27 Eylül 2019 Cuma

Ziya Selçuk'un İmam Hatip tutkusu...


Sessiz kalmak bulaşıcı mı?

Bildiğiniz gibi toplumumuzun büyük bölümü 'bana ne' anlayışı ile, olup biten haksızlıkları görse bile görmezden gelir, sadece sessizce izler. Vicdanı onu 'konuş!' diye rahat bırakmasa da o;'yerin kulağı var' diye konuşmaz, susar... Sonra bir gün onun canı yanmaya başlayınca da... artık geç kalmıştır.    

Gençlerimiz en az 12 yıl okur ve gelecekleri için üniversite sınavına girerler.

ÖSYM 2019 Raporuna göre; Üniversite için Temel Yeterlilik Testi sınavına giren 2 milyon 300 bin kişiden;
  •  1.477.782 kişi Biyoloji,
  •  1.163.813 kişi Kimya,
  • 1.131.340 kişi Fizik,
  • 437.455 kişi Tarih,
  •  419.010 kişi Coğrafya,
  • 307.712 kişi Matematik
…testinde, HİÇBİR SORUYA DOĞRU CEVAP VEREMEMİŞ!..

Dikkat…! 

Bu tablo, geleceğimiz olan ve en az 12 yıl okumuş gençlere aittir...

Bu tablo, yıllardır bilimden, demokrasi ve laiklikten uzak tutulan gençlere aittir. Onlar düşünmez, sormaz, yorumlamazlar, sadece ezberler ve susarlar. Eğitimciler bu anlayışa imam hatip anlayışı derler...

Acaba, tablodaki 'cevapsızlık' ile toplumsal suskunluğumuz arasında bir ilişki mi var? Yoksa, “sessiz kalmak”  bulaşıcı bir hale mi gelmiş!..

Peki, bu gençlerden birisi sizin çocuğunuz olsa ne düşünürdünüz? 

***
AKP iktidarıyla imam hatip rüzgârına tutulan eğitim sistemimiz, ortaçağa doğru hızla yol alıyordu. Ve bu durum, halkın büyük çoğunluğunda 'gelecek endişesi' yaşatmaya başlamıştı...

İşte böyle bir ortamda, MEB’in başına Sn. Ziya Selçuk getirildi. O, eğitimciliği ile tanınan birisiydi. Onun bu kimliği, parti farkı olmadan toplumun her kesiminden büyük destek almış, bir “umut” yaratmıştı. 

Akıl ve mantık, Z. Selçuk'un kendisine verilen bu desteğe saygı duyması ve  çalışmalarını objektif olarak yapmasını gerektiriyordu. Çünkü ancak o zaman, bilimsel  çizgiden ayrılmış olan eğitim sistemimiz, çağa uygun, demokratik, laik ve bilimsel bir anlayışa kavuşabilirdi. Bakanın, eğitim sorunları için bilimsel yöntemlerle çalışan bir ekip oluşturması, öğretmenlerle el ele verip, dinci-ezberci hale getirilen eğitim sistemini öğrenci merkezli kılması isteniyor ve bekleniyordu.  

Ama ne yazık ki böyle olmadı... 

Ziya Selçuk'un niçin bakan seçildiği de çok geçmeden anlaşıldı: Meğer bu atama; azalan kamuoyu desteğine yönelik bir algı operasyonu, yani bir proje imiş!.. 

Ziya Bey, ara sıra öğrenci-veli-öğretmenlere bazı sözde kalan sözler söylese, espriler yapsa da, beklentilere cevap veremedi. Kısacası, kendisinden öncekileri hiç aratmadı. 

Konuşmaları ve medyadaki paylaşımlarında da önemli gaflar yaptı: 

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı olan AKP adayı Binali Yıldırım'ın vaatleri olan reklamı, kendi sosyal medya hesabında paylaşarak taraf olduğunu herkese ilan etti!.. 

Ayrıca, bilimsel verilere dayanmadan bazı imam hatip güzellemeleri yaptı ki, bu durum hiç bir akademisyenin başvurmadığı bir yoldur. Böyle yaparak tarafgirliğini pekiştirdi ve 'bir imam hatip sevdalısı' olduğunu da kanıtladı. 

İşte bilimsel dayanaktan uzak konuşmasından iki alıntı: 

1.“İmam hatipler vicdan ile liyakatin bilim ve teknolojiyle birleştiği yerdir” 

2.“İmam hatip meselesi aslında dünyada bilimle, manevi atmosferi, maddeyle manayı birlikte ele alabilecek bir atmosferi, ortamı, iklimi, birçok dünya ülkesine, millete de örnek olarak gösterebilecek numunedir”

Ziya Bey, işte bu eylem ve söylemleriyle; hem eğitimin etik kurallarını çiğnedi, hem de kendisine verilen kamuoyu desteğini kaybetti...


*
Şimdi benim de Sn. Selçuk'a birkaç sorum olacak:
  • İslami vakıf, tarikat ve cemaatlerin güvenlik, yargı,... ve MEB'de yaptıkları biliniyorken, siz neden anlaşmalar yaparak, bu yapılanmalara okullarımızda alan açıyorsunuz? 
  • MEB'de etkin kılınan "imam hatip anlayışı" ile (çıkarcı ve fırsatçılara kul olabilecek); düşünmeyen, sormayan, yorumlamayan, bağımlı ve ezberci bir nesil yetiştiğini biliyor musunuz? 
  • ÖSYM 2019 Raporundan alıntıladığım yukarıdaki tablo hakkında ne düşünüyorsunuz? 
  • Siz eğitimci bir akademisyensiniz, dünyada; bilimi, fenni öteleyip de sadece dini eğitimle ilerleyen bir ülke olduğunu duydunuz mu? 
  • Eğer dini eğitimle ilerleyen bir ülke yoksa, siz niçin bir eğitim bakanı olarak, imam hatip güzellemeleri yapmaya ihtiyaç duydunuz?
  • Ortaçağ anlayışı ile çalışan, deney ve yorumlama yaptırmayan, sadece bellek geliştiren ezberci bir yöntemi esas alan imam hatip anlayışına bu tutkunuz nereden çıktı? 
  • Sn. Selçuk, mademki, İmam Hatipler eğitimde bir 'numune' ve imam hatip eğitim anlayışı ile okulculuk bu kadar gerekli/önemli ise; neden siz de kurucusu olduğunuz okulları, Özel Maya İmam Hatip Okulları'na dönüştürmüyorsunuz? 


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

20 Eylül 2019 Cuma

Eylül bitti bitecek...


Günlerdir "Dolunay Şöleni" var Boğaz’da...

Bu gecelerde; ‘Dolunay-rüzgâr-su üçlüsü renk cümbüşü olup, buluşur nağmeleriyle orkestranın ve o muhteşem şölen başlar...

Aslında herkesin böylesi şölenlere ihtiyacı vardır. Çünkü o coşkuyla, bir an bile olsa insanın; içi şenlenir, acıları, gerginlikleri unutulur ve gecesi aydınlanır.

Tabii ki, sonra da sabah olur, gün ışıldar, herkes kalır derdiyle baş başa…

“Eylül; hasat, arpa, mısır, meyve ayı” derler ya. Ben de kısaca; “Eylül; yaşam için hazırlık ve okul ayı” diyorum.

Kışa ve okula hazırlık…

İşte okullar açıldı.

Haklı olarak her veli, çocuğu için; sağlıklı, mutlu ve başarılı bir hayat ister. Böyle bir hayatı sağlamanın yolu da; bilimi, fenni önceleyen, laik, demokratik ve güvenli bir eğitimden geçer. 

Bunun için veliler haklı olarak, iyi okul, iyi öğretmen arayışı içindedirler ve bu  arayışlar hiç bitmeyecek gibi… 

Abbas Güçlü, "Öğretmen, öğrenci ya da veli olup da mutlu olan var mı?" diye soruyor.

Sizce var mı?

Peki, toplumda; öğretmen, öğrenci, veli dışında kalan kaç kişi var?!..

Demek ki?

...
***                            

Abbas Güçlü, "mutlu olan var mı?" diye sormuştu ya, biz de bu gözle bakalım yurdumuz insanlarına:

Emekli veya çalıştıkları halde geçim sıkıntısı çeken ve açlık sınırında yaşayan on milyonlar...

İşsiz olan milyonlar... 

710 bin EYT'li (emeklilikte yaşa takılanlar)...

"3600 gösterge" sözü verilenler... 

Ve eşleri, çocukları, yakınlarını kaybedip onlar için meydanlarda, sokaklarda, kapılarda adalet arayan gözü yaşlı, acılı insanlar...  

Bir de suçsuz oldukları kesin olan, yüz binlerce, öğretmen, memur ve akademisyen var. Evet, 'suçsuz oldukları kesin' dedim, çünkü eğer suçlu olsalar, ceza alır, tutuklu olurlardı. 

Bunlar tek kişinin buyruğu olan KHK'ler ile görevine son verilenler!...

Yargılamadan suçlanmak, suçu olmadan cezalandırılmak! Olamaz, olmamalı!

Beğenmediğini cezalandırmak bir nefret suçu, yani insanlık suçudur. Bu işte kindarca bir 'şahsilik' var!

İşini alıp aşını kesmek, ailece açlığa mahkum etmek, demokrasilerde olmadığı gibi, ilkel kabile törelerinde bile yoktur. 

Fakat şu an karşımızda 140 bin KHK'lı var. Ve onların çocukları, eşleri, yaşlıları ile birlikte yüz binlerce suçsuz insan...  

***

MHP destekli AKP iktidarı, devlet gücünü, toplumsal uyuşma ve barış için değil de 'ya hero, ya mero' anlayışıyla, baskı ve ötekileştirme için kullandı. Bunun için de kısa bir zaman önce yapılan yerel seçimlerde umduklarını bulamadılar. Fakat bu yenilgi için kendilerine hiç ayna tutmadılar, kendilerinden olmayanları, "hain, terörist..." sayan ayrıştırıcı, çatıştırıcı söylem ve eylemleri için pişmanlık duymadılar. Eski söylem ve eylemlerine devam ettiler: 

Yüzyıldır yurdumuzun süregelen 'Kürt Sorunu' var. Bu sorunu 'Karşı çıkanı yok et' politikaları çözemez. Bu sorun, ancak ve ancak; insan hakları ve demokrasiyi önceleyen barış yöntemleriyle çözülebilir. Çünkü yıllardır uygulanan güvenlikçi politikalar sadece; ölüm, acı, gözyaşı, öfke, kin ve nefret üretti! 

Bitti, bitti! dediler bitmedi, işte... 

Yeter!!! Bu gerçekleri görünüz artık!

Şimdi artık uzlaşmayı, anlaşmayı, barışı, yaşamayı öncelemek gerekir. 


*
Evet dostlar!...

Hayat devam ediyor...
Eylül’ün yirmi günü geride kaldı. 
Ara sıra serin serin esse de rüzgâr, 
Yaz sıcakları bitmedi daha. 
Günlerdir Dolunay şöleni var Boğaz'da, 
Bugünlerde çocuğun, velinin, öğretmenin,  
Sokaktaki işsiz, güvencesiz, acılı insanın, 
Hem de iktidarın yanakları alev alev... 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız



13 Eylül 2019 Cuma

Anneleri bölerek ayırmayınız!


Dün, lanetlenmesi gereken zalim 12 Eylül Darbesinin yıl dönümüydü.


Annelerin, çokça acı, çığlık ve öfkeleri saklıdır, o gün/o yıllarda:

49 İdam, 171 işkenceli ölüm, 300 kuşkulu ölüm, 14 açlık grevi ölümü ve 650.000 gözaltıda pek çok "insanlık suçu" işlendi. 

O faşist katillerin insanlarımıza ve insanlığa yaşattığı acılar, karanlık günler ve tortuları, henüz bitmedi devam ediyor.

Yıllardan beri yaşanan olaylarda; faili belli olan, olmayan binlerce ölüm, binlerce sakat ve yüzlerce gidip de dönmeyenimiz oldu. Kuşkusuz ki, bunların her birisini bir anne doğurdu, var etti, onları fedakârca, yokluklara, zorluklara karşı korudu, büyüttü.

Fakat birileri de onları yok etti.

Hani derler ya “ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar”…  Aynen öyle…

755 haftadan beri toplanan 'Cumartesi Anneleri'ni herkes bilir.

Ayrıca, Soma, Ermenek, Roboski, Diyarbakır, Suruç, Ankara, Sultanahmet vb. adlarla anılan pek çok acılı anne gruplarımız var. 

Ve de bu annelerin devletten çok haklı bazı istekleri var.

Kimi kayıpların nerede olduğunu, nereye gömüldüğünü, kimi kemiklerini, kimi katliam faillerinin belirlemesini, hesap sorulmasını ister.

İşte bu insani amaçlarla ve ‘insan haklarını’ kullanarak giderler meydanlara, mezarlara, parklara…

Oralarda oturur, söyleşir, acılarını paylaşır, sloganlarını atar, olayları lanetler, protesto ederler…

Fakat onları, hemen oraya gelen ve asıl görevi kendilerini korumak olan polislerin; baskısı, barikatları, copları, panzerleri, tomaları, tazyikli suları, biber gazları karşılar.

İşte anneler böyle bir ortamda, acılarını haykırır ve içlerine akıtırlar gözyaşlarını...

Yetkililerden hiç birsi ortaya çıkıp da, "Bu acılı annelere yapılanları durdurun, durun yapmayın!.." Demez, belki de diyemezler. 

Hatta onları kahraman ilan edip destek verenler de pek çoktur. 

Eğer halktan birileri çıkıp durun, yapmayın derse, onlar da, saldırıya uğrar ve  hainlikle suçlanır.

Hani, Mardin’in Kızıltepe’de 1992-96 yılları arasında asker ve korucular tarafından öldürülen ve kör kuyulara atılan 22 sivil vardı ya? Kamuoyunda Kızıltepe JİTEM Davası olarak bilinirdi. İşte o dava yıllarca süründürüldü, başka illere taşındı ve son duruşması 5 gün önce Ankara’da yapıldı.

Ve tam da beklenen oldu: tüm sanıklar beraat etti!  Zorla kaybetme, cinayet, yargısız infaz suçları ise zaman aşımına uğradı... 

Anneleri bölerek ayırmayınız!

Diyarbakır HDP’nin önünde 10 günden beri toplanan bir anne grubu eylem yapıyor.

Diğer anneler gibi bu annelerin istekleri de haklı ve çok saygıdeğer.

Bu anneler, PKK'ya katılan veya kaçırılan çocuklarını istiyorlar.
Bu annelerin diğer annelerden farkı ise şöyle açıklanabilir; bunlar, çocuklarımızı devlet bulup getirsin demiyor, bu işi resmi bir parti olan HDP yapsın istiyorlar.

Peki, niçin, neden ve hangi amaçla, bir siyasi parti olan HDP ile bu acılı anneler karşı karşıya getiriliyor?  

Demek ki, bu acılı ve haklı anneler yanlış bir adresteler.  

Çok önemli bir farklılıkları daha var: 
Polis teşkilatı bu annelere; barikat, baskı, cop, panzer, toma, tazyikli su, biber gazı kullanarak karşı durmuyor. Tam tersine onları koruyor. 
Devlet de o annelerin; sağlık, yemek, su vb. ihtiyaçlarını karşılıyor ve bu eylemi desteklesinler diye çağrılarda bulunuyor. 

Bunlar ne güzel gelişmeler değil mi? 

İsteğimiz odur ki; devletin, bu müşfik koruyuculuğu ayırım yapmaksızın bütün hakları gasp edilen, adalet isteyen vatandaşlara ve yıllardır meydanlarda çığlıklarla acılarını haykıran annelere de gösterilmesidir. 

Bekleyelim ve görelim...    

Darısı adalet isteyen diğer annelerin başına...  


***
Nereden nereye…

Seçimde istediği sonucu alamayan iktidar bugünlerde çok zorda; kaynakları azalmaya başladı, bazı hortumlar kesildi-kesilecek.

Artık eskisi gibi yakınlarına kazanç, kaynak dağıtamayacak. 

Şu büyük tesadüfe bakınız:

12 Eylül 2019 günü yani dün, Hazine ve Maliye Bakanlığı bünyesinde ‘Borçlanma Genel Müdürlüğü’ kuruldu!

1 Eylül 1881’de de Osmanlı maliyesi iflas edince, 2.Abdülhamid, şimdiki İstanbul Lisesi binasında, Düyun-ı Umumiye İdaresi’ni kurdurmuştu. 

Bu da Osmanlı'nın yarı sömürge olmasının en belirgin göstergesiydi.  

Nereden nereye…


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

30 Ağustos 2019 Cuma

“Susma, sustukça...”

 

1969’da kaybettiğimiz anneannem bana 1915 yılına ait bir anısını, süzülen gözyaşları eşliğinde Kürtçe anlatmıştı (Türkçe bilmiyordu). Bende iz bırakan bölümü kısaca şöyle: 

Korku ve telaş içindeki bir Ermeni anne, iki eline sımsıkı tutunmuş iki çocuğuyla birlikteyken anneannemle karşılaşmış ve ona (ağlayarak) demiş ki: “Ev zordestî ji bo me îro ye, sibê ji bo we ye…”  Türkçesi: “Bu zulüm bugün bizim için, yarın sizin…

*
Bir Alman Papaz olan Martin Niemöller, 1940’lı yıllardaki Nazi zulmü karşısındaki tutumunu özeleştiri yaparak söyle anlatır:
“Önce Komünistler için geldiler
Ve ben sustum
Çünkü Komünist değildim.
     Önce Sosyalistler için geldiler
     Ve ben sustum
     Çünkü Sosyalist değildim. 
Önce sendikacılar için geldiler
Ve ben sustum
Çünkü ben sendikacı değildim.
     Önce Yahudiler için geldiler
     Ve ben sustum
     Çünkü Yahudi değildim.
Sonra benim için geldiler
Ve benim için konuşacak
Kimse kalmamıştı.”

***
“Susma, sustukça sıra sana gelecek!”

Bu günlerde, halkın, büyük desteğiyle seçilmiş olan; Diyarbakır, Van ve Mardin Büyükşehir Belediye Başkanlarını, atanmış  olan bir bakan, sadece dedikodu ve varsayımlara dayanan gerekçelerle geçici olarak(!) görevden aldı. Yerlerine de atanmış olanları getirdi. Yani atanmış olan biri, halkın oylarıyla seçilenleri, kendi yanlısı olmadıkları için istemedi ve görevden aldı. Böylece yüz binlerin iradesi hukuksuz olarak gasp edilmiş oldu. 

Kuşkusuz bir görevlinin suç işlediği kesinleşmişse onun görevine devam etmesi savunulamaz. Ama, aması var: Bu kesinleşme yargı kararı ile olmalı. Bir kişinin suçlu olması için üç aşama vardır. Kişi ancak; birinci aşamada 'şüpheli', ikinci aşamada 'sanık', üçüncü aşamada ise 'suçlu' olabilir. Yoksa birisi kendisini; hem ihbarcı, hem savcı, hem de yargıç görüp, birilerini 'suçlu' ilan edemez!... 

Haydi varsayalım ki seçilmiş bir belediye başkanı suç işledi ve görevinden alındı.

Peki, niçin belediye meclisinin yeni başkan seçmesini engelleyerek, bir 'atanmış kayyım' atıyorsunuz?

Peki, tüm belediye meclisi suçlu mu, neden onları işlevsiz bıraktınız?

Peki, bu işlemler seçimi ve oy kullanan yüz binlerce insanı yok saymak değil midir?

Peki, benzer sorun yaşadığınız başka illerimizde belediye meclisleri yeni başkanını seçmedi mi, neden Diyarbakır, Van ve Mardin bu kuralın dışında bırakıldı?

Peki, bu ayrımcılık değil mi, hani Kürtler ve Türkler et ve tırnak gibiydi?

Demek ki bu bir kurt ve kuzu hikayesi... Ama bilin ki, artık kurt kocadı!...  
  
İşte böyle... Henüz mahkeme kararı ortada yokken, yapılan olan bu haksız ve hukuksuz uygulama, vicdani duyarlılığı olan herkesi rahatsız etti ve “Susma, sustukça sıra sana gelecek!” diyen bir çığlık olmaya başladı.

Bu çığlığın sahibi her kimse, belli ki çokça canı yanmış, ya da sıra kendisine gelinceye kadar beklemiş olan kimsesiz, çaresiz biri. Ne var ki, halk bu sözü sahiplenerek sahibinden almış; dayanışmanın sloganı, herkesin malı ve çığlığı haline getirmiş: “Susma, sustukça sıra sana gelecek!” 

Şimdi de pek konuşulmayan bir konuyu dillendirmek istiyorum. 

"Susma, sustukça sıra sana gelecek!” sözü, sadece bir kişinin, grubun veya kentin zarar görmemesi, o kişi, grup ve kentin kendisini koruması için değildir. Tüm insanlık içindir.

Çünkü bu söz, bir insani farkındalık ve demokratik dayanışma yaratmak için söylenmiştir.

Sadece sıranın kendimize gelmemesi için, susmayıp eyleme geçmemiz, bencillik sayılır. Böylesi bir anlayış da ayıp değil midir?

Bu yazımız içinde sıralanan söz ve alıntıların hiçbiri tekil/özel durumlar için değildir. Bu sözlerin içinde bir kişi ve grubu aşan, demokrasiyi, insanlık değerlerini ve insanlığı korumak isteyen bir psikoloji ve felsefe vardır. 

O halde; zalim ve zulme karşı susmamamız, sıranın bize gelmemesi gibi'bencil' bir eylem olmamalıdır:

Bu dayanışma; insanlık değerleri, hak ve hukuku korumak için yapmalıdır.

Bu dayanışma; hiçbir şeyin bedeli ve karşılığı değildir, olmamalıdır.

Bu dayanışma; demokrasiye ve halkın iradesine yapılan darbeyi, demokratik yollarla etkisiz kılmak olmalıdır.

Bu dayanışma; birileri, nerede, ne zaman zarar-zulüm görürse oraya ulaşıp, insani, vicdani ve demokratik değerlere göre kimlik-inanç ayrımı yapmadan yapılmalıdır. 

Bu dayanışma; sadece Diyarbakır, Van ve Mardin için değildir. Çünkü insan hakları ve demokrasiyi yok sayan hak ihlalleri, yurdumuzdaki her bireyin ve insanlığın ortak sorunudur.


Zalim ve zulüm karşısında susmak;

  • Hukuksuzluk ve haksızlığı kabul etmek.
  • Özgürlüğünü teslim etmek,
  • Güçlüye boyun eğmektir.


***
Ve sözü, 2005 Galler Ulusal şairi Gwyneth Lewis'in dörtlüğü ile noktalayalım:

“Bir Kişi Bile Fark Yaratabilir”

“Adalet kavgası benimle başlayıp biter.
Hakikat söyleyebileceklerimin sesidir.
Sadece başkaları hürken ben iyi olabilirim
Ve doğrunun bedelini ödemeye hazırım.”


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

28 Haziran 2019 Cuma

Mukaddes Erdoğdu Çelik Yazmış


Mukaddes Erdoğdu Çelik, pek çok kitabın yazılmasına katkı sağladığı gibi sosyal medya ortamında da makaleler yazan çok üretici bir yazar. Geçen hafta size M. E. Çelik’in üç biyografik romanını okuduğumu ve bunlarla ilgili görüşlerimi yazacağımı söylemiştim.

İşte Türkiye sorunları ile dopdolu o üç eser:

Bizim Çakır Devrim Hamalı

Bu eser, aynı içerikle Ceylan Yayınları tarafından 2000 yılında: Bizim Çakır… 2001 yılında Devrim Hamalı…  2006 yılında ise Bizim Çakır Devrim Hamalı olarak okuyucu karşısına çıkmıştır.

İrfan Çelik (1950-1980) Bizim Çakır Devrim Hamalı eserinin öznesidir. Eşi Mukaddes Erdoğdu Çelik onu şöyle anlatır:

“Onunla mahkeme arkadaşı, kavga yoldaşı ve nihayet hayat arkadaşı olarak toplam yedi yılı paylaştım…
Onu bir sıkıyönetim mahkemesi salonunda tanıdım. 12 Mart darbesi ve balyoz hareketinin son halkasında, 1973’te…
Onu yine bir sıkıyönetim zindanında yitirdim. 12 Eylül darbesinin üçüncü sabahında…”

İrfan Çelik Yozgat-Yerköy-Köycü köyünden yoksul bir ailenin çocuğudur. Parasız yatılı sınavı kazanarak Tokat Öğretmen Okuluna gider. Okulda başarılı bir öğrenci olduğu için sadece seçili öğrencilerin yönlendirildiği: Ankara-İzmir-İstanbul’da bulunan Yüksek Öğretmen Okullarından biri olan İstanbul'daki Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na gitme hakkı kazanır. Okulda öğrenci lideri olan İbrahim Kaypakkaya ile tanıştır. Bu tanışma sonrasında Kaypakkaya, İrfan Çelik’i arkadaşlarına; “Bizim Çakır” olarak tanıtır ve “Bu Çakır, çok iyi, gelişmeye açık, olumlu özelliklere sahip.” Der.

İşte bu nedenle, Mukaddes Erdoğdu Çelik de; mahkeme arkadaşı, kavga yoldaşı ve hayat arkadaşı İrfan Çelik’ i anlatan kitabına: ”Bizim Çakır Devrim Hamalı” adını verir.

Yazar bu otobiyografik kitabı yazarken; sadece eşi İrfanı’ın kendisine anlattıklarına ve 7 yıllık beraberlik sonunda edindiği gözlem, yorum ve çıkarımlarıyla yetinmez. Ayrıca uzun/yoğun uğraşlar vererek İrfan Çelik’in pek çok akrabasına, mahalle, okul, sınıf ve dava arkadaşına, Filistin'de birlikte olduğu arkadaşlarına ulaşarak; onlara bazı bilgileri doğrulatır ve onlarını izinleri ile katkı sağlayan bazı yeni bilgilere ulaşır. Bu yöntemi eğitimciler; 'yaparak, yaşayarak, araştırarak, sorgulayarak, içselleştirerek öğrenme/üretme' olarak tanımlarlar. Ki, bu yöntemle, en kalıcı öğrenme ve en verimli üretim sağlanır.

Bende iz bırakan bu güzel eseri bazen ıslak gözlerle, bazen de erken sonlanan gülücüklerle, fakat hep saygı duyarak ve hayranlıkla okuyup bitirdim.

Eseri okumaya başladığım günlerde, kitabın yazarı olan arkadaşım Mukaddes’e: “Sevgili arkadaşım; “Bizim Çakır” olarak isimlendirdiğiniz ve büyük acının birikimi olan eserinizi hemen okumaya başladım. Anlatımınız, “acıyı bal eyleyen” bir akıcılık ve güzellikte... Bu günlük bu kadarla yetinip gelecek günlerde konuşmak üzere..." diye yazmıştım. 

Bu görüşlerimi sizin için de tekrarlayabilirim. O halde sanırım buraya üç nokta (...) koymak yerinde olur. Böylece eseri okuyacak olanlara, daha özgün değerlendirme, eleştirme ve katkıda bulunma fırsatı vermiş olurum. 

Kutsiye Bozoklar Kelepçeye İnat Hayat (1953-2009)

Kutsiye Bozoklar, İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi öğrencisi ve henüz 20 yaşında Anamur'lu bir gençtir. 19 Mart 1973 günü, dört arkadaşı ile birlikte Şehremini'deki bir öğrenci  evinde iken, ev polislerce kuşatılır. Çatışma sonunda; Feryal Sarıoğulları sağ, Ali Şenci ve Kutsiye Bozoklar yaralı olarak çıkarlar, Ahmet Muharrem Çiçek ise öldürülmüştür.

K. Bozoklar, yaralı haliyle işkenceli sorgulardan geçirilir ve tutuklanır. Gerekli tedavisi zamanında yapılmadığı için çok büyük acılar yaşar, adeta ölüp, ölüp dirilir ve sonunda da ömür boyu tekerlekli sandalyeye mahkûm olur.

K. Bozoklar sandalyeye mahkûm olduktan sonra dava arkadaşları olan yoldaşları onu hiç yalnız bırakmazlar. Mukaddes Erdoğdu Çelik de sık sık birlikte olduğu sırdaşlarından biridir. Kısıtlı olan Kutsiye ve yaşlı annesine yoldaşları, ev ve hastane ortamlarında; psikolojik destek, ekonomik yardım ve her türlü hizmetleri bir örgüt disiplini içinde aksatmadan yaparlar. 

Bu anlayışla yapılan çalışmalar insana, dayanışmanın önemi ve gerekliliğini düşündürür ve insanı mutlu kılar. Belki bu kitabı okurken sizlerin de en çok etkileneceği bölüm, hiçbir çıkar gözetilmeden yoldaşça yapılan bu dayanışma anlayışı olacaktır. 

Yazar, K. Bozoklar'ın hayatını anlatırken de sadece ortak yaşantı gözlem, yorum ve çıkarımlarına yer vermemiş, pek çok akraba, okul, sınıf, mahalle ve dava arkadaşları ve evde, hastanede hizmet edenlere ulaşarak, yeni bilgilere, anılara ve belgelere ulaşmıştır. 

İşkenceler, hapislik, sandalyeye mahkûm olmak ve tüm yaşananlar, K. Bozoklar'ı hiç yıldırmamıştır. O, her ortamda inandıklarını dile getirir. Dergilere Işık Kutlu mahlasıyla yüzlerce makale yazar. Ülke gerçeklerini anlatan bu yazıları;  betimlemelerle süsler, şiirsel bir akıcılık ve yalın bir dille sunar.  Böylece yoldaşları olan işçi-emekçi ve öğrenci gençliğe ışık tutar, onlara coşku verir. 

12 Eylül karanlığı içinde o, devrim için sürekli üretim yapan, çok sevilen birisidir. Sürekli kitap okur. Onun için yayınlanan her eserin alındığını; Onun da okuyup gerekli notları aldıktan sonra arkadaşlarıyla paylaşıp, tartıştığını daha sonra da kitabın  kitaplık rafına konulduğu (kitaplarına çok düşkün olduğu için kimseye vermek istemediği...) belirtmektedir.

K. Bozoklar, kısa yaşamı süresinde, biri şiir olmak üzere 11 kitap yazmıştır. (Ceylan Yayınları) 

Dünya devrim tarihinde, erkeklerle birlikte eline bazen silah, bazen kalem almış, eylemleri ve söylemleriyle mücadelelere katkı sağlamış pek çok kadın vardır. Fakat sonraki yıllarda nedense bu kadın kahramanların pek çoğu anılmaz ve unutulur. Ülkemizde de böyle kahramanlar çoktur.  Bence Kutsiye Bozoklar da bunlardan birisidir. 

Alim’e Yazıldı

Besile, Palu’da doğmuş okula gidememiş, Diyarbakır’da büyümüş evlenmiş üç erkek çocuğu olan bir anne... Evinde kendisi, üç erkek çocuğu ve kocası ile birlikte beş nüfus yaşarlarmış. O coğrafyada sürekli çatışmalar ve ölümler vardır.  Gençler istediği okullara gidemiyor, işsiz, güvencesiz ve huzursuzdur. 90’ların o çatışmalı ve savaş ortamında büyüyen büyük oğulları Şivan, bir gün kendilerine haber vermeden evini terk edip dağdaki gerillalara katılır.

Besile anne, çok üzülüp oğlunun özlemini çekerken, bir yandan da dert ortağı, can yoldaşı ortanca oğlu Ali’nin de bir gün kendilerini bırakıp gideceği endişesi ve korkusu içindedir.

Oğlu Ali'ye yalvarır, ondan kendilerini bırakıp gitmeyeceğine dair sözler alır. Fakat abisinin gidişinden beş yıl sonra Üniversite sınavına girmiş olan oğlu Ali de apansızın bir mektup bırakarak evini terk eder ve abisinin yanına gider. Orada bir süre eğitim aldıktan sonra da DAİŞ ile savaşmak için Kobane’ye gider.

İŞİD bombacısı katillerin, Suruç’ta toplanıp Kobane’ye gitmek isteyen gençlerden 30 canımızı öldürdüğü günlerde, Rojava’da da İŞİD çetecileri ile çarpışan Besile Narin'in Alim dediği 21 yaşındaki oğlu Ali de öldürülür...  

İşte böyle bir Türkiye gerçeği: “Alim’e Yazıldı” ...   


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

21 Haziran 2019 Cuma

“Arkadaş”


Eğer son üç yazımı okuduysanız, üçünde de yıllar öncesi arkadaşlarımı anlattığımı görmüşsünüzdür. Bu arkadaşlarım; söylem, eylem ve ürettikleri ile tanınmış olan kişilerdi. Hoşgörünüze sığınarak bu yazımı da üretken başka bir arkadaşıma ayırmak istiyorum.

Eğer bu dört arkadaşımı tanıtmak için kendimce bir öncelik sıralaması yapmış olsaydım, bugün size tanıtmak istediğim arkadaşıma öncelik verip onu en başa alırdım. Ama öyle yapmadım, onu sona bıraktım.  

Peki, onu neden sona bıraktım?

Çünkü onunla daha eskiye dayanan bir tanışıklığım vardı.

Çünkü bu arkadaşım bana epeyce emek verip, katkı sağlamıştı.

Çünkü onun toplamda 1100 sayfa tutan üç kitabını okumuştum.

Çünkü okuduğum o kitapların her sayfasında; ilgi ve duygularım dile gelmiş, bazen çok üzülmüş-ağlamış, bazen alkışlayıp-sevinmiş, bazen yermiş, bazen de çizgiler çizerek, soru ve ünlemlerle biten notlar almıştım.

Çünkü o 1100 sayfada; yoldaşlarımla karşılaşıp, kendimle yüzleşmiştim.

Çünkü…

İşte böyle bir arkadaşımı tanıtacak ve eleştirecek bir yazı yazmak benim için çok da kolay değildi. Parmaklarım kararsız, sözcükler uçuşuyor, yazmak zorlaşıyordu.

Siz de (haklı olarak) “çünkü” ile başlayan bu cümleleri okuyunca benim durumumu; ‘zoru sona bırakmak kolaycılığı’ olarak tanımladınız değil mi?

Evet, bence ‘zoru sona bırakmak kolaycılığı’ tanısında bulunmanız haklı bir tespit olur. Yani bu ötelemenin asıl nedeni, zordan kaçmanın örtük bir korkusu…

***
Kuşkusuz bu arkadaşlığı daha iyi değerlendirebilmek için biraz da o zamanki ‘beni' tanımanız gerekiyor:

Öğretmen okulu sınavını kazandın!... Gel, seni öğretmen yapalım!... Dediklerinde yıl 1962 ve ben henüz 12 yaşındaydım. Çağrıya uyup gittim, ikinci sınavı da kazandım. Böylece annemden-köyümden çok uzakta olan bir kentte altı yıl parasız yatılı olarak okuyacak ve öğretmen olacaktım.   

1963-1964 yılları, 13-14 yaşlarında bir öğretmen adayıyım, okumayı çok seviyorum. Derslerime çalışmak dışında, elime geçen gazete ve kitapları da okuyorum. Böylece; Çetin Altan, İlhan Selçuk, İlhami Soysal, Fikret Otyam’ı tanımıştım... (Hatta saman yapraklı bir bloknota, Çetin Altan’ın “Taş”, İlhan Selçuk’un “Pencere”  yazılarından kesip yapıştırmış, kendimce bir arşiv bile yapmıştım.) Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Orhan Kemal, Yaşar Kemal … Ve H. Ali Yücel döneminde MEB tarafından çevirileri yapılan dünya klasiklerini okuyarak da dünyaya açılıyordum.

6 yıl sonra Türkye Öğretmenler Sendikası (TÖS) saflarında, muhteşem Tandoğan Yürüyüşü’ne ve düzenlenen boykota katılmış, öğrencileri, köyü, köylüyü, tüm emekçileri seven bir öğretmen olmuştum.

5 yıl ilkokul öğretmeni olarak görev yaptıktan sonra “müfettiş” olmak için sınavı kazanınca, istifa etmiştim. Böylece ekonomik özgürlüğü olmayan bir öğrenci olarak, yeniden anne-baba eline bakar olmuştum.


***

Mukaddes Erdoğdu Çelik

İşte bu durumu ve özellikleri olan biri olarak tanışmıştım o arkadaşla…

Bizi; kim nerede ve nasıl tanıştırdı pek hatırlamıyorum. Bir gün (ismi yerine), kendisini “arkadaş” olarak tanıtan; ufak-tefek bir kız ile tanışmıştım. Bu yeni arkadaş benden (tahminen) 3-4 yaş küçüktü. Bu tedirgin, mahcup, bazen çaktırmadan küt kesilmiş tırnaklarını koparmaya çalışan kızı dinledikçe ona güvenmiş ve saygı duymuştum. 

İlk iki buluşmamızda sohbet konumuz, Dünya ve Türkiye’deki sol-sosyalist gelişmelerdi. Bu konularda bazı açıklamalar yaparak, benim görüş ve katkılarımı istiyordu (böylece beni tanımaya çalışıyordu). Bazı konuları ilk kez ondan duyuyor ve öğreniyordum. Çünkü dünya ve Türkiye'de  güncel olan sosyo-politik konuları iyi biliyordu.

İşte bu görüşmelerde  bazı ortak noktalarımız bulunmuş olacak ki, artık haftada bir, bazen de on beş günde bir buluşmaya başlamıştık. Buluşmalarımız bazen üçlü bazen de ikili oluyordu. Ve artık o benim arkadaşım olmaktan çok, bir öğretmenim olmuştu.

Toplantılarda daha çok, teksirlere yazılmış konuları okuyor ve tartışıyorduk. Çin'de ‘Kültür Devrimi’,  Mao’nun ‘Kızıl Kitap’ı  Arnavuluk’ta Enver Hoca, Hindistan’da Çaru Mazumdar, Üçüncü Dünyacılık, Sovyetler Birliğinde Revizyonizm, Türkiye’nin sosyo-ekonomik tahlilleri, Türkiye Solu'nda olup bitenler v.b konularımızı oluşturuyordu. 

Bir sonraki buluşmamızın tartışma konusunu belirleyip, toplantımızı bitiriyorduk. Bu da bizim sonraki toplantıya hazırlıklı ve etkili katılımımızı sağlıyordu.  

Ülke çapında can güvenliği kalmamış, hemen hemen tüm fabrikalarda, üniversitelerde, yüksekokullarda ve meydanlarda; boykot, grev, işgal eylemleri çoğalmıştı. Öğrenci-işçi dayanışması çoğalmış, soldaki bölünmeler de hızlanmıştı. Polis baskısı arttıkça artmış, polisler bile aralarında Pol-Bir ve  Pol-Der iki bölme ayrılmıştı.

Kimi okulundan atılmış, kimi okulunu bırakmış, kimi işsiz, kimi işinden atılmış, kimi yaralı, kimi büyük acılar çekmiş, kimi sorgu odalarında, sivil-askeri cezaevlerinde işkence görüyor, kimi hayatını kaybediyor. … Kaos yılları…

Böyle bir ortamda o arkadaş ile görüşmelerimiz kesildi ve uzun yıllar, haberleşmez olduk.

İşte o “arkadaş”ın Mukaddes Erdoğdu Çelik olduğunu çok sonra öğrenmiştim. O, ömrünün önemli kısmını, işkenceli sorgu odalarında, hapishanelerde, grevlerde, direnişlerde geçirmiş biriydi. Onun yoldaşı ve kocası da hapishanede tutuklu iken intihar süsü verilerek öldürülmüştü. 

Şimdilerde ise o çok bilindik biri... Nerede bir insan hakkı ihlali varsa orada, bir insan hakları savunucusu aktivist olarak onu görürsünüz.

Mukaddes Erdoğdu Çelik, o acılı yıllardaki yaşanmışlıkları anlatmak için üç dev otobiyografik roman yazmıştır. Bu kitaplarını, özelde İrfan Çelik (eşi), Kutsiye Bozoklar ve ‘Alim’ için yazmış olsa da, aslında o eserler acılarla dolu bir süreci kapsamaktadır. Bu sürecin bilindik bilinmedik pek çok öznesi yer alır bu eserlerde. Bu eserlerde onların; anıları, eylem, söylem, yanılma ve özlemleri anlatılmaktadır.

Bu eserler, resmi tarihin inkâr ve  karalamalarına inat olarak; yaşanmış olan o kanlı-acılı-faşist dönemi gerçek belgelerle gün be gün anlatmıştır. 

Böylece size arkadaşım/öğretmenim Mukaddes Erdoğdu Çelik'i kısaca anlatmış oldum. Fakat onun yoğun emek vererek yazmış olduğu üç eseri ile ilgili görüşlerimi sonraki yazıma bıraktım.

Devam edecek…



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız