanaat, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğuş veya başka türden statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, bu Bildirgede belirtilen bütün hak ve özgürlüklere sahiptir.


Diğer 28 maddede de ise özetle:

Hiç kimsenin, kölelik, kulluk altında tutulamayacağı...

Herkesin, eşit-özgür-onurlu birey olarak: inanç, din, düşünme, anlatım, vicdan, savunma, güvenlik, özel yaşam, evlilik, aile, konut, mal-mülk, seyahat, çalışma, adil yargılanma, sığınma ... hakları olduğu... Ve herkesin yasa önünde eşit, eşitçe korunur, kimseye aşağılama, işkence uygulanamaz, hiç kimse keyfi olarak yakalanıp, tutuklanmaz ve sürgün edilemez. ... olduğu belirtilmektedir. 


Eğer bildirgedeki detaylara girmeden, sadece yukarıda açılımı verilen 1. ve 2. maddelerdeki kıstaslara bakarsak, bir ülkenin hangi ligde yer aldığını görmüş oluruz. Zaten, tüm uluslararası kıyaslamalar bu kıstaslara göre yapılmaktadır.


Bunlar, her insan için gerekli, vazgeçilmez, olmazsa olmaz haklardır. Fakat bir de "kazan kazan" çıkar ilişkilerinin insanlığa yaşattığı gerçekler vardır. Bu gerçekler bizi iki farklı yaşam biçimi ile karşılaştırır: 

  • İnsan haklarına uyulan ülkelerde: insanlar, daha saygın-özgür-mutlu... 
  • Özgürlüklerin baskılanıp yok sayıldığı ülkelerde: ise insanlar, daha özgüvensiz-çaresiz-mutsuz...  

***

47 Avrupa ülkesi 1950 yılında, "İnsan Hakları Evrensel Bildirisi" ilkelerini esas alarak, kendilerine özel: "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi" (AİHS) ve onun yargı sistemi olan "Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi" (AİHM)'i oluştururlar. 


AHİM yargı sistemiyle, kendi ülkelerinde yaşadıkları sorunlar yüzünden mağdur olanların başvurularına hukuksal çözümler bulunarak gereği için ilgili devlete bildirilir.


İşte bu aşamada uluslararası mahkemenin vermiş olduğu hukuksal karara uymak, ya da uymamak ilgili devletin siyasi tercihi olmuş, yani hukukun üstünlüğü, siyasetin üstünlüğüne dönüşmüştür.


Ne yazıktır ki, belirleyici olan bu davranış; çoğunlukla insan haklarını değil, yani hukuku değil "çıkarları" esas almaktadır. Yani, insan hakları bir hukuksal konu olmaktan çıkıp, bir siyaset konusu olmaktadır.


AHİM Başkanı Robert Spano, kurumunun 2020 yılı çalışmalarını anlattığı toplantıda, ülkemizi çokça andı. İşte söylediklerinden bazı seçmeler: 

  • 2020’de Avrupa Konseyi üyesi 47 ülkeden, AİHM’e 41.700 başvuru olduğu... 
  • Başvuruların %75'inin: Rusya, Türkiye, Ukrayna ve Romanya'dan geldiği... 
  • Rusya Federasyonu: 13.650 vaka (%22,4) ile birinci, Türkiye'nin 11.750 vaka (%18,1) ile ikinci olduğu...
  • Türkiye aleyhine yapılan başvuruların, 2019'a göre %27 artış gösterdiği, 
  • Türkiye ile ilgili davaların en çok ifade özgürlüğü ile ilgili olduğu,  
  • Büyük Daire’ye yapılan başvuruların, 2019'a oranla yüzde 22 artarak 556'ya ulaştığı... 

Madem ki ülkemiz AHİM'de bu denli öne çıkmış, biz de içeriden birkaç örnek ekleyelim: 


2004 yılında; Anayasanın 90. madde 5. fıkrasına: ”Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” 


AHİM'in kararlarına uymak için 17 yıl önce yukarıdaki cümle ile anayasal bir söz veren iktidar; AHİM kararlarını, ülkemiz anayasasının hükümlerinden daha üstün saymıştır ve bugün halen iktidar...


Fakat ne yazıktır ki, tek kişiye dönmüş olan aynı iktidarın tek kişisi olan Erdoğan, iki gün önce AHİM kararları için: "Türkiye’nin Avrupa’nın Kavala ve Demirtaş ile ilgili kararlarını tanımadığını, kararların yok hükmünde" olduğunu söyledi. 


Sn. Erdoğan'ın bu sözleri; kendi iktidarının ne denli sözünde durmaz ve güvenilmez olduğunu yeniden hatırlatmış oldu.  


Böylece yurdumuzda; hak-hukuk-adalet büyük bir yara almış ve siyasete yenik düşmüştür. 


Biraz da kendilerini insan hakları, barış ve özgürlük savunucusu olarak gören ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin tutumlarına bakalım: 


Irak ve Suriye paylaşım savaşı sonunda can-mal güvenliği kalmayınca, ülkelerini terk etmek zorunda kalan mültecilere insanca yaşayacak bir ortam sağlamak yerine onlar; bir tehdit unsuru, bir pazarlık kozu haline getirilmiştir. Tıpkı bir pokerci kurnazlığı ile çekilen "rest" görülmüyor ve bu kanlı arenada mülteciler bir al-ver pazarlık objesi olmuşlardır.


Suriye, Irak, İran, Türkiye'de Kürtlerin insan hakları da bazı devletlerin al-ver konusu olmuş, her devlet bu sorunu kendi politik-ekonomik çıkarları için kullanmış, kullanmaktadır.  


Türkiye'nin Suriye'de özellikle de Afrin halkına yaşattıkları ve sürmekte olan Türkleştirme eylemleri sessizce izlenmiştir.


Uğradıkları haksızlıkları AHİM'e taşımış binlerce insanımızın simgesi olan, Selahaddin Demirtaş ve Osman Kavala: "hakları gasp edilmiştir" kararları alıp, beraat ettikleri halde, halen hapishanelerde rehin tutmaktadır.


***

VE: 


Varsın, İnsan Hakları Mahkemesi, hak-hukuk-adalet için kararlar versin!


Eğer bu hukuki kararların uygulanması için son sözü siyasi temsilci olan: "Bakanlar Komitesi" söylüyorsa...


Eğer bugün ülkemizde yönetim, Anayasa ve uluslararası yasaları değil, sadece KHK ve buyrukları geçerli kılmışsa... 


Eğer halkın büyük çoğunluğu "bana ne!" deyip, vicdani bir tepki bile göstermeden susuyorsa...  


Eğer sözde uygar ülkelerin  "Bakanlar Komitesi" de insan haklarını çıkarları için riyakârca bir "al-ver" konusu yaparak, ganimet bölüşümünü gülücüklerle kutlayıp el sıkışıyorsa... 


Böylelikle savaşlar kutsanıp, ölümler, işkenceler ve hak ihlalleri unutuluyorsa...


Ne önemi var, neye yarar tüm bu kararlar!?.. 


Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

 
 

3 Aralık 2021 Cuma

Çamlıca Kulesi ve Gökdelen


Bugünlerde:

Henüz soğuklar başlamadı, fakat başladı-başlayacak, başlayınca halkımızın neler yaşayacağını henüz bilmiyoruz.

Sadaka niyetli "Askıda ekmek" projesi tutmamış olacak ki, insanlar biraz daha ucuz birkaç ekmek alabilmek için yağmur, çamur demeden uzun kuyruklar oluşturuyor.  

Garibanın öğünü olan simitler de artık yarım yarım satılır oldu! 

Komşu ülkeleriyle küs, kapı komşu partileriyle kavgalı, parası pul, itibarı çizik, bir ülke olduk. 

Her gün artarak çoğalan korku, öfke, yaraları olan halkımız suspus. Fakat en yetkili makamdan duydukları: "Dünya bizi kıskanıyor!" sözü, onları şaşkına çevirip kendileriyle konuşur yaptı: Neden acaba? Niçin acaba? diye diye hayretler içindeler.  

"Cezasızlık" güvencesinin güvenli kıldığı güvenlik görevlileri; insanları, uçmakta olan helikopterden atabiliyor, Kadıköy-Göztepe'de ters kelepçe takılı genci kafasına kurşun sıkarak öldürebiliyor ve olay yerini gözleyen onlarca kameranın "arızalı" olduğu söylenebiliyor. 

İç karartan bu olguları sonlandırıp, biraz da "seyir kulesinden" bakalım mı? 

***

12 Kasım 2021 günü, AA, DHA ve İHA şu haberi paylaştı:

“Üsküdar'da geçen yıl açılan Çamlıca Kulesi'nde görevli bir personel, ‘restoran bölümüne gelen İsrailli N.O. ve M.O. adlı evli çift ile Türk vatandaşı İ. A'nın kule pencerelerinden Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın konutunun fotoğraflarını çekip birbirlerine gösterdikleri’ yönünde ihbarda bulundu."

Sonra:

"Çift, 'siyasal ve askeri casusluk' suçundan tutuklandı."

Teknoloji çağında, dünyamız artık küçücük bir nokta oldu, eğer istenirse herkes bulunduğu kuytu yerden sesli-görüntülü dinlenip, gözlenebiliyor. Böyle bir çağda bile, turistik bir yerde fotoğraf çekenleri trajikomik bir gerekçeyle'siyasal ve askeri casus' olarak suçlanıp, tutuklanmakta!!!... 

Sonra:

İsrail Başbakanı:
"Türkiye ile ortak çabalarımızın ardından Mordi ve Natali Oknin serbest bırakıldı, İsrail'e evlerine dönüyorlar..."

3-5 gün içinde olup biten bu olay; daha önce aynı suçlarla tutuklu iken, Cumhurbaşkanına gelen telefonlar sonunda ABD'ye teslim edilen "Papaz" ve Almanya'ya teslim edilen "Gazeteci"yi anımsattı.

Sonra da sessiz çoğunluk fısıltıyla

"İşte, yargı ve yürütmenin tek kişide toplanmasının yararı bu! -diye çığlık attı.

"Ne kadar önemsiz-gereksizmiş bu: 'siyasal ve askeri casusluk'! -deyiverdi.    

*

"Çamlıca Radyo ve TV Kulesi"; denizden 218 metre yüksekte olan, Küçük Çamlıca tepesi üzerine 398 metre eklenerek yapılan bu teknoloji/turizm amaçlı yapı, dünyanın en yüksek binaları arasına da girmiştir. 

Bu kuleye çıkan herkes, 587 metre yükseklikte, gözünün gücü oranında dört bir yanı engelsiz olarak görebilir. Ayrıca İstanbul'un çokça yerinden de gündüzleri kuleyi, geceleri de yanıp sönen kule ışıklarını görülebilir.  

Yukarıdaki bu komik casusluk haberi, henüz çıkmadığım kule hakkında yazı yazmama ve ayrıca Tahsin Yücel'in o muhteşem "Gökdelen" eserini anımsama neden oldu.   

Tahsin Yücel (1933-2016): çok iyi bir öykü, roman, deneme, kurgu ve sözcük ustası. O, akıcı anlatısıyla ele geçirdiği okurunu aktif kılmayı bilen bir kalem. Ve O, okurunu hiç rahat bırakmaz; onlara soru sordurur, yorum yaptırır, onları düşündürür... 

İlk baskısı 2006 yılında çıkmış olan bu eser; 67 yıl sonrayı, yani 2073 Türkiye'sini, özellikle de İstanbul'u anlatıyor. 

(Yaptığım 'google' araştırmasına göre: 

  • 2006'da İstanbul'da 12 "Gökdelen" varmış, şimdi yüzlerce...
  • 2007 yılında İstanbul'un nüfusu: 12.573.836 kişi.). 

Normal bir nüfus artışı olursa 2073 İstanbul: 20-25 milyon olabilir. Oysa  kitapta nüfusun: “En fazla 2 milyon belki de daha az,” olduğu yazılı!

Çünkü: 

Ülke; politikacı, müteahhit ve işbirlikçilerinin; gizli-açık tehdit, pazarlık, paylaşımlarıyla yönetiliyormuş. “En fazla 2 milyon belki de daha az” olan nüfusu da işte bu doymak bilmez açgözlüler ile onlara hizmet eden sınırlı sayıdaki bilgisayarcı, güvenlikçi, pilot, savcı, yargıç, avukatlar ve bir de bunların eş ile çocukları oluştururmuş.

Yaşamın sürdüğü ve yapılacak her yeni gökdelende Başbakan, bakan ve yandaşlarına verilirmiş en gözde daireler olduğu...

İşte bu mutlu azınlık, asansörlerle bilmem kaç yüz metre yüksekte olan yuvalarına 10 saniyeler içinde ulaşır, evden-işe, işten-eve mekik uçaklarla gidip-gelirlermiş.    

Yeni gökdelenler dikmek uğruna, İstanbul'un her yeri şantiye alanı olmuş, tarihi dokusu tümden bozulmuştur. 

Tüm inşaat ve sosyal işleri bilgisayar komutlu akıllı makindeler yaptığı için az sayıda; işçi, güvenlikçi, memur, mimar, doktor, mühendis, öğretmen çalışır olmuş, pek çok meslek ise gereksiz olmuş ve basın da ancak illegal görev yapar olmuştur. 

Sokaklarda aç-işsiz-acılı çığlıkları yokmuş ve sokaklar bomboşmuş!

Çünkü: 

Ülkenin her yerini korku iklimi sarmış, işsiz, güvencesiz, milyonlarca halk: "istenmez" olmuş, kentlerde onları yaşatacak bir iklim kalmamıştır. 

İşte bu korku ikliminden canını kurtulabilen, görünmez insanlara "Yılkı Adamları" adını takmışlar. 

Var ama görünmez: "Yılkı Adamları!":

İşleri, güvenlikleri kalmayan; çaresiz anne, baba, çocuk, genç, yaşlı milyonlarca halk...

Bir zamanların; işçisi, memuru, mimarı, mühendisi, öğretmeni gibi pek çok emekçileri... 

İşte bu milyonlar; gözden ırak ormanlar ve kırlık alanlara sığınarak, tıpkı ilk insanlar gibi korku içinde doğan, beslenen, yaşayan, büyüyüp ölendir bunlar. 

"Gökdelen", insanı sarsarak düşündüren ve kucaklayan sanal bir eser. Teknolojik alanda olabilecek olası değişim ve gelişmelerin farklı bir toplumsal yaşama neden olacağı öngörüsü var. 

Eserdeki sömürü çarkları, çıkar ilişkileri, hileli oyunlar, "ego" gibi günümüzü anımsatan çokça benzerlik çokça gerçeklik... Bunlar, bugünlerde tanık olup yaşadıklarımızdan çok da farklı değil. 

***

Nereden nereye!.. 

Yakalanmadan Çamlıca Kulesinin en uç noktasına çıktım!

Kaçamak bir bakışla ben de 2073 yılına baktım! 

Neler gördüm, neler neler öğrendim:

Beşli çeteler; çok hırçın ve küfürbaz değil, daha zenginler! 

"Yılkı Adamları"! (Ki, onlar, torunlarımızın torunları!) En çok onlara baktım.

Onlara, gülücük-öpücük gönderip el salladım. 

Sonra, merakıma yenilip de utana-sıkıla sordum onlara: 

"Bizden size kalmış olan dolara endeksli; köprü, tünel, hastane, havaalanı borçlarınız acaba bitti mi? -diye.  

Cevap vermediler, sizce borçları bitmiş mi?

Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

26 Kasım 2021 Cuma

Yurttaş ve Devlet


Henüz 12 yaşında idim parasız yatılı okumak için köyden ayrıldığımda. Beni ve arkadaşlarımı büyük şehirlere götüren bu uzun yolculuğu, birkaç yıl otobüs koltuğu yerine, branda beziyle sarılmış bir kamyon kasasındaki sedire ilişerek (
kış gelince, bu kasanın orta yerine konan bir odun sobası çıtır çıtır yanardı.) çokça toz, gürültü ve sarsıntı içinde yapmıştık. 

İki yıl önce ihtilal olmuş, Yassı Ada Duruşmaları başlamıştı. 

O yıllarda köyümüzde sadece birkaç radyo vardı, akşam olunca bu radyolu evlerde toplanan komşular, Vatan! Millet! Devlet sözcüklerinin sıkça geçtiği haberleri, Türkçe bilenlerin çevirisi ile Kürtçe dinlerdi. 

Köyden daha büyük bir yerleşim yeri görmeyen 6-7 yaşlarındaki kardeşim Leyla da bu haber saatlerini çok sever ve ilgiyle dinlermiş. Radyodan sıkça tekrarlanan Vatan ve Millet sözcüklerinin anlamlarını az çok bilebilse de Devlet nedir, kimdir bilmiyormuş. Bunu hiç kimseye sormamış, beni beklemiş! Tabii ki, abisi olan ben, ne de olsa büyük şehirler görmüş biriyim ya! 

İşte bu duygular içindeki kardeşim Leyla köye geldiğim ilk gün bana:

"Abi sen devleti hiç gördün mü?" -diye sormuştu. 

Hiç unutamadığım bu soruya ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum.

Fakat ömrüm boyunca bu soruya hep cevap aradım diyebilirim.   

***

Bilmek, bir şeyi içselleştirerek anlamak, uygulama yapacak beceriye sahip olacak kadar öğrenmiş olmaktır. Bilen kişi, yeterli donanıma sahip olmak için her zaman yeni bilgilere açlığı olan kişidir. 'Bilir-bilgiç' olmak ise cahilliğin yaşam kaynağıdır, onlar yenilenen öğrenmeyi ret eder, her şeyi bildiğini sanır ve bu bilgilerle yetinirler.

Günlük yaşamda herkes bir koşuşturma içinde, eğer bu kişilere; "Bu koşuşturma ve uğraşlarınızın amacı nedir?" diye soracak olursanız, hemen hepsinin: "Yaşamak için!" dediğini duyarsınız. Fakat, eğer daha farklı cevaplar duymak isterseniz o zaman da: "Nasıl bir yaşam?" -diye sormanız yeterlidir. Çünkü bu sorunuza, binbir farklı cevap alabilirsiniz. 

