22 Aralık 2017 Cuma

İtaat, Saygı, Sevgi

Çocuklarımıza, bize ve çok önceki atalarımıza; “küçükleri sevip, korumak büyüklerimizi saymak” gibi yanlış bir öğreti aşılandı. Böyle büyüyenler de “hamilik” gösterisine başladı.  Oysa huzurlu bir toplumda bireyler; her çevreye, her canlıya ve herkese saygı duyar ve onları hakları ile birlikte kabul edip, önemserler. 

Günlük yaşamımızda kullanılan, topluma şekil ve yön veren çok önemli üç kavram vardır: İtaat (söz dinleme), Saygı (hürmet), Sevgi (muhabbet).  Egemen güçler bu kavramları, kendi anlayışlarına uygun yaşam tarzı belirlemek için kullanırlar:

Dogmacı, baskıcı (otokrat) ve faşist düzenlerde, bireyler kuldur ve hakları yoktur. Bu kullar, var olan güce itaat etmek ve kendilerine verilenlerle yetinmek zorundadırlar. Bu düzenin “kollayıp, koruyan hamileri”; istedikleri sayıda/biçimde/oranda/türde olanlara, istedikleri oranda hak(!) ve özgürlük(!) sağlarlar.  İtaat eden kişiler; kendisinin "hakları" olduğunu bilmez, emeği karşılığı kendisine verilenleri de bir lütuf olarak kabul ederler (aslında bunların pek çoğu gerçekleri bilir de sesini çıkaramaz). Kuşkusuz “itaat edenler kötüdür, suçludur” demek yanlıştır. Fakat bu kişilerin, çaresiz ve bastırılmış kişilikleriyle, patlamamış bir yanardağa benzedikleri de unutulmamalı.

Demokrasi ile yönetilen toplumlarda tüm bireyler saygın, eşit haklara sahip ve eşdeğer kabul edilirler. Böyle bir düzeni kurmak için de tüm bireylerin, karşılıklı olarak, birbirlerine saygı göstermesi esastır. Saygı duyan kişi;  insanları, çevreyi ve tüm canlıları değerli varlıklar olarak gören, onların haklarını bilendir. Bu bireyler özgürce düşünür ve emeğinin karşılığını ister.

Sevgi ise; varlığı ile hem bireye, hem de topluma “huzur” verdiği için, herkesin ihtiyaç duyduğu bir duygudur. Ancak bireye özgü (has) bir duygu olan gerçek sevginin oluşması için, gönüllülük ve seçicilik esastır.

Özet: İtaat; dogma, otokrat ve faşist sistemlerin, ihtiyacı olan yönetebilme anlayışı.../ Saygı; demokrasilerde, eşdeğerlilerin akıl, mantık, hoşgörü ve işbirliği ile yaşamı kolay kılan anlayışı…/ Sevgi; bireyin gönüllü ve öznel seçiciliğidir.

***

Değişik zamanlarda; İtalya, Almanya, İspanya, Yugoslavya ve Türkiye'de iktidarı ele geçiren faşist anlayışlar olmuştur. Bunlar; daha dün, arkadaş, dost, komşu ve ticari ilişkiler içinde olan insanları, düşman haline getirmiş… Haksız hukuksuz, ırkçı, köleci, sömürücü savaşlarla; coğrafi, tarihi ve kültürel değerleri yok etmiş… Böylece milyonların; ölüm, kıyım, yıkım,  büyük acılar ve göçler yaşamasına neden olmuşlar. Düzenlerini uzun ömürlü kılmak için de, ötekiler yaratmak gerekmiş, bunu da; her bireyin/grubun/toplumun farklılıkları, yaşam tarzları, inançları, ırkı, dili ve ortak değerlerini hedef alarak yapmışlar...     

İnceleyin, bakın, görün ve tanıyın; Benito Mussolini, Adolf Hitler, Francisco Franco, Slobodan Miloseviç, Kenan Evren ve ardılları olan günümüz zalimlerini. Onların yaptıkları ve yaşattıklarını empati yaparak düşünün. Ve sorun kendinize: “Acaba yaşatılan tüm zalimlik ve katliamların en etkili gücü nedir/kimdir?” Eğer sizin cevabınızı beklemeden:
"İtaat kültürü ile yetişenler, onların etkisinde kalanlar ve oluşan korku ikliminde sessizce sırasını bekleyenler…" dersem bana kızmayın.

İnceleyip, tanıdıkça, tüm faşist anlayışların, “yerli ve milli” olmayı esas aldıklarını ve çıkarlarına karşı gördüklerini, “öteki/düşman/vatan haini” ilan ederek yok etmek istediklerini görür/anlarsınız. Çünkü bu tür ayrıştırmalarla sanal düşmanlıklar yaratmak; tüm köleci, sömürücü, sömürgeci ve faşist sistemlerin yaşam kaynakları, ortak felsefeleridir.

Eğer, gördüğünüz, duyduğunuz veya yaşadığınız bir ülkede “korku iklimi” yaratılmış, bilim ayaklar altına alınmış, beyin göçleri yaşanmış, hak, hukuk adalet kalmamışsa… Bilin ki orada; insanlar “öteki/düşman/vatan haini” olarak ayrıştırılmış, böylece nice, nice katliam, yolsuzluk, hırsızlık halı dibine süpürülmüş demektir.

Eğer, bazı ayıpları gizlenemeyecek kadar açık ise, o zaman da; “Bu bilgiler yasal yoldan ede edilmediği için, yok hükmündedir!” diye bağırırlar. Zaten, vicdan sesleri baskılanmış, susturulmuş olarak itaat eden sessiz çoğunluk hemen; “Bunlar, bal tutanın (iş yapanın)  parmak yalamalarıdır” deyip kutsar, apak eder onları. 

***

2 Eylül 2013'de Anadolu Liseleri Neden Kimsesiz Kaldı? Ya İmam-Hatipler!...” başlıklı ve istatistiklere dayalı uzun bir yazı yazmıştım.  tıklayınız

Sonraları da, topluma dayatılmak istenen “İmam Hatip Eğitim Sistemi”nin tuzaklarla dolu olduğunu anlatan çok yazı yazdım. Muhalefeti ve sessiz sedasız izleyicileri çokça eleştirdim. Bazı dostlarım da bana; “Bu konuyu çok fazla kafaya takmışsın” anlamına gelen eleştirilerde bulundular. Evet, o dostlar haklı galiba...

Çünkü benim karşı çıktığım “İmam Hatip Eğitim Sistemi”; sorup, sorgulamayı yasaklayan, ötekiler yaratıp, onlara "cihat" açan, “kendisi gibi” olmayana saygı duymayan ve otoriter güce itaati esas alan nesiller yetiştirmeyi amaçlıyor.

İşte bunun için, “Bu konuyu çok fazla kafaya takmalıyız” 

İşte bunun için; toplumu düşman parçalara ayıran, bu sistemin yerine, demokratik, laik, çağdaş bir sistem kuracak acil çözümler aramalıyız.

Çünkü bu sistem, hem çocuklarımızın, hem de ülkemizin geleceğini karanlıklara taşıyor.

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

15 Aralık 2017 Cuma

Yazı Yazmak


Dostlarım bana sık sık; “Yazmaya ne zaman  başladın? - Nasıl yazıyorsun? Diye soruyorlar, onlara kısaca anlatıyorum. Şimdi de okurlarıma bu işin yıllar öncesine dayanan hikâyesini anlatmak istiyorum.

Henüz 14-15 yaşlarındayım, yıl 1964 veya 1965, Türkçe dersi öğretmenimiz Sayın Ali Öztürk (ışıklar içinde uyusun), sınıfımıza konu seçimi serbest ve bir sonraki derste okunacak olan bir kompozisyon ödevi vermişti. 

O gün geldi, öğretmenimiz sınıfa girdi, biz de ayağa kalkıp karşılıklı selamlaşmadan sonra oturduk. Bu ders süresince öğretmen istediği kişilere "ödevi" okutacak,  dinleyenler değerlendirme ve eleştiri için not alacaktı. Öyle de oldu.

İlk okumayı yapan arkadaşımı dinlerken, sıra bana gelecek diye yanaklarım alevlendi, avuçlarım terledi, kalp atışlarım hızlandı ve ter taneciklerinin sırtımdan kayarak yuvarlandıklarını hissetmeye başladım. Çünkü ödevin sadece başlığını yazmış ve başka bir hazırlık yapmamıştım. İşte ben tam bunları yaşarken, öğretmenim yüzüme bakıp “Emin sen oku!” demez mi?..

Öğretmen, masasına oturmuş dinliyor ve not alıyordu. Ben ise öğretmene üç sıra uzakta ve pencereli duvarın önündeki iki kişilik sıraların birinde oturuyordum.

Belki “yazmadım” deyip biraz azar işitebilirdim, fakat bunu göze alamadım. Hızlı kalp atışlarıma rağmen defterimin bomboş sayfasına kapandım ve akıcı olmasa da (ki  okumam şimdi de akıcı değil); virgül-nokta duraklamaları, soru-ünlem tonlamaları yapa yapa "hayali" okumaya başladım. Okudukça kendime güvenim artmış, kendimi beğenmeye başlamıştım. Nihayet yakalanmadan, kazasız olarak okumayı bitirmiştim.

Ama yine de hiç rahat değildim, bu sefer de yapılacak değerlendirmede nasıl eleştiriler alacağım düşüncesi ile heyecanlanmış, kalp atışlarım hızlanmıştı.

Değerlendirme olumlu geçti. Hem arkadaşlarım, hem de öğretmenimden güzel geribildirimler aldım. Ama o süre içinde duyduğum utanç mutlulu olmamı gölgelemişti... Öğlen yemeğinden hemen sonra, o boş sayfayı tekrar açtım ve bu kez okuduğum o “hayali” sözleri, hatırlayıp yazmaya başladım. Kendimce, yalanımın üstünü örtmüştüm!... 

                                         ***   
Ali, Zülfü, Hasan ve ben dört arkadaşız, yaz tatili için köylerimize gidiyoruz. Geçtiği yerleri kirli kömür dumanına boğan ve taşıdığı ağır yükün yorgunluğu ile dertli dertli düdük öttüren "kara tren" bizi, Erzurum’dan alıp, Erzincan-Sansa’ya getirmişti. Buradan patika dağ yollarını geçip ilçemiz Kiğı’ya, oradan da köylerimize gidecektik, yolumuz çoook yorucu ve uzundu...

Sahipli olarak kiraladığımız merkep küçücük sıska bir şey, ona acısak da ellerimizdeki tahta bavulları yükledik ve yola koyulduk. Saatlerce yol aldıktan sonra Hasan’ın köyüne vardık. Geceyi orada geçireceğiz…

Burası bir ağaya ait bir yarıcı (maraba) köyü,  yarıcılar burada barınma ve karın tokluğuna çalışıyorlar… Aslında böylesi köylerin olduğunu Yaşar Kemal ve Orhan Kemal'in romanlarından okumuş olsam da, burada gerçeğini görmüş olmam beni oldukça etkilemişti. 

Sonbaharda okulumuz açıldığında, bu köyde yaşananları ve duygularımı anlatan bir yazı yazmıştım. Ve yazı kabul görüp, okulun haftalık duvar gazetesinde çıkmıştı. Sanırım bu benim yazı yazmak için attığım ilk adımdı.
*
19 yaşında bir öğretmenken, TÖS’nın yayın organı “İmece Dergisi” bir yazımı yayımladı. Bu yazıda, köy öğretmeninin yaşamsal/mesleksel zorlukları ile istek ve özlemleri anlatılıyordu.
*
Rehber öğretmen olduğum Beykoz Ziya Ünsel Ortaokulu ve Kartal Lisesi’nde öğrencilere ve sınıf rehber öğretmenlerine; rehberlik anlayışı, öğrenci tanıma vb. konularda hazırladığım yazıları mumlu kâğıtlara yazar ve teksir makinası ile çoğaltarak verirdim. Bu yazılara, mesleki eserlerden alıntılar alır ayrıca kendi görüş ve önerilerimi de yazardım.
*
İnternette yazdığım ilk yazım ise, Şubat 2011’ta çıktı. Daha sonra; Milliyet Blog, Radikal Blog,  radikalyazar.com ve şu an karşınızda olan "Dostça" sayfamda… 

***

Eline bir kitap alıp; okumak, bazı sayfaları çizgilerle, ünlem ve soru işaretleri ile donatıp not almak, çok güzel bir iş. Bu notlar; yazarla/kahramanla iletişime kurmayı, yazılanlara  onay vermeyi ya da karşı çıkmayı da sağladığı gibi ayrıca insanda, haz, coşku, sevinç, üzüntü benzeri insani duyguları yaşatır, kişinin paylaşımcı ve üretici olmasını sağlar.

Son yıllarda internetin yaygınlaşması, yukarıda anlatılan "etkin kitap okumayı" azalttı, fakat ekranda okumaları yaygınlaştırdı. Hem de yazar olmayı kolay kıldı. Artık isteyen herkes kendisi için internette bir sayfa (blog) açarak, duygu ve düşüncelerini anlatabilir. Böylece her yazar (başka dile çevrilmese bile), aynı anda uluslararası ve kıtalararası okurlarına ulaşabilir Az şey mi?.

Okuldan arkadaşım Nuran (Özalp) Aşkan bir yazıma şu katkıda bulunmuştu: "Kalemine sağlık Emin. Ortaokulda sanırım  'bakmak ve görmek' başlıklı bir deneme vardı, onu anımsadım. Baktığını görmek bir de ifade edebilmek gerekiyor..."  

Bakmak; gözün görev olarak yaptığı, fark etmek veya tanık olma işidir. Görmek; tüm duyu organları, psiko-sosyal-politik duygu, düşünce ve kültürün birlikte oluşturduğu bir sentezdir. 
Yazmak ise; "bakmak ve görmek" sentezinin bireysel becerilerle üç boyut kazanması ve eser haline gelmesidir.

Başka tanımlamalarla:

Yazmak; Yoğurt, ekmek, bal, ipek gibi bir şey… Süte, hamura maya katılması, arının peteğini işlemesi, ipek böceğinin kozasını örmesi gibi emek ister bir süreçtir.

Yazmak; yaşadığını, duyduğunu, gördüğünü, dokunduğunu, düşündüğünü, inandığını, hoşlanmadığını, hayal ettiğini, sevinçlerini, üzüntülerini vb. durumları masaya yatırmaktır.

Yazmak; birilerinin yararı için değirmene su taşımamak, vicdanının içseslerine kayıtsız kalmamak, kendisi ile yüzleşebilmek, zalime karşı durmak, “ötekileri” anlamak, görebilmektir.  

Yazmak; sadece "kendi doğruları" ile yetinmeyip “neden-niçin” diye sorgulamak, sebep olan güçleri ortaya çıkarabilmek, “nasıl” diye çözümler aramaktır.

Yazmak; kendisini yargılamak, sorgulamak, yanlışlarını fark edip, bir daha tekrar etmemek için özeleştiride bulunabilmektir.

Yazma sürecinde asıl zorluk, "o sihirli anahtar cümleyi" bulup başlayabilmektir.



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

8 Aralık 2017 Cuma

Hedef, Rehberlik ve Psikolojik Danışma Hizmetleri

“Ülkemiz eğitimine rehberlik anlayışının yansıması, tıpkı matbaanın gelişi gibi oldukça gecikmeli olmuştur.” "Rehberlik, eğitim ve özel eğitim arasındaki köprüdür.” Bu iki cümleyi bir önceki yazımdan alıntıladım, devam ediyorum.

Evet, eğitim sistemimiz eğitimde rehberlik anlayışına, çağdaş dünyaya göre gecikmeli de olsa, kapısını araladı. Fakat henüz gereğince kabullenip, içselleştiremedi.

Eğitim sistemimizin bu duruma gelmesinde etkili nedenleri kısaca sıralarsak: 

1: Öğretmen, etkili öğretmenlik (öğrenciyi bireysel farklılıklarıyla tanıyan, grup dinamiklerini bilen ve iletişim becerisi olan) yerine; “bilgi-sınav-puan-not” girdabına girmiş, uygulamadan uzak, bilgi ezberletmeye dayalı ve öğretmen odaklı olmayı seçmiş… Kısaca öğretmenin; dersini önceleyip “en” kabul etmesi ve  öğrenciyi çok yönlü değil de, kendi dersi penceresinden görüp, değerlendirmesi…

2: Velinin, “bilgi-sınav-puan-not” için oluşan girdap içinde yer alaması, çocukların “çocuk yaşamını” sınırlaması ve sadece “en dersler” başarısına odaklanması...

3: Eğitim politikasını belirleyenler; dünyanın küçücük bir köy olduğu bir çağda; insan ve insanlığı seven hümanist anlayışa sahip özgür, girişimci bireyler yetiştirmek yerine, sanki takıma fanatikler yetiştirircesine yerli, milli, dinbaz, bağımlı nesiller hedeflemesi...  Acı gerçekleri ile karşılaşırız.

İşte kurulan bu düzen, güya çocuk ve gençler içinmiş(?) 

Bu nasıl bir düzen ki, ana-baba-öğretmen-sistem bir olmuş, çocuk ve gençlerin hayallerine, aydınlık geleceklere karşı saf tutmuş.

Bu kadar etkili, yetkili güçler ve “salt doğruları” karşısında ise; çocuklarımız, öğrencilerimiz, gençlerimiz savunmasız ve yapayalnız...

(NOT:Yukarıdaki genellemeleri yaparken sanmayın ki, çocuk ve gençleri anlayan öğretmen, yönetici ve velileri görmezden gelip onları yok saydım. Hayır, onlar varlar, hem de çoklar, ancak; sessiz, etkisiz ve yetkisizler.)

Okullarda bu çocuk ve gençlerin; soran, sorgulayan, düşünen, insan haklarına saygılı, haklarını arayan, beceri ve yetilerini tanıyıp, geliştiren, özgüvenli, özgür, özgün birer birey olmaları için hizmet ve duygudaşça destek veren bir birim vardır. Bu birimin adı da: “Rehberlik ve Psikolojik Danışma Hizmetleri”. Burada  psikolojik danışmanlar, yasal ilkeler ve mesleki etik kuralları gereği olarak görevlerini yapar ve eğitimde rehberlik anlayışı geliştirmeye çalışırlar.

***

Ülkemizde bireyi geliştiren çağdaş rehberlik anlayışına ve bu anlayışı geliştirmek isteyen  psikolojik danışmanlara karşı olan bir iktidar var.  Bunun için de (sanki);Bizim anlayışta olmayan psikolojik danışmanlar bakın neler neler yapıyor!...” Dercesine geçen haftalarda ilgili yönetmeliği değiştirdiler.

İşte o değişikliklerden birkaçı:
Eski Yönetmelikte
Yeni Yönetmelikte
MEB Rehberlik ve Psikolojik Danışma Hizmetleri Yönetmeliği
MEB Rehberlik Hizmetleri Yönetmeliği.
Eğitim-Öğretim Kurumlarında Rehberlik ve Psikolojik Danışma Hizmetleri.
----------------------------------
 Psikolojik Danışman
Eğitim Kurumlarında Rehberlik Hizmetleri

----------------------------------
Rehberlik Öğretmeni 

(NOT: Okul psikolojik danışmanlarına yönetim, büro, ders, nöbet vb. işlerde görev verilmemesinde amaç; onlara rahatlık/konfor sağlamak değildir. Sadece onların disiplin-kontrol sağlayan, not veren kişiler olmadığını göstermek ve böylece görevlerini daha objektif yapmalarını sağlamak için alınmış eğitsel/etik bir önlemdir.)

Çizelgede gösterilen değişiklikler, basit görünümlü fakat arka planında karanlık amaç ve tuzaklar bulunmaktadır.

Lütfen dikkat...: Psikoloji Danışman” kaldırılmış. “Hizmet alanlarıyla ilişkisiz konularda görev verilemez” hükmü yok sayılmış… Böylece Psikoloji hedef alınmış, meslek sıradanlaşmış ve etkisiz kılınmıştır. Ve “Rehberlik öğretmeni” ismi verilerek uzmanlık alanı gizlenmiş ve uzman olmayanlara alan açılmıştır.

Çünkü bugünkü iktidar; Haklarını bilen özgür bireyler istemiyor. 

Onların amacı; öğrenci yurtlarındaki “manevi rehberlik” birimleri ve müftülüklere bağlı açılıp imam hatip çıkışlıları çalıştırıldıkları “Aile ve Dini Rehberlik Büroları” benzeri uygulama ve anlayışlarını tüm okullara yaygınlaştırmak.

Tıpkı 4+4+4 ve Proje Okullar uygulamasıyla tüm okullarda İmam Hatip Sistemi kurmaları, Felsefe ve Biyolojiyi bilimsel özden uzaklaştırdıkları gibi simdi de Psikoloji ve çağdaş eğitim anlayışı olan rehberlik hedef alınmış.

Biliyorsunuz sözcüleri bir Profesör cehaleti kutsamış ve eğitimli bireyler değil, cahiller istediklerini açıkça ilan etmişti. Evet o zat için sözcüleri dedim, çünkü o, o söylevinden kısa bir süre sonra terfi ederek daha üst makamlara atanmıştı.  

Ve o ibret alınacak konuşmadan bir alıntı ile yazımızı bitirelim:
 
“Bizde de şimdi okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor. Ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum bu ülkede… Ülkeyi ayakta tutacak olanlar okumamış, hatta ilkokul bile okumamış olanlardır… Okumuşlardan korkuyorum, pratikte en tehlikeli kesim üniversite mezunlarıdır.”


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız