27 Nisan 2020 Pazartesi

KUMRULAR (5-6)


Zeynep Bebek ve Yavrular 
Dostlar; mesaj ve telefonla bize Zeynep Bebe’yi soruyorsunuz, teşekkür ederiz,  anlatayım:

Zeynep Bebek’in ilk arkadaşı kızımızdı, o şimdi iki çocuklu bir anne, sonra iki torunumuz ve çokça çocuğun arkadaş oldu, onlarla iyi zamanlar geçirdiler. Tüm arkadaşları büyüdü, başka oyuncak ve eğlenceleri oldu, fakat Zeynep hiç büyümedi, o hep bizim kıymetli bir bebeğimiz olarak kaldı.

Zeynep, şimdi de iki yavru ve ana-baba kumrular ile de tanıştı, anlaştı çok iyi bir arkadaş oldu onlara. Göreve başladığı o “kara” günden beri, bir daha "karakarga" saldırısı olmadı. Çünkü Zeynep o günden beri hiç gözünü kırpmadan, uyumadan, pür dikkat nöbette... Biz ona, "uyu dinlen!.." diyoruz. O da; “Ya bir daha saldırırlarsa?” diyerek bizi dinlemiyor!...

Ha, siz hiç sormadınız ama benim size söylemek istediklerim var: Bu yavrular, o bildiğimiz, tavuk, kaz, ördek, serçe, keklik… yavrularına hiç benzemiyor. Bilirsiniz, her yavru annesini görünce gülücükler içinde şakır, zıplar sevinir..., anne gidince de ağlar, dövünür, üzülür. Fakat kumru yavruları hiç de öyle değil. Bunlar; ne muzip, ne yaramaz, ne şımarık ne de geveze... 

Hani “Ağzı var dili yok” derler ya, işte bunlar tam da öyle… Sadece anneleri onları beslerken biraz aceleci ve "bana ver, bana ver" derler o kadar. O kadar kusuru da siz hoşgörün gayrı… 

Anlayacağınız, tam da çok bilmiş politikacı ve yöneticilerin istedikleri özellikleri var bunların. 

***

Hani 'günlük' tutmaya başlamıştık ya, isterseniz ona devam edelim:


22 Nisan günü: önceki günler benzeri sıradan bir gün...

23 Nisan günü: Güneşli bir gündü, bugün “Çocukların Bayramı” ve yavrular 15 günlük… Bugün beni duygulandıran, tam 65 yıl öncesi çocukluk günlerime götüren bir gün... Acaba kumrular da bu bayramı kutlayacak merakı ile bakıyorum onlara. 

Coronavirüs, yeni adıyla COVID-19  tutuklusu olduğum için zamanım bol... Bir dakika arayla kumru ailesiyle göz göze gelebiliyorum. Elime adımlarımı ölçmek ve anlık görüntüleri çekmek için telefonumu almış turluyorum odaları. Her sabah ve akşamüstü evin içinde (bir dönüş 90 adım, 60 saniye sürüyor) 40'ar dakikalık yürüyüş yaparım.

Bugün anne kumru her günkü saatinde geldi, etrafı ürkek, kuşkucu bakışlarla süzdükten sonra; hafif zıplayışla "hoop" diye konuverdi yuvanın köşesine. Yavrularla bakışarak selamlaştı, onları sıralayıp bir ona, bir ona lokmalarla doyurmaya başladı. Sonra da gagasıyla iki yavrunun tüy ve teleklerini özenle taradı, temizledi. Bir süre karşılıklı olarak "gıdı gıdı" yaparcasına -ama sessizce- oynaştılar.

Ben bugün yavruları daha büyümüş, başları daha dik, daha da güvenle bakar gördüm. Bu duruşları beni; "sanki bayram olduğunu biliyorlar" diye düşündürdü.

24 Nisan günü: anlaşılan dünkü “çocuk bayramı” onlara yaramış, bugün çok hareketliler, yuvadan çıkmasalar da, kanat çırpıp şakalaşıyor ve sürekli ayaktalar. Sanırım hazırlık yapıyorlar özgürce uçacakları yarınlara…

25 Nisan günü: geçmiş günlerde bir kez yaşadığımız gibi, bugün de bizim için üzüntü ve endişe verici oldu. Anne ve baba kumrular yuvaya ne gece ne de gündüz hiç gelmediler. Yavrular ise hareketli ve ayakta. Birisi yuvadan çıkmış balkonda dolaşıyor bile…
 
26 Nisan günü: Dilek Hanım sabah saat 6 civarı yavruları kontrole gitmiş olacak ki, heyecan içinde koşarak geldi: “İkisi de yuvadan çıkmış, birisi Zeynep’in ayağına konmuş, görüntülerini aldım!...” dedi.  Ben de hemen koştum ve görüntüledim o anı. Sonra yem yemeye başladılar ve tam o sırada uzun zamandır ortalıkta görünmeyen anne çıkageldi. Videoyu izlerseniz, yavruların annelerini adeta; “bizi uçur!” dercesine kanat çırpıp coşku ile karşıladıklarını, çok sevindiklerini göreceksiniz. Ama o yüz vermedi onlara, önemsemedi bu gösteriyi ve çekip gitti. Yavrular direnmedi, geri dönüp yem yemeye devam ettiler.


27 Nisan günü:  Yavrular 19 günlük oldu. Anne kumru, 3 günden beri yuvaya çok az uğruyor, kontrol edip biraz oynaştıktan sonra çekip gidiyor. Yavrular oldukça disiplinsiz(!), sık sık kafalarını sağa sola çevirerek, döke saça yem yiyor, balkonunun her tarafını gübreleriyle kirletiyor ve artık kısa uçuşlar için balkonu pist olarak kullanıyorlar.

Biz de Dilek Hanımla ortak bir görüşe vardık ve: “Demek ki anne yavrularına bağımsız yaşama stajı yaptırıyor, bugün, yarın uçacaklar…” dedik…





KUMRULAR (6)
Aşağıdaki üç fotoğraf 28 Nisan günü çekildi. Yavrular artık büyüdü!..


28 Nisan günü: Balkonda bol bol yemlenip, kısa uçuşlara devam ediyorlar. Bugün tatlı-çocukça yaramazlıkları da başladı, kendi yuvaları dışında diğer saksılara da tüner oldular. Dilek Hanım hemen duruma el koydu o saksıları salona taşıdı. Yavrular oralarda oyalanırken bir ara Zeynep Bebek'in arkasına gelmişlerdi. Tam o sırada gelen ana-babaları gelmiş ve onları yavruları göremeyince telaşlanmış, kuşkulu gözlerle uzun süre aramışlardı. Baksanıza artık 'saklambaç' bile oynuyorlar... Hızlı hızlı büyüyor eski kabarık kıvırcık tüylerinden ve çirkince(!) görünüşlerinden de arınıp genç birer kumru olmaya başlıyorlar... 

29 Nisan günü: bugün sabah saat 07 de onları daha da büyümüş, daha özgüven kazanmış gördük. Günlük uçuşları ve bol bol yem yemeleri devam ediyordu. Biz de kahvaltı hazırlığı yaparken kendi aramızda; “bizim tutukluluğumuz devam ederken, onlar bugün-yarın; güçlülerin, güçsüzleri yok ettiği acımasız doğa yasalarına karşı, yaşam savaşı başlatacak, bunun için de: ha uçtu, ha uçacaklar…” benzeri konuşuyorduk.
İşte o anda birden bire yavruları görmek isteği duydum, hemen kalkıp yanlarına gittim. 
Yavrulardan birisi yoktu, dalda yerlere baktım, orada da yok, yooktu!...
Evet, bir yavru yuvadan uçmuştu…
Yuvada tek başına kalan yavru (sanırım yumurtadan çıkması birkaç saat geç çıkan), uzun süre yuvasında masum masum oturmaya devam etti. Gün boyu sık sık kontrol ettik o neşesiz yavruyu… Saat 18,30 olduğunda yine kontrole gittiğimizde ise: o da yoktu!... Uçmuştu!...
Böylece; 21 Martta başlayan yumurtlama, iki yumurta ile kuluçkaya yatma, yumurtadan iki yavrunun çıkıp dünyaya merhaba demesi, onların bağımlı olarak beslenmesi, sonra da hızlı büyüme- bağımsız beslenmeleri, uçuş talimleri yaparak özgüven kazanmaları ve yuvadan uçmaları süreci 29 Nisan günü son bulmuştu… 

Tam da 21 günlük oldukları gün özgürlüğe uçtular...

***
Çocuk kitapları içinde en beğendiğim eserlerden birisi de, Danimarkalı şair ve yazar Hans Christian Andersen’ın 1843 yılında yazdığı ve tüm dünya çocuklarınca asırlardır tutkuyla dinlediği bir klasiği olan "Çirkin Ördek Yavrusu" eseridir.
Sanırım bu edebi masalı, hemen hemen tüm anne babalar okumuş ve çocuklarına da okumuştur. Çocukların zevkle okuyup, dinlediği ve kolayca anladığı bu dev eser “ön yargıların”; sağduyuyu nasıl yok ettiğini, nasıl duyarsız bir körlük yarattığını ve sonra da nasıl pişmanlıklar yaşattığını çok güzel anlatılır.
Ne yazık ki, bu eserle anlatılmak istenen; önyargılardan uzak olarak hoşgörülü olmak ve başkasını farklılıkları ile olduğu gibi kabullenmek gibi insanlık erdemleri henüz dünyada ortak bir anlayış haline gelmedi…

Bu barışçı insani anlayışı geliştirmek için el ele…

YAŞASIN BİR MAYIS!..

Dünya Emekçiler Bayramımız Kutlu Olsun!..
Emin Toprak 30/04/2020


Diğer yazılarım: tıklayınız


24 Nisan 2020 Cuma

“DEŞTA ZENAN” (2)


Dünyanın ucunda bir gül açılmış / Efil efil esen yele merhaba 
Karanlığın sonu bir ulu şafak /  Sarp kayadan geçen yola MERHABA..!
/ Yaşar Kemal

Merhaba; köylük yerde yaşayanlar bilirler, oralarda; her dağ, tepe, taş, kaya, çukur, ova, çeşme, göl... ne varsa insan yaşamına dokunur, bu dokunuşun hem bazı bilinmezlikleri, hem de bilinen öyküleri vardır.  

Yaşayanlar; bu çevrede bazen düşmüş-yaralanmış-üzülmüş, bazen  ürkmüş-korkmuş, bazen de sevinmiş-mutlu olmuştur. Ben tüm bunları görmezden gelip sizlere sadece görünenin mekanik bir fotoğrafını çekercesine anlatırsam, kolektif oluşmuş o kültürel birikime haksızlık etmiş olurum. Bu nedenle bazı ayrıntılar görürseniz lütfen hoşgörünüz, olmaz mı?  

Önceki hafta kısaca anlattığım yayladaki hayat zorluklar içinde süredursun, devamı anlatımlar da sonraki haftalara kalsın… 

Şimdi olayları kronolojik sıraya göre dümdüz değil de bazı zikzaklar çizip, ileri-geri dönüşler yaparak anlatmak istiyorum. Bu yöntemin daha iyi olacağını düşünüyorum. Bu nedenle sizi Mayıs ayının son haftası ve sonrası günlere götürmek istiyorum. 


12-18 yaş arası yeniyetme ve gençler

12-18 yaş arası yeniyetme ve gençler, eğer uzaklarda okuyorlarsa ve okulları tatil olmuşsa, köye sıla özlemi çekmiş ve okul yorgunu olarak dönerlerdi. En dinamik güç olan bu gençler, asıl yorgunluklarını da köydeki; ot biçme, peşi sıra ekin biçme bunları istifleme, samanlığa-harmanlara taşıma ve sonrası işlerde yaşarlardı.    

Onlar hem bu işleri yaparlar, hem de yaylada olanlara köyden, köyde olanlara da yayladan günlük ihtiyaçları götürür-getirirlerdi (şimdilerde bu iş yapan "kurye" benzeri, fakat taşıtsız, yürüyerek...). Ve bu "çocuk emekçiler"; her sabah çok erken kalkar köye gider, oradaki işlerle boğuşur, yeniden yaylaya dönerlerdi. Ve bu döngü Eylül gelip okullar açılına kadar yinelenerek, sürüp giderdi. 

İşte böyle yorgun bir günün sonunda onların yaşadıkları: 

Gün batmaya başladığında artık bahçe, çayır veya tarlada çalışanın işi bırakma zamanın gelmiş demektir. Daha günün yorgunluğunu atacak bir dinlenme fırsatı bulmamışken, bu kez onu başka bir yorgunluk bekler...

Çünkü yaylaya dönme zamanı gelmiştir.


***

Yaylaya götüren yol; köyün yukarı mahallesinde olan, dede-çocuk-torun akraba evlerimizin hemen sonrasında geçilen "dere (!)" (Ki bu dere sadece yağmur yağdığı zaman su görür diğer zamanlarda kupkurudur.) ile başlardı. 

Bu yolun sağında ve solunda meşe korulukları vardı, bunlar aynı zamanda etraftaki tarlaların sınırını oluştururdu. Yolumuz işte bu sınırlar arasından bazı uzun-kısa "Z" çizişler yaparak, rampa ve yokuşlar çıkarak devam eder.

15 dakika sonra "Kortik" denen yeri geçince, sağdaki tepeye konumlanmış "Goma Ome"yi karşınızda görürsünüz. Burayı geçer geçmez ise 200-300 metrelik düz ve dinlendiren bir yolla "Çalika Qeri"ye varırsınız. (Kürtçede "çalik/kortik": dağ ve tepelerin arasındaki çukur). Burası, "Beroje Mezin" (Büyük Dağ)'ın hemen altındadır ve burada bulunan dut ağacının gölgesi sanki bir sığınaktır, insanı güneşten korur, yorgunluğunu giderir, dinlendirir. Yayla yolunun en zor bölümü ise buradan başlar...

25-30 dakika yürümek zorunda olduğunuz bu altmış-yetmiş derece eğimindeki yol; sarp, zikzaklı, sanki cilalanmış kaygan taşlı, kırmızı-kahve karışımı renkte bir patikadır. 

Yolcuların büyük çoğunluğu, günün yorgunluğuna eklenen bu dik yokuşun yaşattığı zorluk sebebiyle halsiz kalırlar. Varsa çorap ve tüm giysileri; alın, yanak, ense, sırt ve bele doğru şıpır şıpır akan ter derecikleri nedeniyle ıpıslak olurdu. (Ha.. unutmadan söyleyeyim, o yıllarda henüz yeni yeni başlamıştı Alamancılık, onların hediye ettiği o cafcaflı naylon gömlek ve giysilerin de bu terlemeye epeyce  katkısı olmuştur.) 

Kuşkusuz ki, yayla yolcusu olan herkes yaşamaz bu trajik durumları. Bazı yaşlı, hasta, varlıklı gibi öncelik ve özellikleri olanlar, bu yolu, at, eşek ve katırlar sırtında geçirirlerdi. 

Ancak, bu zor ve zorunlu yolun asıl yorgunları; serinde ve dilinde gençlik olanlardı!… 

Ve bu büyük çoğunluk, böylesine halsiz, ıpıslak olarak varırdı “Mezela Sipi” (Beyaz Mezar) dediğimiz zirveye. Bu zirve her mevsim kış serinliği yaşatır insana… Zirveye varınca rüzgâr; ter damlatan çamaşırları buzdan bir örtüye dönüştürür, insanı iliklerine kadar üşütürdü...


                                      (Hasan Yalçın’ın objektifinden)

Ama eğer burada azıcık durur ve geldiğiniz yöne doğru (batıya) döner bakarsanız, hem terinizi hem de üşüdüğünüzü unutursunuz. Çünkü; Bingöl'e bağlı bazı köyleri ve Elazığ-Karakoçan'ın eski Çan nahiyesinin etrafındak köyleri kucaklamış olan, zirvesinde yazın bile sisi, bulutu, karları hiç bitmeyen o heybetli "Çiyaye Korboğe" (Körboğa Dağı) tam karşınızdadır... 

Gözlerinizi dağın zirvesinden eteklerine doğru kaydırdığınızda ise; “Peri Çayı Vadisi” size adeta “bana bak!..” der. Siz bakınca da; masmavi suyu, dereleri, meşe ormanlı tepeleri, yeşermiş, solmuş tarlaları, bol bitkisel ve hayvansal çeşitliliği olan doğal bir kartpostal görürsünüz (Çocukluğumuzda Peri Çayı çılgın bir akardı, fakat o,  şimdi bir baraj gölü…) 

Bilirsiniz yaşamın diyalektiği insana hep iyi ve unutmak istediklerini birarada düşündür. İnsanı bazen iyi anları ve anıları ile sevinir-dinlenir, bazen de anmak istemedikleri baskın çıkar, işte o zaman üzülür-yorgun düşer... 

Ama bu zirvede sizin iyi duygularınız baskın çıkar, güzel bir an yaşarsınız. 

Şimdi eğer bu muhteşem Peri görüntüsüne arkamızı döner ve gelecek olan tatlı bir inişi 30-40 adım yürürsek, yolun  ikiye ayrıldığını ve tam karşımızda da “Deşta Zenan” olduğunu göreceğiz (Orayı çok özledim!..).

Bugünlük bu kadarla yetinelim, devamını gelecek haftalara bırakalım.



Diğer yazılarım: tıklayınız





17 Nisan 2020 Cuma

YAYLAMIZ “DEŞTA ZENAN” (1)

Beşikler vermişim Nuh'a / Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır, / Anadoluyum ben,
Tanıyor musun ?
Ahmed ARİF
Bir önceki yazımda: “Mart bitmeye, Nisan gelmeye başlayınca ahırlardan, yeni yeni canlılar katılırdı aramıza: tay, sıpa, oğlaklar, kuzular, buzağılar ve civcivler... Bunlar, evimize, sokağımıza; renk, ses, neşe, dert katarak hem şenlik, hem de hüzün kaynağı olurdu.” demiştim.

Bu, ‘hem şenlik hem de hüzün kaynağı’ bir gerçekliğimizdi. Bu gerçekliği daha yaşanır kılmak için köy halkınca neler yapıldığını, anımsamalarla anlatmak...  Bu şekilde devam etmek isterim yoluma.

Köyümüz "Zenan" (resmi adı: Zeynelli)'de bazı aileler Mart ayındaki "kocakarı soğukları" sonlanır sonlanmaz yaylaya giderken, okulda çocukları olan büyük çoğunluk da Nisan'ın son haftasını beklerdi. 

Bildiğiniz gibi, 'Beritan Aşireti' 'göçerlik' diye adlandırılan bir yaylacılık yapar. Onlar, mor koyunları alıp köylerinden, illerinde çok uzak diyarlara gider, oralarda aylarca kalırlar ve kış yaklaşınca da kışlıklarına dönerler. Bizim köyde her ailenin "kendine yeter" sayıda hayvanı olduğu için yaylacılığımız; 3-4 ay süreli ve köy sınırları içinde günübirlik ulaşılabilecek uzaklıkta, yani kısa süreli, kısa mesafeli bir tür 'yarı-göçerlik' idi.   

Yaylaya gidişte başlıca amaç; kıraç tarlalardaki ekinin, çayırlardaki otun, bahçelerdeki meyve ağaçları ve sebzelerin zarar görmeden korunması... Ve uzun kış süresince içeride tutuklu kalan hayvan ve yavruları daha özgür bir ortamda, daha bol ve çeşitli beslemekti…



Bir de örtük amacı vardı bu göçümüzün, o da: Yoksulluk ve hastalığın olmadığı bir:“Kışa hazırlığı”... Böylece köy halkı, daha donanımlı ve daha da güvenli olarak "kış" aylarına girmiş olurdu.

Yaylamız “Deşta Zenan”; dağlar, tepeler arasında kalmış coğrafyadaki isimlendirme ile bir plato. Burası, komşu köylerimiz olan; Haftariç, Xozavit, Qeman, Xajik’in sınırladığı geniş bir alan…

NOT: Bu köy isimleri için olası karşı çıkışlar olabilir, bu nedenle bir parantez açmak istiyorum:  (Anadolu'nun antik mirası ile hepimiz gurur duyarız. Çünkü pek çok uygarlığa beşik olmuş bu toprakları eşeledikçe, nice uygarlıklar karşılar bizi. Ve anlıyoruz ki; Anadolu'da hiçbir zaman tek dil, tek ırk, tek din..., olmamış, tarihin her döneminde bu topraklarda; çok dil, çok ırk, çok din..., yaşaya gelmiştir. İşte bizler de böylesine harmanlanmış bir kültürün mirasçısıyız. Mirasa saygı esastır... Yukarıda sayılan isimler komşu köylerimize ait ve hepsi "resmen" değiştirilmiştir. Bu ırkçı uygulama 1913'ten günümüze devam edegelmiş ve 12.211 köy, kasaba ile 4.000 dağ, nehir gibi alanlarla birlikte 28.000 civarı isim, resmî kayıtlarda Türkçe isimlerle yer değiştirmiştir. Böylece bu "toprakların hafızası" silinmek istenmiştir.  Değişen isimler de genellikle; Arapça, Bulgarca, Ermenice, Gürcüce, Kürtçe, Lazca, Süryanice, Yunanca ve Zazaca dil kökenlidir. Ancak gerçekler zor değiştiği için, bölge insanları eski isimleri hiç unutmamış  ve halen kullanılmaktadırlar. Demek ki, yasalar her şeye kadir değildir: Örneğin; 1980’li yıllarda Bulgaristan’dan yurdumuza yoğun bir göç yaşanmıştı, o insanların en önemli kaçış gerekçesi “kimlik” haklarına yapılan müdahaledir. Kimlikler; anne-baba-ceddin belirlediği kişiye has insan hakları ve o bölgenin kültürel, psikolojik, sosyolojik öznelliklerdir. Bunun içinde de asıl kimlikler halkın belleğinde hep yaşar ve emirle değişemez, değişmemeli…)

Kaldığımız yeden devam edelim: Evet, bu sınırlarla çevrili olan yaylamız “Deşta Zenan”;  soğuk havası, serin suları, geniş ovası, bitek merası, meşe ağaçları ile süslenmiş dağ-tepelerinde, börtü-böcek, çiçek-bitki ve bolca keklik, yılan, kurt, tilki, ayı...’nın barınak kurup yaşadığı, bir korku-çile-özgürlük alanıydı. 

Bu alan aslında; uzun bir kış geçiren insanları ve hayvanların yaşadıkları sıkışıklığa son verir ve onları daha özgür kılardı.

Bunun içindir ki, “Yayla” tüm köy halkı için çok çok önemli…

Bunun içindir ki, bizim belleklerimize kazınmış çokça yayla anısı vardır.
***

Hani, bizler 7-8 yaşlarında bile ailenin birer üreticisiydik ya!..

İşte bu yüzden:

23 Nisan Bayramını coşku ile kutladıktan sonra, biz artık okula gitmez, yaylaya giderdik. (Zaten Mayıs ayı başında da köy okulları resmen tatil olurdu.)

Tam da o günlerde yaylaya gitmek için hummalı bir hazırlık başlardı.

Önce, “gom/xırcit” (yayla evi) ve hayvan barınaklarının kışın gördüğü hasarlar giderilir, gerekli onarımlar yapılır... Çuvallarla un ile bakliyat, yaylaya has (daha eski) araç, kap-kacak, yatak-yorgan, giysiler hazırlanır... Sonra da bunlar, merkep ve katırların sırtında yayla evlerine taşınır ve yerleştirilirdi.

Yayla zamanı, köyümüzün nüfusu üçe bölünürdü:

1. Köyde sürekli kalanlar (yaşlı ve hasta olanlar).

2. Yaylaya çıkıp sürekli orada kalanlar; anneler, bebekler, genç kızlar ve bir de hayvan yavrularına “şıvan” (çoban) olacak 7-12 yaş kardeşlerimiz.

3. Köy ve yayladaki güncel işlerin yoğunluğuna göre, yayladan köye gidip gelmeler değişkenlik gösterirdi. Bu grubun çoğunluğunu; henüz çocuk, fakat çocuk gibi yaşamayan, çocuk hakları olamayan 12+ yaşata birer emekçi olanlar oluştururdu. Ayrıca; ailede 12 yaş ve yukarısı erkek çocuğu olamayanların da o yaşlardaki kız çocukları ile eşleri askerde, gurbette ve dul kadınlar olurdu. Çok dinamik olan bu grup; köyde kalanlara yayladan, köyden de yaylaya ihtiyaç duyulan araç gereç ve yiyecek-içecekleri taşırlardı. Ve köyde tarla, bahçe işlerini yaparken, yaylada da sırası geldiğinde “şıvan” (çoban) olurlardı.  

Yayla ve oradaki yaşam anlatması çok uzun bir konu, bunun için diyorum ki; iyisi mi bu haftalık buraya bir nokta koyalım ve devamını gelecek haftalara bırakalım. 


Diğer yazılarım: tıklayınız


13 Nisan 2020 Pazartesi

‘İKİ KUMRU-İKİ YAVRU ile İKİMİZ ’in CORONAVİRÜS GÜNLERİ

21 Coronavirüs saldırısı nedeniyle 21 Mart saat 24.00’den beri ikametimden çıkmam yasaklandığı için içerideyim. Hayatımızda nice güçlüklerle karşılaştık, bazen yendik bazen yenildik. Bu yaşamada beraberlik de, gri alan da olmaz; ya öyle ya, da böyle... Henüz o yasaklı yaşa gelmeyen ve can yoldaşlığımız 43 yıla dayanan Dilek Hanım da beni yalnız bırakmadı ve gönüllü olarak kısıtladı kendisini.

İki kumru da; tam da tutuklu olduğumuz ilk günden başlayarak balkonumuzu kira ödemeksizin mesken tutarak bize yoldaş oldu.

Dilek Hanım kuşları çok sever, serçe, saka, kumrular için yurt dışına çıktığı bir seferde bu işe özel yapılmış iki “yemlik” almıştı. Bunları; iki ayrı pencerenin dışına kalıcı olarak astı ve özellikle kış aylarında düzenli aralıklarla yemle doldurur, tabii ki yanlarına da bir su kabı koyar... (Bazen kargalar da misafir olmak isterler, bu da küçük kuşlara zarar verirler diye bize korkulu anlar yaşatır.).

Kim bilir, belki de bu kumrular; yavru ya da ergenken bu suluk ve yemliklerden yemlenmiş.... Belki de bu güvenle, konuk olmuşlardır balkonumuza.

Önce yuva hazırladılar, iki yumurta yaptılar, kuluçkaya yatıp 15 gün sonra altıntopu iki yavru ile nüfusumuzu arttırdılar.

Şimdilik bize yavrularını hiç göstermek istemiyorlar, belki de sonraki günlerde bize o yavruları sevme fırsatını verirler. Fakat biz de boş durmadık, onların yuvadan çıkışlarını fırsat bilip, o altıntopu yavruları bir-iki kez görmeyi başardık.

Bir gün anne yavrularını beslerken, sessizce yakınlarına vardım.  O, hemen yuvasına kapanıp, kanatlarıyla yavrularını sıkıca örttü ve görselde gördüğünüz o korkulu gözlerle bana baktı.

Onun bu gözlerini pörtleten korkusu; kuşkusuz ki kendisi için değildi. Eğer isteseydi hemen uçup kaçabilirdi. Ama kaçmadı!... Bu bakış beni korkuttu, hemen kaçtım oradan.

Birlikteliğimiz devam edecek... Gelişmeleri merakla bekliyoruz.

***

Dilek Hanımla birlikteliğimiz 43. yıla doğru yol alıyor demiştim. Bir an düşündüm; "bunca yıldır biz hiç bu kadar (kesintisiz olarak) birlikte olmadık ve belki de hiç bu kadar uyumlu da..."(Dedim kendi kendime)

Nasıl mı geçiyor günlerimiz?
Önce hayat akışındaki sessizlik ve dinginliğe alışmaya çalıştık ve biz de dinginleştik...

On yedinci günü Dilek Hanım; böyle devam etmez, etmemeli diye kara vermiş olacak ki, her sabah kahvaltısı ve her akşam yemeği sonrasında “ev içi 30 dakikalık yürüyüş” turları başlattı, tabii ki hemen peşi sıra ben de…

Evin mutfak ve bir odası dışında kalan; salon, koridor ve iki oda arasında 90 adım tutan bir yürüyüş yolu tespit ettik. Bu güzergâhımızda; trafik ışıkları yok ama kavşaklar, u dönüşler, sert virajlar, asfalt yolu aratmayan düz yol bile var. Günde ortalama 5940 adım ve 4,2 km’yi buluyordu bu yürümeler.

Yürüyüşün ikinci günü Dilek Hanım'ın ayak tabanında başlayan bir ağrı, onun yürümesini engelledi, ben devam ediyorum… Neyse, gün be gün bu ağrılar azalmaya başladı umarım yakında son bulacak.

Aslında ben ev işi yapmayı seven ve başarana biriyim. Bu istekli durumumu bilen Dilek Hanım bana izin vermiyor: “boşuna su kaybı olmasın bulaşıkları makine yıkasın” diyor (ben de haklı bulup kabul ettim). Fakat yemek pişirmeme ve temizlik yapmama da izin vermiyor!... 

Dün bir pırasa yemeği yapmıştı (ki, pek sevmem), mecburen çatalımı alıp oturdum, bir-iki lokma, sonrasında inanın yediğim en güzel yemeklerin içinde yer alan bu yemeği silip süpürdüm ve onu kutladım (içimden de: “demek ki haklıymış bana yemek yaptırmamakta” deyiverdim).  

İşte böyle ortaklaşa iş konusunda bana sadece sofra kurup kaldırmada yardım etmek kaldı. Haaa, bir de erken davranıp çay demliyor, günlük 6 cevizi kırıp ayıklıyorum.

Uzun zamandır zaten yemek öğününü ikiye indirmiştik. TV haberleri eşliğinde yapılan kahvaltı sonrasında; ben böylesi yazılar yazmak için otururum bilgisayarın başına… Arada da çocuklarımız, torunlarımız, akraba ve arkadaşlarımızla telefon konuşmaları… Dilek Hanım kitap okur, yemek yapar, toz alır, çekmece düzenler (unutmadan söyleyeyim bu ara bana hiç "çekmecelerini, evrak çantalarını düzenle” demiyor! Sakın ola, duymasın!).

Akşam yemeğinden sonra da ben en az 3 saat kitap okurum, Saat 19 olunca TV haberlerini birlikte izliyoruz (sonrasında eğer ortak izlence varsa devam, yoksa Dilek Hanım mutfaktaki TV başına geçer). Artık bıktırdı dön baba coronavirüs oturumları (çok az izliyorum), varsa film izleme ve uyku...

İşte coronavirüsün evimizde yaşattığı bir gün böyle sonlanıyor.

9 Nisan 2020 Perşembe

DOĞURAN BÜYÜTEN OKUTAN ANNEM


Coronavirüs tutuklusu olduğumuz günler…

Vücudumuz olmasa da kafamız yorgun bu günlerde.

İşte böyle bir günün gecesinde uyku saatimi biraz erkene almıştım. Tabii ki, saat 03 gibi erkence uyandım. Birdenbire Can Yücel’in, babası Hasan Âli Yücel (Maarif Müfettişi ve 1938-1946'de Maarif Vekili) için yazdığı o meşhur şiiri geldi aklıma. 

Uykum kaçtı!.. 

Uzun süre dönüp dursam, sıkıca gözlerimi yumsam da nafile... Artık uykum kaçmıştı, uyuyamazdım...

Döne döne sorgulayıp durduğum ise, o şiirin başlığı olan: “Ben Hayatta En Çok Babamı Sevdim” dizesiydi. Buydu beni uykusuz bırakıp, bunca düşündüren.  

Kuşkusuz ki; “çok sevilme babanın hakkı olabilir, ancak en çok sevilme olsa olsa annenin hakkıdır…” düşüncesiyle sevip, saygı duyduğum ozan “Can Baba’ya” karşı çıkıyor...Bunun için de nitelik farklılıkları olan: sevdim/çok sevdim/en çok sevdim (daha çok sevdim) sıralamaları yapıyordum. 

Sonra da kendimce:'Ben Hayatta En Çok Babamı Sevdim' sözünün gerçeğe uymayan, abartılı bir yargı olduğuna bir karar verdim. Ve bunun için de, kendi geçmişimi eşeleyip, yaşanmışlıklarımla baş başa kaldım.

Herkes gibi ben de kendi derinlerime daha çok yatarken/yatakta iken girip çıkarım. O anlarda peşi sıra açılır pencereler perdeler bana... Hele de aylardan Nisan’sa!… 

NİÇİN NİSAN AYI?

Eğer aylardan Nisan’sa!.. Ki, şu an öyle… 

Bu ayın her gününü; kutsal sayıp, anneme adarım ve “Anneler Günü” ilan ederim kendime. Bundandır ki, bu ay boyunca; rüyada ve gündüz hülyasında annemi görünce, çokça sevinir-coşar, ya da hüzünlenip-üzülürüm.

Annem, Fadime Hanım ile “Ali Çavuş ”un çok güzel oldukları söylenen 4 kızından en büyüğüydü… 

Bizim yörede her kız çocuk yeniyetmeliğinde anne olur, küçük kardeşlerine. Erkek çocuklar da henüz 6-7 yaşında iken ailenin bir emekçisi olmaya başlarlar.  Bu nedenle de çok erken yaşta başlamıştır benim annemin, anneliği…

Zaten, annem de sık sık: “12-13 yaşlarında” evlendiğini ve “daha çocuk yaşta iken, kendi çocuğunu kucağına aldığını..” söylerdi.

Benin çocukluk yıllarımda, bizim orada kışlar daha uzun sürerdi. Baharın gelişi ve evlerimizin biraz daha ısınması bademlerin çiçek açmasıyla başlardı.

Eğer size önce evimizin fiziki yapısını anlatırsam, sanırım daha iyi anlarsınız benim meramımı:

Köyümüzün evleri, iki katlı olarak kesme taştan yapılır ve benzeşirler.  Bizim evimizin balkonu ve pencereleri Peri Suyu vadisine bakar. Aynı koridorun bağladığı iç içe odaları da görenlere tren kompartımanlarını çağrıştırırdı:


                             (Hasan Yalçın’ın objektifinden)
  • Evimizin girişinde, yaklaşık 20 metrekarelik korkuluksuz bir balkonu vardı. Bu balkonun alt katında da 6-7 keçi, 1-2 koyun, birkaç tavuk ile horoz ve sağ pencere tarafında odun istifleri üzerinde de saman-mayıs karışımından yapılmış olan 5-6 karakovan içinde bize bal yapacak olan arılar barınırdı. 
  • Girişin sağ tarafında, gündüz misafirler, geceleri erkek kardeş ile (varsa) misafirlerin yattığı bir oda… Devamında anne-baba-çocuk ve kız kardeşlerin olduğu büyük bir oda (evin kumanda merkezi) ...  İki odanın alt katı bitişik büyükçe bir ahır alanı, sol duvarın önünde boydan boya ve tavana kadar meşe odunu istifleri, 2 öküz, 2-3 inek, birkaç dana, bir eşek, bir de atımız olurdu…
  • Üçüncü odada banyo, istiflenmiş yün yataklar, tahıl ambarları vardı. Abim evlenince bu odayı onlara verdiler… Buranın altı da samanlık ve analarından uzak yavruların tutulduğu yerdi…

Görüldüğü gibi bizim, bize yeter sayıda oda, erzak ve hayvanımız vardı.

Mart bitmeye, Nisan gelmeye başlayınca ahırlardan, yeni yeni canlılar katılırdı aramıza: tay, sıpa, oğlaklar, kuzular, buzağılar ve civcivler... Bunlar, evimize, sokağımıza; renk, ses, neşe, dert katarak hem şenlik hem de hüzün kaynağı olurdu.

Annemiz; beşikteki bebeği büyük kardeşe bırakır, onların da annesi olur, onlara da koşar, dururdu. Bu iş için bizden gücü, becerisi yetenleri de görevlendirirdi. Ve eğer bu görevlendirme için bir itiraz olmuşsa; “Onlar da sizin gibi birer can! ...” diyerek karşı çıkar, hiç kabul etmezdi.

Gurbetçi babamızı çok az görürdük. Köye her gelişinde; bizim için yiyecek, giysi alıp, para bıraksa da her gidişinden bir süre sonra “bir” artardı kardeş sayımız. 

Onun için diyorum: 

Annemizdi; evimizin çarkını çeviren, bize yeten, bize hayat veren, büyüten koruyan, kollayan, okutan… O bizim her şeyimizdi, o bizim hem annemiz hem de babamızdı... Işıklar içinde uyusun.

Not: Coronavirüs insanlara pek çok ilk yaşatıyor, bu haftanın incisi de: "Eczaneler maske satmasın!.." Peki, çalmışlar mı, fahiş fiyatla mı satıyorlar ki bu yasak kondu? Neden?!.. 'Maske' takmaya devam ediyorlar...



Diğer yazılarım: tıklayınız



3 Nisan 2020 Cuma

MUTLULUK

Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe
                                 
/Ahmet Arif
                                                                                                   

Açlıktokluk, sağlıkhastalık, sevinçüzüntü, uykuuykusuzluk, sevginefret,  dostdüşman,  başarıbaşarısızlık, savaşbarış … diye devam eden bu zıtlık ve birliktelikler yaşamölüm zaman diliminde sürer gider...

Antik çağdan beri filozof ve bilimciler; (Yaşam=mutluluk+mutsuzluk), (Yaşam-mutluluk=mutsuzluk), (Yaşam-mutsuzluk=mutluluk) diye matematik diliyle tanımlamış ve tartışmışlar yaşamı. 

Bu her üç eşitlik dizgesinde de “yaşam” öznedir. Her yaşam, formülde yer alan iki zıt ögenin durumuna göre; renk/içerik/nitelik değiştirir. Yaşamın bu formülü belki size çok basit görünebilir, fakat derinlere indikçe; pek çok açılıp kapanan parantezle karşılaşır, çokça bilinmezle tanışırsınız, bu durum da sizi yorar ve düşündürür.

Sonunda da, belki “çözümsüzdür” diyerek, yılar ve kendi bu gerçeğinizi yadsıyıp kaçmak istersiniz. En iyisi mi biz; bu girift bilinmezlikler için kalıcı çözümleri, insan, toplum ve matematik bilimcilere bırakalım…

Ama boş da durmayalım, nasılsa coronavirüsün bize sağladığı bolca zaman var. O halde yaşam pratiklerimizi; düşünüp, konuşup, paylaşıp, tartışalım.

Ve eğer anlaştıksa, penceremizi azıcık aralayıp, birazcık eşeleyelim. Bu bakış ve eşeleme sonunda, insanların 4 farklı yönelim gösterdiğini ve numaraları her okunuşta da (sanki)"o, benim"-"buradayım" seslerini duyarsınız: 

1.    “Yaşam = mutluluk + mutsuzluk ”dur olgusuna inanlar: Bunlar, yaşamdaki mutluluk ve mutsuzluğun neden-sonuç ilişkisiyle birbirini tamamlayıp hep var olacağını... El birliği ile yapılacak mücadelenin de, mutsuzluğu azaltıp, mutluluk çoğaltacağını… Yaşamı var eden doğal ve sosyal çevreleri korumak ve haklara saygı duymak gerektiğini…   Barış içinde yaşamak için sorunlarla ve sorun yaratanlarla savaşmak gerektiğini bilir ve bu amaçlarla uğraş verirler. Bunlar; kendi gerçeklerine ayna tutabilen, yaşamın diyalektiğine inanan kişilerdir.    
2.    Sürekli mutlu olmayı ve hiç mutsuz olmamayı kendine dert edinmişler: Bunlar; yaşamın gerçeklerinden uzak, hayal dünyasında yaşayanlardır. Bunlar; başkalarını önemsemeyen, "hep bana" diye düşünen, egolarına tutsak narsist ruhlu kişilerdir.    
3.  Hayata tutunmak, mutlu olmak için kendini güçsüz, yetersiz görenler: Bunlar; ham hayallere sığınıp el açar, diz çöker; n’olur nidalarıyla dua eder, yalvarır, söz verir, adak adar, düşleri gerçek olsun diye, içten, masumane gözyaşı döker… İstek ve özlemlerine kendi öz çabalarıyla değil de başka kapılardan gelecek mucize yardımlarla ulaşmak… Kendilerini; dilenci değil, kader mağduru, “dileyenler” olarak gören kişilerdir. Bunlar; kurnaz ve uyanık geçinseler de aslında özgüvensiz ve çaresizdirler.
4.  Ha! … Bir de mutlu olmayı kendisine çok görenler var ki: Bunlar; yaşam boyu kendini mutsuz kılmak isteyen… Mutlu olmak için yol, yöntem, çare arayıp bulmak yerine, kendi mutsuzlukları için hep başkasını suçlayan, onlara öfke duyan ve sürekli mutsuz kalmayı seçen kişilerdir. Bunlar; sorunlarıyla baş edemeyip sürekli kendileriyle uğraşan, psikolojik sorunları olan kişilerdir.

***

Diyalektik kural gereği her insan yaşamında; mutluluk ve mutsuzlukları bir arada, iç içe yaşar. Biri diğerinin karşıtı olsa da aynı zamanda onun varlık nedenidir. İşte bu karşıtlıklardır hem kendilerini hem de yaşamı var eden ve anlamlı kılan…

Önemli olan, insanın kendisi gibi başkalarını da “insan” görmesi... 

“Başkalarını” önemsemek, onların yaşadığı acıları fark etmek bizim "insani" duygularımızdır. 

Peki, kendine ayna tutmayan, ayrımcı olan, sahte pozlar takınıp, hamasi nutuklarla algı yaratanlar acaba hangi duygulara sahiptirler?!..              (Evet, sahte dedim!.. Çünkü sahtedir; kendine ayna tutup, kendisiyle yüzleşmeyen. Sahtedir ‘kendisi’ olmayan! )

Bir de toplumsal hak ve özgürlükler konusu var ki, kişileri mutlu veya mutsuz kılan asıl kaynak budur. Bunun düzenleyicileri ise devletlerdir.

Devletin amacı; insanları güven içinde yaşatmak, ya da daha mutlu kılmak insanı... M.Ö 3. yüzyıla dayanır ilk devletlerin kökleri… 

O günden günümüze, tüm devletler halktan alırlar güçlerini. Ancak bu güç; hep kin-nefret üretmiş, hep savaşlar çıkarmış, hep mutlu bir azınlıktan yana, hep güçlülerin emrinde ve acımasız olmuş… 

Ve ne yazık ve ne acıdır ki, henüz insancıklara “insanca” davranan bir devlet olmamış…

Güncel bir konu ve birkaç soru: 

İşte size çok çok güncel bir örnek: O meşhur coronavirüs sayesinde, daha önce; "komşu, mahalle, kent, ülke içindeki olağan yardımlaşmaların, şimdi sınırları aşıp dünyaya yayıldığını, kucaklaştırıp düşmanlıkları ötelediğini ve büyük bir dayanışma sağladığını..." düşünüyorduk ki:  

Meğer bizim devlet (aşağı yukarı şöyle) bir karar almış; "Siz artık kendi seçtiğiniz belediyeler aracılığı ile değil, sadece benim dediğim yere, istediğim hesaplara bağışta(!) bulunacaksınız! ..." Demek ki devlet, kesemizi kullanmamız konusunda bile bizi ehil görmüyor! Artık bu işi de "O" yapacakmış!...

Vay be!.. Bu bir ferman, bu bir emir!.. Sizce mutsuz etmez mi insanı?

Bu emir bana, mutsuz olduğum bir anı, anımsattı: 2011 Van Depremi olduğunda depremde zarar görenlere verilsin diye kendimce bir koli hazırlamış, Van Belediyesine gönderecektim. PTT kargo görevlisi: “Hayır!.. Yasak1... Belediyeye değil Valiliğe göndereceksin!..” (Nedeni açık:Van Belediye Başkanı HDP’li, onu etkisiz kılmak, cezalandırmak istiyorlar.) Bu sözleri duyunca çok şaşırdım ve ben de o zavallı görevliye kızarak: “Sen mi karar vereceksin, benim kime yardım edeceğime?” demiştim...

Ve bir vatandaş olarak, birkaç soruyla noktalayacağım bu uzunca yazıyı:
  • “Kamu İhale Kanunu” niçin 187 ayda 186 kez değiştirildi?
  • "Deprem Yardımı" diye toplanan paralar nerelere harcandı?
  • Kızılay, vergi muafiyeti sağlamak için kime ve niçin aracı oldu?
  • İşsizlik fonu paraları nerelerde kullanıldı?
  • Dünyadaki kriz ve iflaslar bizim de kapımızı çalmaya başlamışken, neden bizde köprü, geçit yapanlara dolarlar akmaya devem ediyor?   
Mutluluk dedik de bakın nerelere geldik!...

Yaşamın diyalektiğidir bize bunu yaptıran.


Diğer yazılarım: tıklayınız