Buradan hareketle bir genelleme yaparsak; tüm canlılar gibi her insan için öncelikli amacın yaşamak olduğu kesinlik kazanır. Bu amacına ulaşmak isteyen insanoğlu, pek çok farklı yol, yöntem ve aracı kullanıp yaşamını sürdürürken, tek başına değil de birlikte yaşaması gerektiği gerçeğiyle karşılaşır. Ve bu farkındalık sonunda, tüm farklılıkları bir arada yaşatacak olan bir iklim arayışı başlar. İşte bu ortak iklimi oluşturacak olan lider, kurum ve nesnelerin tümüne DEVLET adı verilir. Demek ki devlet, insanlık tarihiyle yaşıttır ve bir canlı organizma gibi değişim, dönüşüm ve başkalaşıma açıktır.

Devlet, görevini iki şekilde yapar; ya kendisini toplumsal yaşamın öznesi sayarak toplumu buyruklarla, ya da halkı özne kendisini de nesne olarak görerek demokrasi ile yönetir. 

Şimdi bazı olasılıklardan yola çıkarak biraz konuşalım istiyorum:

Bir ülkenin vatandaşları hakları için sokaklarda yürürken ya da gösteri yaparken, onlar için güvenli bir ortam sağlamakla görevli resmi-sivil bazı devlet  görevlileri; acımasız şiddet kullanarak ve baskı yaparak engel oluyorlarsa... Ve bu engelci güçlere, Niçin? sorusu sorulunca da onlar:  

"Ben devletim! İstediğimi yaparım!" -diyebiliyorsa...

Sonra da bu hak hukuk bilmeyen güçler, istediklerini yapıp suç işleyince, bunlar hakkında usulen başlatılan işlemler de "cezasızlık" veya "zaman aşımı" olarak sonuçlanırsa... 

Ve eğer bu ülkenin yurttaşları da bu eylem ve söylemlere karşı: 

"Biz halkız, devlet bizden aldığı güçle var oldu, devletin asıl görevi, bizi  korumak, bize hizmet etmektir." demek yerine korkup, siner ve susarsa... 

Böyle devletler her zaman buyurgandır, her zaman: "Biz ne söylersek o doğrudur ne yaparsak o tamamdır." anlayışıyla yol alır ve güçlerini hep egemen bir azınlıktan yana kullanırlar. 

Böyle devletlerde çoğunluğu yoksul olan büyük halk kitlesi önemsenmez, onlar her ne yaparsa: yalan, yanlış, günah, yasak, suç sayılır. 

Bu nedenle böyle ülkelerin geçmişinden bugüne kadar olagelen tüm toplumsal derin yaralarında devletin izleri ile karşılaşırsınız. 

Bir parantez açacak olursak: (Ülkemizde bugüne kadar 17. 547 -On yedi bin beş yüz kırk yedi- kişi 'faili meçhul' şekilde yok edilmiş. Cumartesi Anneleri tam 870 haftadır bunların faillerini, mezar ve kemiklerini arıyor, soruyor, fakat devletten bir cevap alamıyor.)  

Bu derin yaralar incelendiğinde hemen hepsinde devletin, önleme ve koruma görevini gereğince yapmadığı görülür. 

Tabii ki dünyada sadece halk karşıtı devletler yoktur. 

Bazı devletler ise; sorgulayan, eleştiren, denetleyen, özgür yurttaşların oylarıyla, çoğulcu, demokratik, laik, sosyal hukuk ilkelerine uygun olarak oluşur.  

Bu devletlerde; ortak insani değerler ve eşit yurttaşlık esastır. İnanç, mezhep, tarikat, dil, ırk sınıflandırmalar yapılmaz. Diyanet ve zorunlu din dersleri de yoktur.   

Bu devletler; kutsal sayılmaz, sadece yaşanacak bir ortam oluşturmak için hizmet eder, korur ve güvenlik sağlarlar. Devletin tüm çalışmaları şeffaftır, sorgulanıp, denetlenir.

Bu devletlerde hukuk işler, tüm suç kaynakları araştırılır ve kurutulur, kimseye cezasızlık uygulanmaz, tüm suçlular cezasını çeker. 

Böyle devletlerde, doğa ve ülke kaynakları halkın yararına kullanılır ve korunur, çetelere teslim edilmez. 

Kısacası, özgür mutlu yaşamak için çıkar savaşlarının son bulması, barışın dal budak vermesi gerekir.


Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız