22 Şubat 2025 Cumartesi

SOSYAL PSİKOLOJİ



8 Şubat 2025 Cumartesi

“Ya hep beraber ya hiçbirimiz!”


Bizim kuşağa '68'liler deseler de kendimi daha çok '78'li olarak düşünürüm. 


O yıllarda gençler demokratik-bağımsız bir ülke istiyor ve çok fazla kitap okuyordu. 


O yıllarda da şimdiki gibi solcu-demokrat-yurtseverler için: “Ya hep beraber ya hiçbirimiz" ortak slogandı.


Ve o yılların devlet politikasına göre: 'komünizm' en büyük tehlike veya hastalık sayılıyordu. 1950'de "Komünizmle Mücadele Derneği" adlı bu paramiliter oluşum devlet gözetiminde ülke çapında örgütlenir. Dernek; yurdumuzun tüm demokrat-yurtsever-sol-komünist ile azınlık halkları ve Alevileri düşman sayarak sayısız kanlı saldırılar yapmıştır. 


Ve o zamanın Başbakanı Demirel: “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz!", İçişleri Bakanı Faruk Sükan ise; 'Solcuların nefeslerini bile kontrol ediyoruz, hepsini 24 saatte toplarız!' demişlerdi.


12 Mart 1971-12 Eylül 1980 arası 9 yılda; iki faşist darbe, 11 hükümet değişmiş, ilan edilen sıkıyönetim ve olağanüstü haller süresince halkımız çok ağır bedeller ödemişti


1987'de kurulan illegal faşist JİTEM, Kürtleri hedef alan nefret dili, işkenceleri, "faili meçhul" katliamları ve hapishaneleriyle yurdumuzda bir korku iklimi yaratmış... Sonuç olarak: nice kasaba-köy yanmış, yıkılmış, sağ kurtulan insanları ise göç etmişti.

O zamanlarda da şimdiki gibi bilirkişiler vardı fakat onlar pek gizlenmez bilinirdi. Ve bu bilirkişiler de 141-142 maddeler için av peşindeydi. Bu amaçla: yurdumuzda yayınlanan; yerli-yabancı eserler, parti, sendika, dernek, kişi demeç-konuşma-bildirileri, olası bir komünist propagandası için satır satır incelenirdi. Uzun yıllar süren yargılama, tutukluluk ve sansürler olurdu. 


Bugünlerimizi soracak olursanız: bu günler de o günleri hiç aratmıyor!


Şimdilerde sadece, komünist yerine hain/terörist sıfatları kullanılır oldu.


***

 

Size yukarıda anlatmaya çalıştıklarım, sadece Türkiye'ye özgü olgular değildir, İnsanlık, ilk çağlardan beridir bunları yaşamakta... 

 

Hikayesi de kısaca şöyledir: İnsanlar, yaşamsal önemi olan beslenme, barınma ve güvenlik zorlukları karşısında kendilerini yetersiz-güçsüz bulmuşlardır. Deneyip yaşadıkça da bu zorlukları ancak dayanışma ve birliktelikle çözebileceklerini öğrenip-anlamışlar. 


Özetlersek; insanların yenilgi ve acılı yaşanmışlıkları devletlerin, ya da toplumsal barışı ve güvenliği sağlayacak gücün oluşturulması için gerekçe olmuştur.

Ve demek ki, dünyadaki tüm devletlerin amacı; kamu güvenliğini sağlayan ve herkesin hakkını koruyan bir düzen kurmaktır.

İşte, herkesi kucaklayan bu yüce amaç yüzünden; 'devlet' her yerde ve her çağda kutsanmıştır.

Peki acaba, dünyada bu yüce amacı güderek “halk” için hizmet üreten kaç devlet vardır?

Ve acaba dünyada, "halka" hizmet için kurulmuş, fakat sadece bir azınlığa, bir gruba, bir partiye hizmet eden kaç devlet vardır. 

Bu iki soruya da eğer önyargılardan uzak bilimsel yöntemlerle cevaplar ararsak, ne yazık ki dünyada hiçbir “halk devleti” olmadığını görürüz...

*
Burada biraz durmak isterim; Hani "denk geldi" derler ya, şimdi benim için de öyle oldu. Çünkü, yazılarımı sürekli okuyan bazı dostlarım bana: "Sen devlet karşıtı mısın?" sorusunu soruyorlar. 

Şimdi "denk geldi" ve ben de o dostlara soruyorum: 
Peki sevgili dostlarım; siz kuruluş amacına uygun çalışmayan böylesi devletlerin taraftarı mısınız?    
*

Çünkü dünyamızdaki hemen hemen tüm devlet yönetimlerde çokça egoist-zalimler var! Bunlar; deprem, yangın, savaş gibi felaketleri bile fırsata çevirirler. Fakat, bu zalimler de kendilerinden daha güçlü olan zalimlerden emir alır, onların piyonu olur, hatta bazen de zulüm görürler. 

Günümüz dünyasını otokratlar yönetiyor. Otokratlar, kendi ülkelerinde güçler birliğini ele geçiren halkı sömüren-ezen zalimlerdir. Düzenlerini sürdürmek için her yol ve yöntemi mubah sayarlar. Muhalifler onlar için birer düşman olduğu için yok olmalı veya etkisiz kalmalıdır. Bu amaçları için de her yol-yöntemi kullanarak ülkede güvensiz-korku dolu bir kaos ortamı yaratırlar. 

Korku-kötülük dolu bir iklimi yaratarak ömür süren: tüm hükümdar, kral, komutan, vali, kayyum, bilirkişi, din istismarcısı ve onların tetikçileri halkın kanı-emeği ile beslenip var olan bir çıkar zincirdir. 

Bu dokunulmaz küçük zincir, muhalifler için yalan ve algıya dayalı her tür tuzağı-kötülüğü planlar ve uygularlar. 

Bu zalimleri: "sen/siz hukuk dışına çıktınız" diye ayıplamak ve kınamak da hiç etkili olmaz!

Çünkü onlar güçlerini; hukuktan değil, hukuk dışı güçler ve odaklardan alırlar. 

Fakat bu insanlık düşmanlarının tek korkusu var o da: halkın birlik olup artık 'YETER!' demesidir.

Şimdi dünya vatandaşı/insanlık dostu iki ozanın dizelerine bakalım. 

Metin ELOĞLU, milyarlarca insanın haykırışını duymuş olacak ki:

"Yaşamak istiyorum 
Yaşamak istiyorsun 
Yaşamak istiyor 

Böyle şiir olmaz, diyeceksin; biliyorum. 
Ama böyle dünya olur mu? 
Böyle barış olur mu? 
Böyle hürriyet olur mu? 
Böyle kardeşlik olur mu? 
Biliyorum ki, katlanıver, diyeceksin; 
Ama böyle yaşamak olur mu!" Diyor. 
 
Bertolt BECHT de bu çığlığı cevaplarcasına: 

"Kim mi kurtaracak seni, köle?

Görecekler seni, kardeş.

yuvarlananlar uçuruma,

duyacaklar çığlıklarını:

Seni köleler kurtaracak kurtaracaksa!

 

Ya hep beraber ya da hiç birimiz.

Kurtulmak yok tek başına

yumruktan ve zincirden.

Ya hep beraber ya da hiç birimiz..." Diyor.  


Evet: 
“Bıbın yek!”
"Kurtulmak yok tek başına!"

25 Ocak 2025 Cumartesi

Bitti bitti bitmedi…


Bugünlerde her yurdum insanı gibi ben de çokça yaşamsal sorun ile yatıp kalkıyorum. 

Emin Toprak - DOSTÇA

10 Ocak 2025 Cuma

ŞEKOK


O, yaz-sonbahar aylarında haftada bir bazen iki kez köyden kasabaya yolcu götürüp getiren minibüsten inmiş ve köy içine girmeden, rüyalarına sık sık giren Peri Suyu vadisine doğru yürümüştü.

O, 12 yaşında bir çocukken ayrıldığı bu topraklara; çocukları büyüyüp, torunları olduktan yıllar sonra, deneyim ve tanıklıkları çoğalmış yaşlı biri olarak gelmişti.

O, bu topraklarda; altı yedi yaşlarında oğlak-kuzu-buzağı otlatmış, çocuk yaşta kızgın güneş altında; dağda, tarlada çalışmış, anasının dilinde: “lori-klam-cirok-stran” dinlemiş, gülmüş, ağlamış, düşmüş yaralar almış, hastalanmış, acı-sevinç çığlıklarla büyümüştü.

O, yedinci yaşının Eylül ayında, anadili yasaklanarak köydeki ilkokula başlamış, Mart-Nisan gelince de artık Türkçe konuşan-okuyan-yazan biri olmuştu. Ve çok mutlu olmuştu.

O, 12 yaşında iken öğretmen olmak için öğretmen okulunun parasız-yatılı sınavını kazanmış ve çok uzaklara gitmişti...

O, yaşamın: çıkış-iniş ya da yengi-yenilgi dolu bir süreç olduğunu bilir, okumayı çok sever, hurafeye değil bilime inanır, araştırmaya, deneye önem verirdi. Ve tüm olgu ile algıları; akıl, mantık, bilim süzgecinden geçirerek yol almaya çalışırdı.

O, yürümeyi, yürürken düşünmeyi, kendisiyle konuşup didişmeyi çok severdi. Şimdi de sırtını yaslamak, çevreyi gözlemek, kendisiyle konuşup tartışmak ve dinlenmek için bir yer arıyordu. Ve çok aramadan isteğine uygun bir yeri bulmuştu.

Burası; Peri Suyu Baraj gölüne altmış derecelik bir açıyla bakan bir tepedeydi. Kürtçe "Dâd" derlerdi buraya. Burada da gökyüzünü dallarıyla kucaklayan, yaşlı fakat oldukça dinç ve kocaman bir meşe ağacı vardı. Hemen onun dikey-yatay çatlaklı gövdesine sırtını yasladı ve ayaklarını da onun serin duldasına uzattı. Derin bir nefesle ciğerini şişirdi ve aldığı havayı yavaş yavaş boşalttı. Ve sonra da içten bir ‘ooohhh’ çekti.

Oturduğu yerin tam karşısında, kale duvarları gibi yükselerek vadiyi belirleyen: dağ-tepe-düzlüklerde; Bingöl-Sancak ile Elâzığ-Karakoçan-Çan köylerinin yerleşke-mera-arazileri...

Oturduğu yerin sol tarafında: Bingöl-Kığı köyleri, sağ tarafında ise: Bingöl-Yayladere köyleri vardı.

Ve şimdi çok tenha görünen bu topraklarda bir zamanlar; okullar cıvıl cıvıl, tarlalar ekili, meralar hayvanlar ... kısacası her yer yaşamın sesleriyle dopdoluydu.

...

Yaz mevsiminin sonu yaklaşıyordu, hafif hafif esen yel, koca meşenin yapraklarıyla oynaşırken, sararmaya başlamış çelimsiz kalmış olanları dalından hışırtıyla koparıp uçuruyor, güçlü olanları okşarcasına sarsıyordu. Oturduğu yerin 4-5 metre ötesindeki ‘Şekok’ ağacı da meşe ağacına ve onun garip misafirine bakıyordu.

O, yelin hışırtılı ezgilerini dinlerken iç sesi de dile gelmiş ve dudaklarında istemsiz kıpırtılar, akortsuz mırıltılar sıralanmıştı. Ve O, kabuğuna çekilmiş bir kaplumbağa misali, iç sesiyle yaşamı zor eden tüm aykırılıklara sövüp, söylenip dinleniyordu...

Her ne kadar şair: “Geçmiş geçmişte kaldı cancağızım” dese de pek de öyle olmuyordu. Geçmiş hiç yerinde durmuyor, geleceği sürekli tehdit ediyordu. Bu yüzden de sanki karşısına vadiyi boylu boyunca kaplamış kocaman bir perde asılmıştı. Bu perdede geçmişin tüm; acı-tasa-öfke-pişmanlıkları ile bir de henüz gün görmemiş-yaşanmamış geleceğe dair; kaygı-düş-korku-bilinmezlikler sıralanıyordu.

Ve akıyordu perdede susturulmuş coğrafyanın; günleri, ayları, mevsimleri, yılları, gerçekleri ve düşleri...

Zaten bu yükler yüzünden; pek çok uykusuz gecesi, çokça karmaşa ve duygusal boşluğu olmuş ve bunlar onu yorgun bırakmıştı.

Şimdi O, geçmişin yaşlı tanığına sırtımı dayamış, yarı uykulu yarı uyanık gözleriyle çevreyi izliyor-düşünüyor ve içinde saklı kalmış çocukluğunu arıyordu.

O zamanlar, Peri Suyu; birçok dere ve çaydan aldığı güçle üç mevsim coşku ile deli-dolu akardı. Yaz olunca debisi biraz düşer, o da dinlenir, sakinleşirdi. Fakat şimdi Peri Suyu; derin, karanlık, durağan bir göl olmuştu. Neşe ile yüzüp kaçışan atik balıkları yok olmuş, onların yerini tembel tombul sazanlar almıştı. Ve artık Peri Suyunun ne kelekleri ne de yolcuları kalmıştı.

...

O, çocukluk yaşantılarını pek anımsamasa da bir Peri Suyu anısını hiç unutmamıştı:

Altı yaşında kar-fırtınanın olduğu bir kış günü çok hastalanmıştı. Ateşi düşürmek için buzlu- sirkeli sular çare olmamış, sabaha kadar ateşler içinde kıvranıp sayıklamıştı.

Babası yine gurbetteydi...

Annesi alacakaranlık sabah ayazında komşu Hüseyin’i çağırmış, çocuğu sırtında Karakoçan-Çan nahiyesine götürmesini istemişti.

Orada, “penisilin iğne” yapılacak ve yavrusu iyileşecek...

Peri Suyu’nu kelekle geçtiklerinde, uğultular koparan rüzgâr eşliğinde yoğun kar yağışı...

O, yanakları alev alev olarak Hüseyin amcanın sırtında inliyor...

Annesi, sürekli ağlıyor ve dua ediyor...

Hüseyin amca da “abla ağlama” diyordu.

Nihayet dik patika yolu aşıp Çan’da bir tanışın evine varmışlardı...

Çağrılan ‘sıhhıyeci’ çığlığa aldırmadan iğneyi yapmıştı.

Üç-dört saat sonra ateşi düşmüş bir tas dolusu tutmaç çorbasını içmiş...

Ve aynı yolu izleyerek karanlık çökmeden köylerine dönmüşlerdi.


...

Hani nerede vadinin çok sesliliği, çok renkliliği, neşe kaynağı; kuzu, oğlak, tay, sıpaların birlikte ve ana-babalarıyla konuşup oynaşması.., Ya kınalı kekliklerin aile boyu konserleri, çevreyi koruyan kartal ve şahinler...

Neredeler şimdi?

Niçin sustu: ‘denbej û billûr’.

Ya, 'beri' yolunda ‘govend’ tutup 'klâm' söyleyen berivanlar?

Ne oldu arı ve kara kovanlara?

Sahipsiz kalan yaylalar, çayırlar, buğday, arpa, nohut ekilmeyen tarlalar...

İşte gördüğünüz bu coğrafya; insanıyla, hayvanıyla, toprağıyla susturulmuş, sindirilmiş!

...

Her hareket edişte sağ bacağına bir şey batıyordu, eğilip aradı, buldu o ısırık atanı. Bu, kapsül içinde bir meşe palamudu idi...

Palamudu avucuna aldı sevip okşadı ve önce Meşeye sonra Şekok’a baktı, selamlaştı ikisiyle.

Ve Kemal Burkay'ın "Ağıt" şiirinden üç dizeyi okudu onlara:

"Bir palamut düşer toprağa
Su yürür
İnatçıdır meşe ağacı, büyür ..."

Artık, yorgunluğu azalmış dinginleşmişti ve şimdi daha kolaydı olguları anımsaması, kendisiyle didişip, söyleşmesi.

Ve düşündü ki:

Her tohum, bir parça toprak birazcık su bulunca, depreşip çatlatır kabuğunu ve ışık arar dal verip yeşermek için. Bahar işte böyle başlatır bir ömrü. Bahar gelince taşın, kayanın altında tutsak kalmış bir kök yaşamak için bir yol arar-bulur kendine. O ömür ki; anı, günü, haftayı, ayı, yılı, on yılları acı-sevinç-yem ile beslenerek, yenerek yenilerek, döl vererek, düşe-kalka yol alır…

Yaşam mücadele demektir. Güçsüz-çaresiz bırakılıp susturulan insana da doğaya suskunluk yakışmaz. Doğanın kuralı gereği elbet bir gün; toprağa su yürür, tohuma gün doğar, kök salar-filizlenir ve dik-özgür olarak yol alır.

Daha devam edecekti, etmedi.

Bir kez daha Şekok ağacına sevgiyle baktı.

Şekok da bu coğrafyada bakım istemeden ürün veren, sevilen bir armut ağacı cinsidir.

Sevilmeyen bazı Şekoklar aşılanır: "Hermi Rezi" olurlar. ‘Rezi’ armutlar daha iridir.

Bu yüzden O, kendisini ve onun gibi olan milyonlarca Kürdü aşılanmış Şekok'a benzetirdi.

Çünkü: Kürtçe, kendine özgü alfabesi, grameri, kuralları, kültürü, tarihi olan anadildir. Fakat inkarcılar; bu gerçekleri yok saymış, milyonlarca insanın anasıyla, anadiliyle konuşmasını, o dilde okuyup yazmasını yasaklamıştır!

Ve diyorlar ki; Onların anadili, kimliği, kültürü, coğrafyası ve tarihi yoktur! Onlar, Türk'tür!

Amaç: Kürtçe dilini ve kültürünü yok etmek...

Türk aşısı vurulmuş milyonlarca Kürt anadilini belki konuşabiliyor, fakat bu dille okuyup yazmayı biliyor.

Peki, sizce bu tuhaflık bir insanlık ayıbı değil midir?

Fakat biliyor musunuz, bu dil ve kültür durmaksızın yeşerip gelişiyor, çünkü onun tarihsel birikimini ve köklerini kurutamıyorlar.

Bu yüzden yasaklarla; Kürtçe düşünenlere, rüya görüp, hayal kuranlara engel olamıyorlar! Ve çok üzülüyorlar...

Bir halkın dilini kültürünü geçmişini, kimliklerini yok etmek düşmanlıktır/zalimliktir.

Peki, bu düşmanlık niye?

Oysa diller, kültürler zenginliktir ve kimseye zarar vermezler!

Dillerin yardımıyla toplumsal zorluklar aşılır, uzlaşı, birliktelik ve barış sağlanır.

Belki de O; bu satırları, aşılanmış bir dille değil de kendi anadiliyle yazmış olsaydı daha çok beğeni alırdı.

O'na, arkadaşları sık sık: "Kürtlerin hangi hakları yok ki? diye sorarlarmış.

El insaf!..

Anadilleri yasaklanmış onların!

Daha ne olsun ki?

Oturduğu yerden silkelenerek kalktı ve yüksek sesle bir bilgenin iki dizesini söyledi:

Bazen anmak gerekir, anılmak için.
Bazen de susmak gerekir, duymak için...

Şems-i Tebrizi

Ve, evleri karşı tepeye sıralanmış susturulmuş köyüne doğru yürümeye başladı.

Not: Bu yazı 09.01.2025 günü 'PAZARTESİ 14'de yayımlanmıştır.

4 Ocak 2025 Cumartesi

MEB ile DİYANET


TBMM, 'Aralık' ayı bütçe görüşmelerinde çok hareketli günler yaşar. 

'Atanmış bakanlar'; kendilerinden habersizce hazırlanan, sınırları belli olan 'değiştirilemez' 
bütçelerini alarak TBMM'ye gelirler. Yasa gereği: bu bütçenin TBMM görüşülüp onanması gerekiyormuş. 

Zaten, meclisteki sayısal çoğunluk, bu bütçenin 'değiştirilmez' olduğuna inanmıştır. Zaten, muhalefetin 'seçilmiş' vekilleri etkisiz-yetkisiz kalmıştır. 
 
Muhalif vekillerin kimileri: üzgün-gergin-mahcup-utangaç olsa da fırsat bulmuşken, yoksul halkın sorunlarını ve gasp edilen haklarını dile getirir. Kimileri de bu fırsatta: "Vatan-Millet-Sakarya" diye seçmenlere selam gönderir. 

İşte böylesi ortamda yapılan görüşmelerde sesler de tansiyonlar da yükselir. 
  
Fakat sonuç hiç değişmez ve 'değişmez' bütçe geldiği gibi kabul edilerek hazırlayan makama "arz" edilir. 

2025 bütçesi de aynı şekilde kabul edilip gereği yapılsın diye arz edildi. 

Peki ben size bu bilindik özeti niçin yaptım? 

Çünkü; bir 'Bakanlık' olmayan Diyanet İşleri Başkanlığı 130.1 milyar TL olan 2025 bütçesi: İçişleri/ Dışişleri/ Enerji ve Tabii Kaynaklar/ Kültür ve Turizm/ Sanayi ve Teknoloji/ Ticaret / olmak üzere tam 6 Bakanlığı geride bıraktı. 

Çünkü; bu bütçe teklifinde, “Din Hizmetleri ve Yaygın Din Eğitimi” için de 127 milyar 269 milyon 146 bin TL ayrılmış! Peki, Diyanet'in “Din Hizmetleri ve Yaygın Din Eğitimi” birimi bu bütçe ile ne yapacak? Tabii ki yapışık ikiz haline geldikleri MEB sahalarında çalışacaklar.  

Çünkü; Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) gelecek nesli, özgürlüğü ve özgünlüğü olmayan "kullar" yetiştirmek istiyor. Bu amaç için MEB, Diyaneti, Tarikatları ve Dinci Vakıfları birer Sivil Toplum Örgütü (STO) saydı ve onlarla işbirliği yaptı. Böylece, onların ‘Sünni’  elemanları okullarda: "Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum Projesi" (ÇEDES) için birer uygulayıcı ve eğitimci oldu. 

(Acaba başarırlar mı? Diyenlere cevabımdır: Evet, %1(Yüzde bir) başarı kazanmak bile onlar için başarı, bizim için başarısızlık ve yenilgidir).   

İşte, bunları bilmeyenler duysun, bilenler hatırlasın ve birlikte düşünelim istedim.

***

Milattan önceki on binlerce ve sonrasındaki 2025 yıl, insanlığa dedi ki:

Tüm bilimler; deney, gözlem, araştırma ve sorgulamalar sonucu oluşur.

İnançlar ise; ruhsal ve kişiye özel inanışlar oldukları için deney, gözlem, araştırma ve sorgulamaya kapalıdır.

O halde diyebiliriz ki, dünyadaki hiçbir dini öğreti ve hiçbir dini kitap bilimsel değildir.

Fakat bizler demokratik bir anlayışla; kişiye saygıyı esas alır, onun tüm inanç ve değerlerini saygın görürüz. Ayrıca da inancın herkesi değil, sadece ona inananı bağladığını kabul ederiz…

NOKTA!

*

Evet, eğitim bir bilimdir ve yurdumuzdaki uygulayıcı da MEB'dir.

Peki MEB, bilimsel olmayan, ruhsal alanla ilgili olan; Diyanet, Tarikatlar ve Dinci Vakıflardan niçin eğitimci ve eğitim desteği alabilir? 

Bu tuhaflık neden/niçin hangi amaçlarla oluşmuştur ve karanlık perdenin arkasında neler olup bitiyor?   

Diye sorup bakındıkça: 

Dünya bilişim çağında ve "Yapay Zeka" ile yol aldığını... 

Çıkar savaşları altta kalanların canını yakarak devam ettiğini...

Yurdumuzda da:

Emekliler, işçiler, işsizler yoksul, aç ve güvencesizliğini...  

Bir tost alacak parası olmadığı için aç kalan ilk-orta-lise öğrencilerini...

Barınacak yeri olmadığı için kazandığı üniversiteye kayıt yaptıramayan gençleri... 

Her gün başka ülkede para ve yatırımcı arayan Maliye Bakanını...  

MEB'in ortaçağ hurafeleri ile uğraştığını...

Ve bir de: "İtibardan Tasarruf Olmaz" diyen büyüklerimizi görürüz.

İşte bu büyükler ya da "Devlet Ricali" için: vatandaşın ne durumda olduğu hiç önemli değildir. Onlar; "İtibardan Tasarruf Olmaz" diyerek; saraylar, köşkler yapar, ekolojik dengeyi bozan madenler için ruhsat verir, müşterisiz yollar, tüneller yaparlar. (Tabii ki, ülkenin birer kara deliği olacak bu işleri de adrese teslim ihalelerle yandaşlarına yaptırırlar) 

Ayrıca bu devlet ricalinin; kara, hava ve denizde yol alan en pahalı ve zırhlı binlerce taşıtı var. 

Dünyada ender görülen bu taşıt konvoyu yüzlerce koruma eşliğinde yurtiçi ve yurtdışında sürekli geziyor.

Fakat, işsizlik-yoksulluk yüzünden yollarda trafikte yoğunluğu da var. Korumalar da "Yol hakkı büyüklerindir." diye; korna çalarak, çakar lamba yakarak, sözle tehdit edip korku salarak halkın yolunu keserler.  

Ve bu şaşaalı düzenleri hep sürüp gitsin istiyorlar. Bunun için de görevi: çağdaş-demokratik-laik-bilimsel ilkelere uygun eğitim olan okullara zorunlu din dersi ve seçmeli derslerle imam-hatip okullarına benzettiler.  Ve bu eğitimin amacı da soru sormayan, emre itaat eden, kindar ve dindar nesiller yetiştirmektir.  

*
Ve MEB çağdaş anlayışla kamu hizmeti veren belediyeleri engellemek için İçişleri Bakanlığına gönderdiği yazıda bakın özetle neler yazmış: “Kreş eğitim yuvasıdır. Eğitim milli eğitimin işidir. Yenisini açtırmayın, eskisini kapatın.” diyor. 

"Eğitim milli eğitimin işidir." sözü yıllarca MEB Müsteşarlığı yapan bakana hiç yakışmıyor değil mi? 

Acaba bu bakan eğitimin tanımını bilmiyor mu? 

Çünkü eğitim; yaygın ve örgün olarak yaşamın olduğu her yerde: evde, sokakta, tarlada... ve okulda vardır.

Çünkü; işbirliği yaptığı: Diyanet, Tarikatlar ve Dinci Vakıflar da harıl harıl yaygın eğitim veriyorlar.