16 Nisan 2015 Perşembe

İmam Hatipler, Köy Enstitülerinin Yerine Mi?..

Faşizmin, İtalya ve Almanya’da gelişip serpildiği yıllarda Türkiye’deki tek parti yönetimi de onlardan etkilenmiş, bazı ırkçı yaklaşım ve uygulamalar içine girmişti. Fakat aynı yönetim aynı yıllarda; Osmanlı’nın yolsuz, okulsuz, yoksul olarak sıtma… ve bitlerle baş başa bıraktığı Anadolu’ya da sahip çıkarak hizmet götürmüştür.

Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç ekibince 1937-1948 yıllarında (tüm yurdu kapsayacak şekilde) kurulan 21 Köy Enstitüsü’nden 17 bin öğretmen-eğitmen-teknik eleman, 3 bin sağlık memuru ile az zamanda çok büyük işler başarılmıştı. Köy Enstitüleri uygulamaları ve başarıları nedeniyle UNESCO tarafından dünyaya örnek gösterilen kurum haline gelmişti…

Aynı yönetimce yapılan yanlış bir uygulama (konumuzla ilgili olan) da; resmi bir devlet dini yaratmaya yönelmiş olmasıdır. Tek din, tek mezhep anlayışı ile kurulan bu kurum ise günümüzün Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Bu uygulama sonucu olarak, günümüzde okul yönlendirme sistemi tümü ile bozulmuş, zorunlu din dersleri ile başka din ve anlayışlar yok sayılmış, ötekileştirilmiştir.

Bugün tüm siyasi partilerin/politikacıların basit günlük ve popülist çıkarları uğruna duyarsız ve sessiz kaldıkları çok önemli bir konu var. Geleceğimize yön verecek olan eğitim politikalarımız… Bu politikaların 4+4+4 ve İmam Hatip Okulları ile amaçlanan hedefleri düşünerek, kısa zamanda ulaşılan sayısal verileri hatırlatmak ve istedim.

Genelde toplumsal gelişim-değişimler ileriye dönük devrimci bir öz taşırlar. Ama ne yazık ki bazen de devrimci bir öz yerine, geçmişe özlem duyan gerici bir kara akım esiverir toplumsal değişim/gelişimlerde. İşte biz de toplum olarak o yılları ve günleri yaşıyoruz…

2002 yılından başlayarak ülkemiz öylesine bir girdap içine girdi, öylesine bir değişim geçirdi ki; bu değişimin ne veliler, ne öğrenciler, ne öğretmenler ne de politikacılar farkına varamadı. Tek tük farkına varanlar ise, yüzme taktiklerini bilemediklerinden debelenip duruyorlar… İşte bu süreçte ülkemiz, dünya eğitim sıralamalarının en sonlarda yer almaya baladı.

Eğitimin itici gücü olan öğretmenleri yetiştiren onlara mesleki yeterlilikler kazandıran Öğretmen Okulları, Yüksek Öğretmen Okulları, Eğitim Enstitüleri gibi öğretmen yetiştiren kurumlar zaten kapatılmıştı. Son olarak Anadolu öğretmen liselerini kapatıp ve Anadolu Liselerini itibarsız sıradan okullar haline getirdiler...

Ve Anaokuldan başlayarak her tür eğitim kurumuna dini motifler eklediler. Daha önce çeşitli dernek ve vakıflar kanalı ile yaptırılan İmam Hatip Okulları’ açmak artık, MEB’in en önemli görevi haline geldi. Bunun için her semtin en merkezi okuluna veli isteği (!)  diye el koydular. Böylece, Milli Eğitim Bakanlığı adeta Milli İmam Hatip Bakanlığı’na dönüştürüldü…

Böylesi kurumlarda ancak dinsel eğitim yapılır. Dinsel eğitim-öğretim yöntemi ise; ezberlemektir. Ezberlemek o tür okuldaki öğrencinin yaşamında her şeydir…
Bu yaşamda kişiye; Neden?, Niçin? Nasıl? Acaba?  Ne yapmalı?  Nasıl yapmalı? … gibi mantıksal düşünme ve kişilik oluşumunu sağlayan, kişiye öznellik kazandıran, güven veren ve en önemlisi bilimsel gelişmenin kapılarını açan bu soruları sormak, kuşkuları yaşamak hakkı verilmez… O yaşamda kişi ancak, iç dünyasında kendisiyle (iç konuşmalarla) bu tür soruları paylaşabilir.  Bu durumda da aldığı (yasakçı-günah) eğitim nedeniyle bazı suçluluklar yaşar bu sorular nedeniyle...

Peki bu soruları soramayan, bu kuşkuları yaşamayan bir kişi veya kişilerle  sizce nasıl bir toplum oluşturur?!..

Cevabınızı duyar gibiyim;

"İtaat eden, kaderci toplumlar!…"

Evet, evet bildiniz!..

Böylesi toplum ve gruplarda verilen emir üzerine; pusu kurulur, tarif üzerine tanımadığı başka bir kişinin yolu kesilir, kurşunlanır, kendisi gibi olmayanlara yaşam hakkı tanınmaz, kılıçla kafalar kesilir…

Size, 17 Nisan anısına düşündürücü (manidar) bir örnek vererek yazıyı noktalamak istiyorum.

Köy Enstitülerinin kurucusu İsmail Hakkı Tonguç, sadece bizim eğitim tarihimize değil, dünya eğitim tarihine de ismini yazdırmış değerli bir eğitim öncüsüdür. 

Konya-Selçuk’ta, İsmail Hakkı Tonguç adını taşıyan okulun yeni adı: İsmail Hakkı Tonguç İmam Hatip Ortaokulu olarak değiştirilmiştir…

Bizler eğer İsmail Hakkı Tonguç’un eseri olan Köy Enstitüleri’ni yıkmak için savaş açan toprak ağaları, şeyh ve imamları hatırlarsak bu yeni isimlendirme ile verilmek istenen mesajı daha iyi anlarız…

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

Bu yazı:

13 Nisan 2015 Pazartesi

Güvenlikçi Anlayış Öfkeyi Kine Dönüştürür!..

Öfke: “Engelleme, incinme veya gözdağı karşısında gösterilen saldırganlık tepkisi, kızgınlık, hışım, hiddet, gazap.” Olarak tanımlanır.

Zaman zaman her sağlıklı insanın yaşadığı bir durumdur öfkelenmek. İnsanlar, yok sayıldığı, aşağılandığı, hataları yüzüne vurulduğu, kırıldığı ya da haksızlığı uğradığı zamanlarda öfkelenirler. Bu duyguyu bireyler tek tek yaşadığı gibi toplumsal grup olarak ortaklaşa da yaşayabilirler…

İşte bu bireysel ve grupsal öfkelenmeleri gidermek/boşaltmak ve böylece huzuru/barışı sağlamak için çeşitli yollar vardır.

Öfkelenince bazı bireyler; somurtarak, küserek, kayıtsız kalarak, bazıları ise ani çıkışlarla, bağırarak, söylenerek tepki gösterirler.

Öfkelenen gruplarda (bireyler gibi) karşı gruplara/bireylere; küser, kayıtsız kalır, bazen de ani çıkışlarla, bağırır, söylenir veya protesto ederek tepki gösterirler.

Bu eylem ve söylemler, eğer öfkeye neden olanlarda farkındalık yaratır, onları; pişman olma, özür dileme (bir daha aynı davranışta bulunmama) noktasına getirmeyi sağlarsa, sorun büyük ölçüde çözülür. Bu durumda öfke kontrol edilmiş olur ve hem birey, hem çevre, hem de toplum rahatlar, huzura kavuşur.

Aksi durumlarda ise öfke; ilişkilerin bitmesi, dostlukların sonlanması veya düşmanlıklara kapı aralanmasına neden/maya olup kin’ e dönüşür…

Kin: “Birine karşı duyulan öç alma isteği, garez.”  olarak tanımlanır.
Kin, bireylerin ve toplumsal grupların kalbine yerleşen bir virüstür. Hem bireye, hem gruba, hem de topluma uzun süreli çok büyük zararlar verir. Tüm, ırkçı, dinsel, mezhepsel, grupsal cinayet ve savaşların en temel itici gücü, ustaca oluşturulmuş kindir.

Bakın Yunus Emre barışın en büyük düşmanı kin için ne diyor:

“Adımız miskindir bizim
Düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmayız
Kamu âlem birdir bize”

***

Ülkemizden son görüntüler:
Savcı Mehmet Selim Kiraz Çağlayan Adliyesi'ndeki odasında rehin alındığında Berkin Elvan’ın babası yaşanmışlığından kaynaklanan çığlıkla terörist gençlere  “Kan kan ile yıkanmaz!.” Dedi ise de,  “Bebeklerden katil yaratan karanlık” devam etti/ ediyor…

Ama Çağlayan Adliye Sarayı’nda gerçekleştirilen terör olayı ile bize:
Başarısızca yönetilen bir kurtarma (!) sürecini,

Acıyı paylaşmak yerine; ayrıştırmayı, ötekileştirmeyi, yok saymayı,
Musalla taşındaki cenazeden bile siyasi rant sağlamayı,
Taziye evinde bile ses düzeni kurdurup mitingler yapmayı,
Haber alma haklarını yok sayıp öz-medyası dışındakileri sansürleyip yasaklamayı…
***

Ve aranan suçlu bulunmuştur dercesine avukatlara fatura çıkarmayı,
Ve farklılıkları düşmanlaştırıp, öfkelerden ekşi maya ile kin demlemeyi… Gösterdiler.
***
Mecliste sabahlayıp, haftalarca süren kavgalı-dövüşlü-sövgülü oturumlarda; insan haklarına karşı, çevreye düşman, hukuku olmayan güvenlik yasaları çıkardılar…

Bu yasalarla, öfkenin gerginliğini boşaltacak alan ve kanalların baskıyla kapatılması amaçlanmıştır. 
Ama eğer:
Benim dediğim alanda, benim istediğim dilde, benim istediğim sloganla, benim istediğim pankartla kendini ifade et dersen…

Öfkesini alanlarda haykıracakları dinleyip, onlara çare bulup koruyacağına, onlara toma ile, panzer ile, tazyikli su ile, gaz ile, cop ile, gaz kapsülleri ile saldırıp onları cansız, kör, sakat bırakırsan…

Bütçenin büyük paylarını güvenlikçi-militarist alanlara ayırırsan…
Evde, sokakta, gönüllerde, beyinlerde; insana, çevreye, hukuka, insan haklarına saygıyı var edemezsen…
“Hep bana” anlayışıyla; insanları yok sayıp, ayrıştırıp, ötekileştirip onlarda  (karşılıklı olarak) öfke ve kin birikimi sağlarsan…

Hiçbir zaman bulamasın dirliği/birliği/ huzuru…

Sanılmasın ki, oluşturulan bu öfke-kin onların tayfasını korur. Gün gelir bu öfke-kin döner dolaşır onları da bulur.

Bu sorunlar buyrukla, zorlukla çözülemez.. Ancak; inanarak, güvenerek, severek, sayarak, paylaşarak; çevreyi ve tüm canlıları koruyup dünya mirasını geleceğe taşıyan insanlar yetiştirerek çözülebilir... Bu da öncelikle bir eğitim sorunudur eğitim!..

Bu eğitim de, dindar ve kindar nesiller yetiştiren bir eğitim değildir!..

***
Yasakların, polislerin ve tomaların olduğu günlerde Taksim ve civarında 1 Mayıslarda yaşatılan kanlı günleri de…
Yasakların olmadığı, polislerin sadece görevini yaptığı 1 Mayıslarda Taksim’deki muhteşem kutlamaları da yaşadınız, biliyorsunuz.

***
Şimdi de size ülkemiz dışından bazı görüntüler:
Münih Teknik Üniversitesi, Edinburgh Üniversitesi ve Zürih Teknik Üniversitesi (ETH). Bunlar yurt dışında gittiğim üç şehirdeki üç üniversite…
Hiçbir bariyer, hiçbir güvenlik elemanı, hiçbir kimlik kontrolü görmeden, sorgulanmadan, dersliklerine, kütüphanelerine, laboratuvarlarına bir turist olarak girmiş, görmüş ve çıkmıştım.

Evet, evet, ne kontrol, ne bariyer, ne polis, ne sorgu-sual… Bu “özgürlükçü ve güvenli” anlayışın ülkemde de olması istek, özlem ve kıskançlığı içinde… Gezip çıkmıştım her üç üniversiteyi de… Ve demek ki güvenlik, sadece güvenlikçi önlemlerle olmuyormuş dedim kendi kendime…

***
Nazım Hikmet’in ‘TARANTA – BABU’YA SEKİZİNCİ MEKTUP’  şiiri şu dizelerle son buluyor:
“...Mussolini çok konuşuyor TARANTA – BABU
çok korktuğu için
çok konuşuyor!.”

Ve biz de yazımızı, güncelliğini sürdüren bu dizelerle bitirmiş olalım…



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

Bu yazı Radikal Blog’da:
http://blog.radikal.com.tr/egitim/guvenlikci-anlayis-ofkeyi-kine-donusturur-96449

12 Mart 2015 Perşembe

Doğa dostu, insan dostu… Kemal SÜREKLİ


O güzel insan da Yaşar Kemal'in peşi sıra...
"GÜZEL İNSANLAR GÜZEL ATLARA BİNİP GİTTİLER"

Mardin-Cevizli (Cevzat) köyünün (5 sınıfı bir arada) İlkokulu öğretmeni iken sınavını kazandığım Atatürk Eğitim Enstitüsü Eğitim Bölümü’nde okumak için görevimden istifa edip İstanbul’a gelmiştim. Bu bölümün sınavına girebilmenin ön koşulu en az 5 yıl ilkokul öğretmenliği yapmaktı. Okulu bitirdiğimizde ise, o büyük amacımız gerçekleşecek ya Öğretmen Okulları Meslek Dersleri Öğretmeni ya da İlköğretim Müfettişi olacaktık…

Ekim 1973 Bakanımız Mustafa Üstündağ, bu tarih ve sonrasında yaşamımızı etkileyen önemli değişiklikler oldu. O güne kadar yatılı öğrenci alan okulumuz artık bizi barındırmayacak ev arayacağız… Sınavı kazanmış olmanın sevincini yaşayıp mesleğimizden ayrılmamızdan yaklaşık bir ay sonra, sınavı kazananlar yedek listesinde olan arkadaşlarımız, öğretmen olarak İstanbul’a atandı ve yeni açılan gece bölümümüzün öğrencisi oldular… Biz ise 5 yıllık mesleğimizi bırakıp öğrenci olmuştuk. Bu da, en az 3 yıl ana-baba parası yemek zorunda kalacağımız anlamına geliyordu…   Okulumuza yakın yerlerde kiralık öğrenci evleri arıyor, bazılarımız barınma ve karın tokluğuna yatılı okullarda etüt ablası/abisi olarak çalışıyoruz. Kimliğimiz değişmiş; müdür-öğretmen-hane reisi iken öğrenci olmuştuk.

Eğitim Enstitüsü Eğitim Bölümlerine “Amcalar Bölümü” de denirdi. En küçüğü 23 yaşında olup peş peşe dizili (bazı iletişim güçlükleri olmasına karşın) sıralarda kızlı-erkekli oturduk dersliklerimizde. Dersliklerimizi Üniversitelerin 400-500 kişilik derslikleri ile karşılaştırınca kendimizi daha şanslı sayardım. Çünkü bu dersliklerde kendimizi daha iyi ifade eder, öğretmen ve arkadaşlarımızı daha iyi tanırdık…

Özet olarak; öğretmen iken öğrenci olmuş, sahip olduğumuz kürsümüzü/masamızı kaybetmiş öğrenci sırasına oturmuş, ders verirken ders verilen olmuş,  anlatırken anlatılanlar olmuş ve öğrenci psikolojisine girmiştik…  Okulu bitirmeye bir yıl kala, tüm ülkede sular ısındı; hak arayışları, grevler, boykotlar, mitingler, işgaller ve sokaklarda öldürülen gençlerimiz/insanlarımız…

İşte bu acılı yıllarda, öğrencilerine değer veren, onları dinleyen, onlara sahip çıkan, ufuk kazandıran, yaşamımıza renk katan, öğretmenliğine hayran olduğumuz pek çok öğretmenimiz oldu. Bunların ilk sırasında da KEMAL SÜREKLİ öğretmenimiz yer tutmaktadır…
Öğrencisi olmaktan onur/gurur duyduğum ve ilkleri yaşadığım KEMAL SÜREKLİ;
  • O,  istese mevcut bilgileriyle 40 değil, 400 dakika da ders anlatırdı. Fakat O, her dersi için özel bir hazırlık yapar konu ile ilgili kaynakları tarar böylece her gün kendisini güncelleyen bir öğretmendi.
  • O, sınıfa girip cebinden küçücük kâğıt parçalarına yazdığı güncel notları önüne koyduğunda hepimiz dikkatle ve hayranlıkla onu dinler, notlar alır sorular sorardık. Bize reçete cevaplar vermez, karşı sorularla, soruyu sorana cevaplatmaya çalışırdı… 
  •  O, alışık olduğumuz sınav sistemini uygulamazdı. Sorusunu sorar, kitap defter açık şekilde sınav yapardı. Çünkü O, öğrencisinde yaratıcılık ve öznellik arardı. 
  •  O, öğrencisini sadece okulda, derste değil, sokakta evinde de ziyaret eder, sosyal ve psikolojik sorunlarına Rehber olurdu… 
  • O, (herkesin esas duruşta dinlediği) 12 Eylül paşaları/albaylarına okulun açılış töreninde demokrasi dersi veriyordu… 
  •  O, çevre tutkunu bir insandı. Her dersin bir bölümünde, plansız kentleşme sonucunda olası çevre felaketlerini anlatır orman ve denizlerde yaşamın son bulmasını insan yaşamının da sonu olarak görürdü... 
  • O’nu ben 3 yıllık öğrenci gözlemlerim ve duygularımla anlattım. Oysa O, 91 yıllık bir çınar;  Akçadağ Öğretmen Okulu, Bolu Öğretmen Okulu, Sivas Öğretmen Okulu, Edime Öğretmen Okulu Müdürü olarak, Atatürk Eğitim Enstitüsü ve Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesinde ülkemize nice eğitimciler kazandırmış bu iyi insan…
İşte O değerli insanı 10 Mart 2015 günü kaybettik. Ama anılarıyla, öğrencileriyle, öğretileriyle yaşayacaktır.  Umarım ve dilerim çocukları da onun “notlarını” kitaplaştırarak paylaşırlar…

Tüm eğitimci, akraba ve dostlarının başı sağ olsun.
Işıklar içinde yatsın...

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

Bu yazı Milliyet Blog'da:

23 Şubat 2015 Pazartesi

Empatisiz eğitim “Bebeklerden katil yaratan karanlık”*


1960'ların ikinci yarısındaki yıllarda (parasız yatılı öğretmen okulunda okuyan öğrenciyim), İlhan Selçuk, Çetin Altan, İlhami Soysal…’ın yazıları, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Tolstoy, Dostoyevski, Honoré de Balzac’ın… romanları ile tanışmıştım. Zorunlu akşam etütlerinin çoğunda roman ve öykü okur, sabah etütlerinde ise derslerime hazırlık yapardım. (etütte ders çalışmadığım için de nöbetçi öğretmenlerin bazen azarı, bazen de tokatları ile karşılaşıyordum).  İşte o yıllar:

Ülkenin cendereye sıkıştırıldığı, işçilerin-emekçilerin hak mücadelelerinin bastırıldığı, sağ-sol kutuplaşmaların arttığı ve karşılıklı olarak gençlerin birbirini öldürdüğü, “Bana, sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz” dendiği, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin, Komünizm en amansız hastalıktır görüldüğü yerde ezilmelidir. Komünizm geliyor! … Benzeri sözlerle her yere yazılar yazıp afişler astığı, algı operasyonlarının yapılmağa başlandığı yıllar… Süleyman Demirel’li yıllar… 

Bu yıllarda, İlhan Selçuk’un ‘Pencere’ den (kesin tarihini bilemediğim) bir yazısı bende silinmeyen iz bırakmıştı. Bu yazının özü (bu güne taşıdığım kadarıyla) şöyle: Anadolu’nun bir kentinde kış mevsimi, 7-8 yaşında bir çocuk hasta, ateş içinde kıvranıyor, annesi çok üzgün… “Ne oldu sana yavrum?” sorusunu sorduğu çocuğu; “Anneciğim çok hasta oldum, komünist oldum…” Diye cevap verir. İşte memleketteki iklimin çocuğa yansıması…

Dün yine Ege Üniversitesinde gençler vuruştu biri ölü, biri ağır yaralı… 19-20 yaşlarında birbirlerine karşı bilenmiş, öfkesini kontrol edemeyen, karşısındakini hain, düşman gören gençler… Giden canlar, yanan/ağlayan yürekler… Ve bu gençleri siper ederek kendilerini haklı göstermeye çalışan toplumsal katmanlar…
Artık acısını yaşasak bile bu ve benzeri olaylara, başka bir göz ve anlayışla bakmalıyız. ‘Kim başlattı?’ ‘Kim haklı, kim haksız? …’ Benzeri neden/niçin sorularına cevap aramayı/bulmayı kolluk ve yargı kuvvetlerine bırakmalıyız.

Çünkü eğer bizler bu sorularla, sorunlarımıza yaklaşırsak, çözüm bulamayız. Ve çözümsüzlük içinde debelenip dururuz. Akan kan ve yaşanan acılar da uzun yıllar devam edecektir…

Rebecca Solınt, Yakındaki Uzak isimli kitabında “Kimileri başkalarının acısıyla ilgilenirken bizzat öyle üzüntüye kapılır ki onları da avutmak gerekir.” (Çev.:M.Karahan-M.Öznur Encore yay.Ocak 2015 sf:200)

İşte bu gün ülkece yaşadığımız da bu… İnsan-doğa katliamlarına ve yaşananlara karşı, bakınıp, dövünüyor, gözyaşı döküyor, acılara ortak olup bizde acınacak hale geliyor, böylece biz bir avutana ihtiyaç duyuyoruz.

Toplumumuzun/eğitimimizin en büyük eksiği EMPATİ kuramayan bireyler yetiştirmesidir. Oysa bu sihirli sözcük evimiz-okulumuz-sokağımızda işlevsel kılınırsa pek çok psiko-sosyal soruna çözüm bulur, mutluluk yaratır…

Rebecca Solınt empatiyi (yukarıda ismi yazılı eser, aynı sayfa); “Empati, bir miktar kendi dışına çıkıp genişlemektir…(duyguyu kendi içinde değil de onun, bir başkasının içine uzanarak hissetme, kendini onun yerine koyma)” olarak tanımlar.

Eğer karşımızdakinin duygularına, yaşadıklarına uzanıp kendimizi onun yerine koyabilmeyi öğrenebilirsek, “bu bana yapılsa ne hissederdim” noktasına varabilsek, elimize hiç silah alabilir miydik?  

Eğer eğitim sistemimiz (evde, okulda, sokakta), bireylere bu empatik bakış açısını kazandırsa insanlarımıza, hepimizin ve ülkemizin de pek çok sorunu çözüm bulacaktır.

STKlar, medya, okul- öğretmen, anne ve babalar tek ses olup ülke yönetiminden: Eğitim sisteminin; yok sayan, yok eden, ötekileştiren bir çocuktan serinkanlı bir katil yaratan karanlık”* anlayışlara son vermesini, insan olmanın ortak payda kabul edilmesini istemeli ve isteklerin gerçekleşmesi için takipçisi olmalılar…
Yeter artık!.. Gençlerimiz/insanlarımız birbirlerine ‘Yakındaki Uzak’ olmasın!..

* Rakel Dink’in, eşi Hrant Dink öldürüldükten sonra yaptığı konuşmadan…

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

Bu yazı Milliyet Blog’da:

16 Şubat 2015 Pazartesi

Barışa karşı kafa ve kalem tutanlar…


İktidar, oy çıkarı hesaplarına bağladığı çözüm sürecini, mehter marşı temposuna uygun ve mehter marşı figürleri ile yerlerde süründürmektedir.
Çevrenizdekilere “çözüm süreci”ni sorduğunuzda tek tük karşı çıkışı saymazsak pek fazla karşı çıkan bulamazsınız. Ancak bu desteği verenler (genelde de beyaz yakalılar) "ama…", "fakat…" ile başlayan uzun uzun (karşı) cümleler kurarak anlatırlar…

Hani sizler bu sürece karşı değildiniz?!..
Peki, ne oldu, neden bu 'ama' ve 'fakat' ile başlayan öteleyici, hiç sayıcı cümleleri kuruyorsunuz?

Bu cümleler ile başlayan cümleler çözümsüzlüğü sağlamaz mı?
Dediğinizde ise; çözüm sürecinde çok tavizler verildiğini söylerler size, bu savunma mekanizması geliştiriciler...

Say bakalım arkadaş, hangi tavizler verilmiş?

Saymaya başlıyor: Kürtçe konuşmak serbest, TV-Şeş açılmış, Mem u Zin basılmış, Alfabe ve kitaplar çıkmış, seçmeli ders olarak, ana dilini seçmeli ders olarak seçebilme hakkı(!) (her halde bu garip hak dünya eğitim tarihinde bir ilk), … verilmiş de verilmiş…

Peki, arkadaş bunlar insan hakkı değil mi?
İnsanın, insan haklarına sahip olması ona verilmiş bir taviz mi oluyor?!...

İşte bu kafa ve kalemlerin sıraladıkları hep bu minval üzere devam edip gidiyor 'ama…', ' fakat…' bahaneleri...

Oysa istenen şeyler çok yalın ve basit: eşit vatandaşlık, demokrasi ve kısaca insan olmanın hakları…

Bu hakları önüne %’lik barajlar koyar, tüm demokratik hakların kullanımını güvenlikçi 'Sık ulan sık' "Vurun ulan vurun!" anlayışlarla kullanılmaz kılarsanız. Ettiğiniz, yemin ve yaptığınız yasaları siz çiğnerseniz…

“18 Eylül 1930’da Ödemiş’in Gölcük yaylasında ‘Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır’ diyen Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt. (Benito Mussolini ve Adolf Hitler’in söylemlerine ne kadar da benziyor?)

Nefret içeren bu faşist söylem ve felsefenin sahibi kim? Adalet Bakanı… İşte bu kişiyi ve felsefeyi kutsamak için ve adeta insanın gözüne sokarcasına önemli turizm merkezlerimizden olan Kuşadası’na heykelini diker ve bu eylemi savunursanız…

Ne diyebilirim?!...

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

30 Mayıs 2014 Cuma

Bir vatandaş ve iktidar

Bazen yazdıklarım ve de yazamadıklarımı karşı karşıya getirip, iç konuşmalar yapıyor, kendime kızıyor ve söyleniyorum. Hep eleştiri, hep eleştiri!.. Hiç mi iyisi/doğrusu yok bunların!?.. Deyip özeleştiri yapmaya çalışıyorum. Sosyalist öğretinin bir sempatizanı olarak önem veririz kendimizle yüzleşip özeleştiri yapmaya. İşte bu yüzleşme için zaman tüneline girip geri geri gidiyorum:
“Bizim bizden başka dostumuz yoktur, tüm komşu ülkeler kötü, biz iyiyiz.” Bu anlayışta olan birey ve toplumun tanısını psikoloji, yargılamasını da tarih yapar. Yeni iktidar; bu anlayışı sorgularcasına,  komşularla görüşüp konuşmaya, birlikte futbol maçı izlemeye, ortak bakanlar kurulu oluşturup, dostluk görüntüleri ile süslenmiş fotolar çektirip, birlikte tatillere çıkmaya başlatmıştı. Ve ayrıca Avrupa Birliği, Kıbrıs gibi konularda cesur girişimlerde bulunmaya başlamışlardı. Bir vatandaş olarak bunlara sevinmiş, mutlu olmuştum. Bu eylem ve söylemlerine alkış tutmuş fakat oy vermemiştim.
(Şimdi ne oldu?  Sadece komşu ülkelerimizle değil dünya ülkeleri içinde de'değerli yalnızlık' dönemini başlattık…).
Bu ülkede yaşayanların sadece; aynı din, aynı dil, aynı ırk, aynı …, ‘lardan oluşmadığını da fısıldamaya başladılar. Tarihsel geçmişimizde yaşanan kıyımları, acıları hatırlayıp onlarla yüzleşmek, aynı coğrafyada birlikte yaşadığımız insanların kendi özgünlükleri olan; din, dil, ırk ve inançları ile yaşamalarının sağlanacağını düşünmüşçesine, Kürtlerle barışmak için, Habur süreci, Sünnileştirmeye çalışılan Aleviler için Alevi açılımı, Dersim katliamı için Dersim yüzleşmesi gibi söylemlere de alkış tutmuş, fakat oy vermemiştim.

Eğer iktidar Alevi açılımı ile Dersim yüzleşmesi söylemlerinde samimi olsa ve muhalefetin dolduruşuna gelmeyip –kıyafet zorunluluğu- ister gibi sudan nedenlerle Habur sürecini çökertilmeseydi; şimdilerde barış ortamı oluşmuş, insanları karşı kamplara ayırıp vuruşturan ilkel anlayışlar bitmiş, insan ve gelir kaynaklarımızı tüketen faşist anlayışların savaşları son bulmuş olurdu).
...
Yıllarca halkına zulüm eden; vesayetçi, işkenceci ve faili meçhullerin faillerini TV ekranlarında tanımlıyor, gözyaşı döküp, şiirler okuyor ve bakın işte onları topluyoruz! der gibi, pek çok suçluyla birlikte (tek tük de olsa), bazı suçsuzları da harar çuval içine dolduruyorlardı. Elbette suçsuzlar zaman içinde ayıklanır diye düşünerek buna da alkış tutmuş fakat oy vermemiştim.

Peki şimdi ne oldu?  

Bu gün bozuştukları (beraber yürüyüp, birlikte paylaştıkları) eski ortaklarını yok etmek için planlar yapıyor. Dün teşhir etmeye çalışıp yok etmeye niyetlendikleri; vesayetçi, işkenceci ve faili meçhullerin faillerinden af diliyor, onlara paralellerce kumpas kurulduğunu söyleyerek anti paralel yeni bir ittifak kurmaya çalışıyorlar...
...
1982 Anayasası, bir darbe ürünü, her parti buna karşıymış gibi davranıyor, fakat haydi dendiğinde niyet okuyuculuğuna başlayıp amaları sıralıyorlar. İşte bu darbe Anayasası ve türevi yasaları değiştirmek için yetki istiyordu iktidar. O güne kadarki yalan/yarım kalmış söylemlerine oy vermesem de alkış tutmuş fakat söylemde kaldığı için kendimi, aldatılmış hissedip üzülmüştüm. Oysa şimdi darbe Anayasası değiştirecekler diye hem alkışlayıp hem de yetmez ama evet deyip uzatıvermiştim elimi…

Sonra ne mi oldu? 

Önce aldıkları yetki ile beraber yürümek için Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na düzen getirip, tüm kadroyu yenilediler. Bir vesayeti kaldırıp, kendi vesayetlerini kurdular. 17 Aralıkta ortaklık bozulunca da, topun sahibi çocuk haklılığı ve Anayasa’ya aykırılığını bilen arkadaşın onayı ile iptal gününe kadar tüm yenilemeleri yaptılar…  Peki, Anayasa değişikliği ne oldu?   Meydanlarda verdikleri söz gereği aylarca harcırah alarak komisyonlarda, havanda su dövdüler bir türlü kıyamadılar bu darbecilerindir dedikleri Anayasa’ya...
...
Meğer makyajlı imiş tüm bu söylem ve eylemler...

Meğer dur kendime yer edeyim başına neler edeyim içinmiş bu söylem ve eylemler...

Meğer bizi bir çemberle kuşatmış/aldatmışlar, paralel değil bunlar…

Meğer…

Bakın işte, bir sağanağa tutuldular dökülüverdi tüm boyaları…

Düşü verdi maskeleri…

Ama halen, bağırarak, ayrıştırarak, ötekileştirerek…, baskın çıkmaya çalışıyorlar.
Bakın kendimle konuşmamı bu günlük bitirirken; iktidara ne kadar şans vermiş olduğumu, ne çok inanıp alkışladığımı,  üstüne bir de yetmez ama evet dediğimi hatırlatırım. Demek ki ben, önyargılı biri değilmişim… (Diyerek bir de kendimi akladım).

Şimdi siz söyleyin bana, bu iktidarın hangi sözüne güvenip neyini alkışlayayım?

Sizin de, yeter artık yeter! yeter! dediğinizi duyar gibiyim…

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

Bu yazı Milliyet Blog'da:

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Annelere kulak verin!…



Anne, tüm canlılar için soyunu sürdürmenin, yani var olmanın en önemli unsurudur. O, o kadar değerler üstü bir varlıktır ki, onun için; din, dil, ırk, renk gibi farklılıkların hiç bir önceliği yoktur. Onun önceliği; yavrularını koruyup, kollayarak, türünü sürdürmektir.

İran’da idam cezası verildiği için gözleri kapatılıp darağacına çıkartılmış bir katil vardır. Onun infazı için, katlettiği kişinin annesinden işaret bekleniyor. İşte O büyük anne, oğlunun katiline bir tokat vurarak onu af ediyor…

Yıllardır yurdumuzda hep birlikte büyük acılar yaşadık yaşıyoruz. Zaman bazen külleri soğutsa da, annelerin yüreğindeki kor halen yanıyor için, için.  

Cumartesi anneleri; yıllardan beri her hafta toplanıp faili meçhul (!) cinayetlerde yitip giden canlarını arıyor/anıyorlar. Amaçları; gidenleri geri getirmek veya öç almak değil. Ama, bu kıyımları/cinayetleri yapanları/yaptıranları teşhir edip cezalarını çektirmek ve böylece listeye yenilerin eklenmesini önlemek…

Roboski anneleri; Ekmek parası için çalışan çocuk yaştaki yavruları katır sırtında iken -savaşta bile görülmeyen katliam-, kendi yurdunun savaş uçaklarında atılan bombalarla yok edildiler. Çok olmadı, henüz yaraları çok sıcak. Ama Soma faciasında yok edilen emekçilerin ailelerini ziyaret edip acılarını paylaştılar:
Amaçları;  daha çok, daha çok kazanmak için emekçilerin terini/kanını kara kömüre katkı yapıp onlara bu acıyı çektirenlere yeter artık dur deyip listeye yenilerin eklenmesini önlemek…

İşkence hanelerde, darağacında yok edilenleri, (alıp gideni belli, öldüreni belli olmayan) “faili meçhuller(!)”, “fıtrat ölümleri”, insan olmanın haklarını ve demokrasi istediği için oyun çağında öldürülen/sakat kalan çocuklar, gençler… Hepsinin de bir annesi var... O annelerin sadece isimlerini yazsak bile sayfalar, sayfalar tutar… Bir de öyküleri var ki (her birinin), yürek parçalayan…

İşte bu anneler yüreklerinde birer kor taşıyor ve Musa Eroğlu’nun sözleriyle;  Ben yandım eller yanmasın diyorlar…

 “İşkence hanelerde, darağacında yok edilenler, (alıp gideni belli, öldüreni belli olmayan) “faili meçhuller(!)”, “fıtrat ölümleri”, insan hakkı ve demokrasi istediği için oyun çağında öldürülen çocuklar… Hepsinin bir annesi var.” Dediğim için bana aşağıdaki soruları sorduğunuzu duyar gibiyim:

  -Peki bu caniliği yapan ve bunların kıyım emrini verenlerin bir annesi yok mu?
  -Peki, O anneler nerede?
  -Neden dur demiyorlar yarattıkları bu canavarlara?…

Bu haklı sorularınıza cevabımdır:

Bu annelerin de büyük çoğunluğu çığlık atıyor ama biz onları duymuyoruz. Bu konuyu bilip susan anneleri de, o meşhur yüzdeliklerle konuşan çan eğrisinin doğruları ile anlatabiliriz ancak. Bilirsiniz çan eğrisinin doğrularına göre; her çoğunluğun %4’ ü, istenmedik davranışlar gösterir/gösterebilir…

İşte size bu %4’lükler için örnek bir anne (bir zamanlar ülkemizi de yönetmişti); Ölüm listesi hazırlanan (alıp gideni belli, öldüreni belli olmayan) “faili meçhuller(!)” onun zamanında ve onayıyla olmuştu. O dönemde pek çok cana kıyılmış, toplu işkenceler yapılmıştı. Halen her Cumartesi günü çığlıklarını duymakta olduğumuz Cumartesi anneleri’nin de varlık nedeni olmuştu…

Çığlık çığlığa, omuz omuza gelen bu annelerin, tek bir amaçları var: Şimdiki ve gelecek yavruları ile toplumunu koruyup kollamak. Yani anaçlık…

Siz ey politikacılar! Sizler ki, şimdilerde hep ötekileştirerek, ayrıştırarak, vuruşturarak, hakkını arayana saldırarak, yasaklar ve mağdurluğa sığınarak, ben, sen, öteki, yaratıp yolsuzlukları kapatarak, kendinize politik çıkar ve güvenli gelecek sağlama yarışına girenlersiniz.

Bu çığlıklar, yavrularını/geleceğini tehlikede gören annelerin çığlıklarıdır.

Bu annelerin çığlıklarını neden duymuyorsunuz?

Bu çığlık atanların apoletleri, tankları, topları, tomaları yok diye mi?

Bence bunların öfkelerini sınamayın !

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 


Bu yazı Milliyet Blogda: