İskenderun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İskenderun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Haziran 2017 Cuma

Amanos Dağının İki Yakasında...

 

Uçağımız, Nur Dağları, Gâvur Dağları ve  Amanos Dağları olarak bilinen sıradağın üzerinden uçuyor ve sanki dağa tepeden bakarak, korkutup, küçümsemek, gözdağı vermek ister tavırlar içinde homurtular çıkarıyordu. 

Çok hızlı yol aldığı için bu meydan okuyan tehditkâr tavırları uzun sürmedi. Fakat şimdi de aynı tavırlarını Amik Ovası'nı turlayıp uçarken  yineliyordu. 

O Amik ovası ki; üstünde ve altında yaşattığı canlılarla birlikte, yüzlerce dönüm verimli toprağı, uçaklar daha rahat inip kalksın diye işgal edilmiş, betonlaştırılmış… 

Bizim uçak, "hem suçlu, hem de güçlü..." edasıyla tepeden bakıp uçarken, ben eşim Dilek Toprak'ın sağındaki küçük yuvarlak pencereden izliyor ve düşünüyordum. 

İşte böylesi bir gösteri ve büyük bir hışım ile pek çok medeniyete beşik olmuş Amik Ovasındaki “Hatay Hava Alanı”’na inivermişti uçağımız

İnsanlar uçaksız hayatın zor olacağını anladıkları için artık alışmıştı, bu hem suçlu, hem de güçlüye… 

Fakat gönül isterdi ki; "İnip kalkarken uzun uzun turlar atmayan, helikopter gibi hooop diye iniveren ve durduğu yerden hoop diye havalanıp kalkabilen” uçaklar olsun. 

Böylece, bu olmazsa olamaz alanlar için; dünya ve ülkemizde, daha az canlı, cansız çevre katliamı yaşanır, daha az tarım alanı betonlaşırdı. 

Biliyorum bu "hoop  havalanıp, inebilen " uçaklar er ya da geç olacak, ama ne zaman bilinmez… 
 ***
Birinci gün:
Ben bu hayalleri kurup, alanla, uçakla uğraşırken; bavullarımız da kimi düz, kimi ters takla atarak, banda düşmüştü, hemen alıp çıkışa yöneldik. 

İskenderunlu Saniye Apaydın arkadaşımız bizi karşılamaya gelmişti, selamlaşma ve kucaklaşmadan sonra; “hazır yakına gelmişken” Antakya’yı gezme teklifinde bulundu. (O Antakya ki, tüm inanç merkezlerini yan yana sıralayabilmiş, geçmişte de, günümüzde pek çok farklı kimlik ve inanç sahiplerini barış içinde bir arada yaşatabilmiş …) 

Bu teklifi coşku ile kabul ettik, pazartesi günleri müzeler kapalı olduğundan, 2-3 saatlik zamanımızı, tarihi dokusu değiştirilmeyen ve yaşamın sürdüğü eski kent merkezini  gezerek geçirdik. 

Gezi kısa da olsa, Antakya hakkında söylenenlerin gerçekliğini, sokaklara yansımış tarihi dokudan ve insanların yüzlerinden anladık.

Sonra da, bir yakasına Asi Nehri’nin hayat verdiği Amik Ovası ve Antakya’yı, diğer yakasına da İskenderun ile denizi alarak onların buluşmalarına engel olan Amanos Dağlarını tırmanmaya başladık.

Yukarılarda sıralanmış pervaneler rüzgar enerjisi üretmek için devamlı dönüyordu (ince-uzun, sakallı, şövalye Don Kişot’u anımsadım)... 

Dağın zirvesini biraz aşıp inişe geçince Belen’e, oradan da kıvrıla kıvrıla iniverdik İskenderun’a…

İskenderun bir ilçe fakat görenlere; hem ekonomik, hem de sosyal gelişmişliği bakımından "il olmayı hak ettiğini"  düşündüren bir şehir. 

Amanos’un orman içindeki yemyeşil köyleri ve bıçakla kesilmiş gibi görünen yüksek-derin-ayrık-kayalara yaslamış, Akdeniz’in ışıl ışıl körfezine göz kırpan bir cennettir İskenderun…

Fakat modaya uyularak bu cennettin tarihi dokusu ve bitek toprakları betonlaşmış.

Denizin sağlayacağı ucuz ulaşım için hiç uğraş verilmemiş, demir çelik sanayisinin körfeze saldığı zehirlerle yok edilen eko sistemi canlandıracak çareler aranmamış, rant için ha bire inşaat yapılmış ve egzoz gazını çoğaltmanın peşine düşülmüş…

Hüseyin Apaydın arkadaşımız bizi, evinin kapısında çok samimi olarak karşıladı ve bir çırpıda yazlıklarındaki acil onarım nedeniyle havaalanına gelemediğini de söyledi.

Üç cephesi de denize bakan güzel evlerinin tüm oda ve birimleri zevkle donatılmış, odalarından en büyük olanını da bize ayırmışlar. Akşam ve sabahları balkonda deniz havası alarak, sofrada bulunan yöreye uygun nefis ürünleri tadarak, unutulmaz sohbetlerimiz oluyor.

***
İkinci gün:
Saniye arkadaş, bugün bizi kıyı kıyı giderek Arsuz’a götürmeyi düşünmüş, bizim görüşümüzü sordu “siz nasıl isterseniz” diyerek kabul ettik. Arsuz ilçe merkezi İskenderun’a 33 km uzaklıkta. Bu güzergahta yazlıklar yoğun ve denizin daha temiz... Tarihi doku korumadan, verimli topraklar hiç düşünülmeden, sadece yüksek getiri sağlasın diye, İskenderun şehri yüksek katlı binalar/siteler dikilerek  buralara  doğru genişletilmiş... 

Okullar tatil olmadığı için  yazlıklardaki hayat henüz başlamamıştı. Fakat yeni sezona hazırlık için onarım ve yenileme çalışmaları hızla devam ediyordu.

Arsuz'a geldik. Eski yıllarda  yaşayan nüfusun büyük çoğunluğu Hıristiyan Ortodokslardan oluştuğu için burası; “Hıristiyan Köyü” olarak anılırmış. Fakat zamanla Almanya, İsviçre ve Fransa’ya göçler başlamış… Şimdi ise; Müslüman, Hıristiyan, Yahudi inancında olanların bir arada yaşadığı, pek çok dilin konuşulduğu, her kültürün kendi mutfak ve zanaatlarını sunduğu şirin bir ilçedir burası.  

Arsuz’u çok sevdim. Hele hele Amanos’un tepelerinden çağlayarak, çoğalarak gelmenin yorgunluğunu çıkarırcasına durgunluk/dinginlik içinde, yeşil ile mavinin iç içe geçmiş tüm muhteşem tonlarını yakalamış olarak, etrafa coşku ve sevinç salan Uluçınar (Arsuz) Nehri’nin tatlı sularını Akdeniz’e akıtışı... 

Hani, İstanbul boğazındaki yalıların kıyıyı kuşatmakla yetinmez, bir de boğazın sularını yoldan geçenlerden gizlemek için yüksek duvarlar yaparlar ya, böylesi bir durum yok burada… Aslında burada da, nehrin etrafında boğazdaki yalıları aratmayacak köşkler, balıkçı ve gezi tekneleri sıralanmış, fakat bu güzelliklere bakmak yasaklanmamış hiç kimseye… 

 ***

Üçüncü gün: 
Bugün gündem yoğun ve yolumuz yaylalara/dağlara doğru. Yeşillikler arasındaki Soğukoluk'u geçip İskenderun ve denize yukarıdan bakan tepelere varıyoruz. Güneş şimdi aşağılardakileri yakarken, biz hırkalarımızı giymek istiyoruz. Kısa süreli bir çevre gezisi ve piknik yaptıktan sonra Payas ilçesine gitmek için inişe geçiyoruz.

Anadolu ile Ortadoğu’yu birbirine ve Akdeniz'e bağlayan Payas, insanlık tarihi boyunca; kalesi, kervansarayı ve limanı ile nice savaşa/barışa tanıklık, pek çok komutana, krala ev sahipliği yapmıştır. Bugün bakımsız ve hak ettiği turistik merkez olamamışsa da Payas, geçmişten günümüze önemli miras olan: Payas Kalesi (Onarım ve tadilat yok fakat Kale kapalı!...), Cin Kulesi ve Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi (Belediyenin bazı hizmet birimleri yerleşmiş)... Burada ve ayaktalar… Hakları olan değeri alacak günü bekliyorlar.

İşte böyle önemli bir kültür ve buluşma noktası iken Payas, bu tarihi geçmişi ile ünlenip, öne çıkamamış, bir turizm merkezi olamamış... Fakat 1970’li yıllarda İskenderun Demir ve Çelik Fabrikası ve yan kuruluşlarının kurulması ile bireden bire sanayi merkezi oluvermiştir. Tabi bu büyüme/gelişme sonrasında; tarım bitmiş, karada ve denizde çevresel sorunlar artarak devam eder olmuş… 

***

Dördüncü gün:
Bugün 18 Mayıs, okul buluşmamız için Mersin-Erdemli’ye yolculuk var. Yolculuk saatine kadar da İskenderun meydanını dolaştık, fotoğraflar çektik ve Samandağ'da üretilen ipekli ürünleri satan "Madam Seta" isimli dükkâna gittik. Dükkân sahibi Sibel Keskin (Saniye'nin arkadaşı); çevre sorunlarına duyarlı, o coğrafyanın kültürü hakkında bilgili, ipekböcekçiliğini geliştirmek isteyen, ipek üretimi, dokuması ve pazarlaması hakkında projeleri olan çok istekli genç bir işkadını. Çay içerken sohbet edip, ahbap olduk... 

İşte böyle, Apaydın ailesi bize misafirlikten öte güzel bir turizim turu düzenledi. Bizim dostlarımıza yorgunluk yaşatan misafirliğimiz de bitti nihayet, onlara teşekkür ederek vedalaştık. Ve Erdemli'de “Yavuzselimlili” arkadaşlarımızla buluşup başka güzel günler geçirmek umuduyla yola çıktık...



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

2 Haziran 2017 Cuma

Yavuzselimliler Buluşmasına Giderken

Yıl 2017, gelenekselleşmiş okul buluşmamız için yine düştük yollara. Bu kez otobüste değiliz, yaylaları, ovaları, dağları, tünelleri, pınarları geçip,  yol üstü lokantalarda mola da vermiyoruz. Ama bu kez hem yayları, hem ovaları, hem denizleri, hem de doğası tahrip olmuş, ruhsuz, çirkin beton yığını sivri kulelerle donanmış şehirleri, kartopu olmuş bulutların aralığında kuşbakışı görerek, güneş ışınlarının bulutlarla buluşunca oluşturduğu  kristal şöleni izleyerek, uçarak ve 65 dakika içinde ineceğiz Çukurova’ya… 

Hemen anımsadım 1968'i. Bingöl ve Erzurum'da büyümüş, 18 yaşında öğretmen olmuş ve de henüz deniz görmemiştim. İlk görev yerime gitmek için çok uzun, zor, yorucu yollardan; yaylaları, dağları, ovaları, serin suları aşa aşa, asfaltların eridiği bir ağustos sıcağında susamış, bitkin, şaşkın olarak inmiştim Çukurova’ya… 

Şu an çocukça bir içtepi içinde yüreğim, rakım da, ritim de çok yüksek…

Nasıl olmasın ki?!... Varacağım yer Çukurova. Bu Çukurova ki; nice inanca, dine, dile ve kültüre beşik-barınak-mezar olmuş, kutsal ve bitek bir toprak. Bu topraklar ki; Mehmet Kemal, Yaşar Kemal, Yılmaz Güney gibi nice insanlık zenginlerinin, öyküleri, romanları ve filmlerinde; ırgatların, marabaların, yarıcıların, ağaların, Memetlerin, Hatçelerin öfkesi, sesi, çığlığı olmuş, "karıncanın su içtiği" yerler... Yani hem açları, hem tokları, hem mazlumu, hem zalimi, hem de zulüm görmüş insanların çokça olduğu bir coğrafyadır burası.

Şu an çocukça bir içtepi içinde yüreğim...

Nasıl olmasın ki?!... İlk kez Hatay- İskenderun'a  gidip misafir olacağız Saniye Apaydın ve Hüseyin Apaydın dostlarımıza. Öykülerde, romanlarda okuduğumuz şimdilerde de savaşların ve "Musa Dağ'da 40 gün"  benzeri çokça acıların yaşandığı bu insanlık müzesi şehirleri göreceğiz.
 
Şu an çocukça bir içtepi içinde yüreğim... 

Nasıl olmasın ki?!.. 1962 den beri Yavuz Selim İlköğretmen Okulu’nda; birlikte ağlayıp, birlikte güldüğüm, sevinci, üzüntüyü üleştiğim, öğretmenlerim, arkadaşlarım, kardeşlerim ve öğrencilerimle  üç gün boyunca Mersin-Erdemli'de birlikte olacağız. Bu “bir öğretmen, bir öğrenci, bir veli…”nin hikâyesi...  İşte şimdi ben bu güzel çekim gücünün yüksek basıncı altındayım. 

Eğer bir kişiye üzerinde, “Bir öğretmen, bir öğrenci, bir veli…”  yazılı ve üç nokta ile sonlanmış (ya da sonlanmamış) bir kartı gösterir ve ondan bu cümleyi tamamlamasını isterseniz (ki tanıma tekniği olarak buna "projektif yansıtma" derler) :

Soruyu sorduğunuz hemen herkesin bu üç noktalı bölümü, toplumsal/yaşamsal bir konu/olayla sonlandırdığını... “Bir öğretmen, bir öğrenci, bir veli…” öyküsünü kurgularken de, o birlerden birisi ile kendisini özdeştirerek konunun öznesi yaptığını, kendi iç dünyasından yansımalarla dillendirdiğine tanık olursunuz.

Ve işte o zaman, bu üç noktalı cümlede sıralanan birlerin, sanıldığı gibi  sadece üç kişi olmadığı, o birlerin birleşerek bütün toplumu oluşturduğunu anlarsınız.

Yıllardır olduğu gibi bu yıl da “hem öğretmen, hem öğrenci, hem veli…” olarak katılacağız mezun olduğumuz okulun buluşmasına; özleyerek, isteyerek, coşkuyla... Aslında bu grubumuzun benzeşmeyen, örtüşmeyen pek çok inanç-görüş-anlayış-yaşayış farklılıkları, değişik kimlikli olanları da var. Tek kimlikli olmak, onunla yetinmek garipliktir, yoksulluktur, yalnızlıktır. Pek çok kimliğe sahip olmak ise, insan olmak ve en büyük zenginliktir. Bizi bir arada tutan ortak paydamız; Her insana sevgi-saygıyı esas alan 'Yavuzselimli' olmaklılığımız. İçinde bazı yokluk ve yoksunluklar olsa da yaşanmışlıklarımız...   Bu da, güzel günler geçirmek için yeter bizlere.  Örnek olsun herkese!..

Şu an çocukça bir içtepi içinde yüreğim...

Nasıl olmasın ki?!... 12 yaşında Bingöl’ün bir köyünden çıkıp Erzurum- Ilıca'da 6 yıl parasız yatılı okuyup 18 yaşında, Gülnar’ın (Torosların tepesindeki Bardat yaylasında) Köseçobanlı Köyü'ne öğretmen olarak giden beni hatırladım. O ben ki;  buranın Ağustos sıcağı ve deniz ile ilk kez tanışmış, Mersin-Silifke-Gülnar yolculuğunda o muhteşem  narenciye bahçelerini, her mevsim başka renklere bürünen, denizle uyumlu bakir doğayı görmüş... Denizden esen rüzgârın her mevsim taşıdığı değişik kokuları ve çağrıştırdığı aromaları hissetmiş, yaşamış...    

Acaba şimdi rant sağlamak için neler, neler olmuş?! 

Belki gitmeyeceğiz ama eğer olur da, Erdemli ve Kızkalesi'ni geçip varacak olursak Silifke'ye... Rüzgârı, güneşi, yeşili, suyu en bol olan bu bölgede nükleer enerjiye yönelmek!... Akkuyu Nükleer Santrali inşaatı ve sonrasında, yaşanacak olası doğa katliamları, insanların çekeceği acıları düşünmek oldukça üzüyor, yoruyor insanı...

Şu an çocukça bir içtepi içinde yüreğim...

Nasıl olmasın ki?!.. Dönüş öncesi iki günü Adana'ya ayırdık... Orada da, hasta olan çok sevdiğim akrabam, arkadaşım bilge dostum Mahmut'u, Tuncay'yı Gaye'yi ve sevgili torunları Deniz'i ve Ada'yı göreceğiz...

İşte ben şu an tüm bu yaşanmışlıklar ve beklentilerin kıskacındayım.


NOT:Çukurova gezisi ve okul buluşmamız hakkındaki anılarım devam edecek.  


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız