müteahhit etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
müteahhit etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Aralık 2021 Cuma

Lira mı yoksa Dolar mı?


Hem AKP Genel Başkanı hem de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, bir politikacı. Bilindiği gibi politikacılar, verdikleri sözlere bağlı kalıp kalmadıklarıyla değerlendirilirler. 

20 yıllık iktidarın tek adamı olmayı başaran Erdoğan, yıllar öncesinde: "İtibardan tasarruf olmaz!" demişti. 

Hakkını yemeyelim! O, küçük bir grup için bile olsa, sözüne sadık kalmış ve bu küçük grubu zenginleştirmek, itibarlı(!) kılmak için nice görkemli törenler düzenlemiş, çokça riskler almıştır. 


O, bir Karadenizli olduğu için inşaat işlerini seviyordu. Öncelikli kılınan bu küçük grubun çoğu da inşaatçıydı. 


O, yetkileri çok olan tek güçtü ve zenginleri de seviyordu. KHK'lar çıkarıp  buyruklar vererek, inşaatçılara engel olan tüm pürüzleri yok etti:

 

Bazı müteahhitlere adrese teslim ve daha kârlı ihaleler vermek için iki yüz bilmem kaç defa ihale kanunu değiştirildi. 


Ayrıca, onların vergi borçları silindi, onlara bazı vergi muafiyetleri de sağlandı. 


Bu güçlü desteği alan müteahhitler daha güvenli olarak işe başladı:


Miras, çevre ve imar yasalarına uymasa bile, daha sonra uydurulacak olan bilmem kaç bin odalı yazlık kışlık sarayların yapımına başlandı ve bitirildi. Bu sarayları gezip görmedim, fakat görüp söyleyenlerden, fotoğraflayıp yazanlardan öğrendiğime göre:


Bu saraylar, masallara konu Ortaçağ şatafatıyla döşenmiş, donatıları altın varaklarla süslü, ipek kumaşlar, halılar, kristaller cömertçe kullanılmış. Yerleşkenin, kurulu sofralarında, her kuşun eti yenir, hiçbir kuşun sütü eksik olmazmış. 


Bu sarayların bir uçaklık yolcuları için bir uçak filosu kalkıp inermiş. 


İşte itibar dedikleri de bu olsa gerek. 


Şimdilik bu saraylar mutlu-mesut yerlerinde dursunlar, biz biraz da başka yerler bakalım:


Karun gibi zengin olan müteahhitler, zenginliklerini korumak için gizli-açık yollarla çok uzaklarda "offshore" hesaplara aktarıyor, sonra bu paraları sorgusuz sualsiz aflarla aklayarak geri getiriyor ve yollarına devam ediyorlardı. Bakınız, bu zinde parasal güçler ve inşaatçı iktidar el ele vererek, halkımız ile çevremiz için daha neler neler yaptılar: 


Çokça kentimize öğrencisi çok, fakat öğrenci yurdu ve öğretim üyesi çok az olan üniversiteleri kondurdular. Böylece öğrencileri devlet destekli  tarikat yurtlarına teslim ettiler! Sonra da lise eğitimi bile verilmeyen bu üniversitelerden nice diplomalı işsiz, nice özgüvensiz, mutsuz genç mezun ettiler. 


Dağları, dereleri, gölleri, ırmakları, madenleri, fabrikaları itibarlı ortakları arasında paylaştırdılar. Ve toprağı zehirleyip, EKO sistemi bozup, tarımı, hayvancılığı yok noktasına getirdiler.  


Ve Deli Dumrul'u şaşırtan, ona fark atan bir sistem buldular. 


Bir gömü bulmuş gibi sevindiren sistemin adı: "Yap-İşlet-Devret!".


Sloganı ise: "Beş kuruş bile vermeden büyük işler yaptırmak!" Ve çok kazanmak!


Bu sitemle, beşli müteahhit grubuna adrese teslim ihalelerle; yollar, köprüler, tüneller, hastaneler, havaalanları yaptırıyordu. 


"Bu işlerin hiç gizlisi saklısı yoktur" demek için de ekranların önüne çıkıp; teslimat günü, ödeme şekli, şartları ve bir de hatır-gönül indirimi olsun, herkes görsün diye "şark pazarlığı" yapılırken tokalaşan eller onlarca kez sallanıyordu. 


Aslında eğer istenmiş olsa, bu şark pazarlığı sonucunda kesinleştirilen ücretler, birkaç yıl içinde taksit taksit ödenebilirdi. Fakat, istenmedi! 


Hani, "Beş kuruş bile vermeden" iş yapılacaktı ya!    


Deli Dumrul'u bile şaşırtan bu sistem, aslında Osmanlı'yı iflas ettiren bir kapitülasyon yöntemi idi. Bu sistemle, borçlar, yıllar sonrasına ertelense de geometrik bir artışlarla 'tahsil' edilirdi. 


Müteahhit alacakları için lira yetersiz görülerek elenmiş, bunun yerine o günkü dolar endeksli ve olası enflasyon artışlarıyla güvence sağlanmıştı. 

  

Ayrıca, olası risk ve uyuşmazlıklar olduğunda, hak arayışları için ülkemiz mahkemeleri değil, uluslararası mahkemeler yetkili kılınmıştır.


Böylelikle, 40 yıl sonra da bu sömürgen, patronların torunları, şimdiki sessiz 80 milyonluk halkın torunlarından dolarlar alacaktır. 


İşte, Deli Dumrul bu hinlikleri düşünemediği için şaşkın ve üzgün!  


***


Sayın Erdoğan, bir ay aralıklı iki konuşmada sistemini tanıtırken: 

  • 19 Kasım günkü 'Gençlerle' buluşmasında: "Bizim 'yap-işlet-devret' diye bir prensibimiz var. Pazarlığımızı yaparız, 15 sene, 20 sene belki daha fazla, bu şehir hastanesini yaparlar, işletirler ve bu yaptığımız anlaşmaya göre de 15 sene sonra, 20 sene sonra hastaneyi nereye bırakırlar, devlete bırakırlar ve bizim cebimizden de bir kuruş çıkmaz... Ben ekonomistim, siz ne kadar kaynak oluşturursanız, devletin kasasından da bir kuruş çıkmaz." 
  • 16 Aralık (dün) asgari ücret açıklamasında da: "Geçmişte asgari ücret şu kadar dolardı, şimdi öyle olsun dememek lazım. Bu çalışanları istismar etmek demektir. Sormak lazım, eskiden sizin zamanınızda maaşlar dolar mıydı?" demişti. 


O halde biz vatandaş olarak Sn. Erdoğan'a soralım: 


Peki, vermiş olduğunuz sayısal garantiler tutmadığı için her yıl hazineden verilen dolarlar kimin cebinden çıkıyor, bunlar kimin parası?


Peki, müteahhit alacakları için sizin buyruklarınızla: Dolar + Enflasyon +Uluslararası mahkeme güvencesi verilerek 40 yıl sonrası geleceğimize ipotek konmamış mıydı? 


Peki, sizin buyruklarınızla 40 yıl sonra doğacak torunlarımız, lira ile değil de dolarla borçlandırılmamış mıydı? 


Ve özetin özeti son soru: 

Size ve tanışlarınıza itibar sağlayan birikimler acaba, Lira mı yoksa Dolar mı?


Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


23 Ekim 2020 Cuma

Minik Düşman Covid-19


Altmış yaşın üstünde 
olanlar; 60’lı yıllarda bazı karanlık gizli ellerin, ülkedeki sömürü düzenini korumak için çok sayıda “Komünizmle Mücadele Derneği” kurduğunu iyi bilir.

Komünizmle Mücadele Dernekleri, yalan, iftira ve karalama yaparak, algı yaratarak, kendilerine militan taraftar bulur ve bunları düşman ilan ettikleri kişi ve gruplara  saldırtıp vuruştururlardı. 

Bu derneklerin; “Komünizm en büyük hastalıktır! / TİP, tip tipsizler; Allahsız komünistler; Amerika gitsin Rusya mı gelsin?” benzeri çokça sloganları vardı. Bu sloganlar eşliğinde oluşturulan hayali algılarla, suçsuz pek çok insan tutuklanmış, "kanlı pazar" benzeri olaylarda pek çok kişi katl edilmiş, çokça acı yaşatılmıştı.  

İlhan Selçuk, o günleri anlatan bir yazısında; hastalanınca, ateşi 40 dereceye çıkmış olan bir ilkokul öğrencisinin, annesine: “Çok hastayım, galiba komünist oldum...dediğini yazmıştı...

İşte böylesi sanal düşmanlar yaratıp insanları vuruşturan öğretiyle yetişen bir grupbugün ülkemiz yönetiminde oldukça etkin durumda... 

"Covid-19 salgını..."

Şimdi de havada, suda, yerde, kısaca yaşanan her yerde; gerçek, çok güçlü ve minik bir düşmanımız Covit-19 var

Bu hayali olmayan düşman, ancak mikroskopla görülebilen bir virüs... O; bizim evimize, elimize, ağzımıza, boğazımıza, gözümüze, burnumuza, giysimize kolayca girebildiği halde biz onu göremiyor, hissedemiyoruz. 

İşte bu korkunç gizemli varlık Covit-19, tüm insanlığı ayırım yapmadan, sınır farkı koymadan düşman ilan edip, savaşarak yayıldı ve kısa bir zamanda milyonlarca can aldı

Bu durum, tüm ülkelerde olduğu gibi bizde de bir panik havası ve şaşkınlık yarattı ve ayrıca dünyada da yeni bir birlik-dayanışma-paylaşma iklimi geliştirdi

Kim bilir belki de bu nedenlerden dolayı bundan böyle dünya tarihi: 

“Covit-19’dan Önce” ve “Covit-19’dan Sonra" olarak anılacaktır.

Tüm insanlığı hedef alan ve dünya ekonomisine büyük darbeler indiren bu illet, çokça konuyu yeniden tartışmaya açtı. Böylece bazı bilgilerimizi unuturken, bazılarını ise pekiştirip kalıcı kıldık. 

Virüs insanlığa sadece zarar vermedi, aşağıda birkaçı sıralanan: 

  • Sömürücü-tekelci sistemlere kuşku ile bakılması,
  • Yönetimlerin, demokrasi ve sosyal devlet ilkelerine uyması, 
  • Kanada başbakanı gibi halk dostu liderlere ihtiyaç,
  • Doğal çevreyi koruyarak tarıma önem verilmesi,
  • Hipokrat yemininin gerekliliği ve önemi,
  • Doktor, hemşire, eczacı ve diğer sağlık çalışanların önemi, 
  • Bilimsel esaslarla hastane, ilaç, aşı, araç-gereçler hazırlama,
  • Örgün eğitim kurumlarındaki yüz yüze eğitimin önemi,
  • Yeni bir yaşam biçimi, iletişim ve çalışma düzeni...

Gibi, gibi pek çok yarar ve farkındalık da kazandırdı. 

Virüs can almaya başladığında zaten ülkemizde; tarım-hayvancılık yok olmuş, esnaf zorda, insanların çoğu işsiz, güvencesiz ve yoksuldu. Yeraltı-yerüstü kaynakları ile tarım ve orman alanları sadece birkaç müteahhitte teslim edilmiş, kâr için her yer betonlaştırılmıştı. 

Ülkemiz bu günleri yaşarken pandemi yayılıp, can almaya başlamıştı. Böyle günlerde insanlara “sosyal devlet” elini uzatması gereken iktidar, bunu yapmayıp en başarılı olduğu algı oluştur işine devam etti... Ve artık her evin vazgeçilmez konuğu idi: Sağlık Bakanı Fahrettin Koca.

O, Türk Tabipleri Birliği (TTB)'ne sormadan oluşturulan "Bilim Kurulu" görüşmeleri hakkında pek bilgi vermese de turkuaz tabloya yansıyan istatistikleri okuyor, övgüyle Cumhurbaşkanlığı kararlarına gönderme yapıyor, olup-bitenleri iyi bir vaiz edasıyla “şeffafça” anlatıyor ve sorulanları cevaplıyordu... 

Bu durum, Fahrettin Koca için oldukça güçlü bir kamuoyu desteği sağlamıştı. 

Hatta, ülkenin kara deliklerinden biri sayılan "Şehir Hastaneleri" ileri sürülen; haksız, hukuksuz, etik dışı şaibeli konular; şirkete-şahsa özel ihaleler, eksik imalat, eksik teslimat, hazinece verilen hasta sayısı garantileri, kurumların kamu denetimine alınmaması, şirket kusurları hakkında işlem yapılmaması... Ve Hekimlerin demokratik kuruluşu olan: TTB'nin muhatap alınmaması gibi konular bile yavaş yavaş unutulmaya başlamıştı.

Sonra anlaşıldı ki; kendilerince oluşturulan Bilim Kurulu kararlarına uyulmamış, bilimsel olmayan kararlar alınıp uygulanmış, turkuaz tablodaki sayılar gerçeklerle uyumlu değilmiş. Yani daha önce TTB tarafından dile getirilip inanılmayan tüm bilgi ve verilerin gerçek olduğu anlaşıldı. Ve Bakan Fahrettin Koca yine ekran başına çıkıp bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. İşte o zaman meşhur bir tweet atttı: "Bilelim ki, salgınla mücadele sürecinde, devletimiz, HALKININ SAĞLIĞI KADAR, ULUSAL ÇIKARLARINI DA korumaktadır."

Bilindiği gibi bireysel mutlulukların çoğalması, toplumsal mutluluklara yol açar. İnsanın en birincil hakkı da yaşama hakkıdır, toplumsal yaşamda huzur ancak halkın sağlıklı ve güvende olması ile sağlanabilir.

Acaba halk sağlığından daha önemli olabilen ulusal çıkar ne olabilir ki!... 


Diğer yazılarım için: tıklayınız