18 Aralık 2020 Cuma

En Büyük Suç ‘Nefret Suçu’


On gün önce yaşanan bir olayın etkisi ve yankıları henüz bitmedi: 


Başakşehir spor kulübü, şampiyonlar ligindeki rakibi PSG’nin sahasında oynuyordu, maçın 4. hakemi, Başakşehir'in yardımcı antrenörü Pierre Vebo'ya ırkçı bazı sözler söylemişti. Bunun üzerine Başakşehir durumu protesto edip sahadan çekilmişti. Hakemin bu ırkçı-faşist davranışı hem yurtiçi hem de yurtdışı medya ve kamuoyu tarafından lanetlenmişti.  Haklı olarak sahadan çekilen takımımız ise büyük destek ve alkış almıştı.   


Yakın bir zaman önce Fransa'da da polisin sokaktaki göstericilere şiddet kullanması lanetlenmiş, demokratik hakları engellenip şiddetle karşılaşılan göstericiler haklı görülmüştü...Eğer istersek ülkemiz dışında yaşanmış ve tepki almış pek çok faşist saldırı ve anlayışı da sayabiliriz.

  

Peki, ülkemizde bunlara benzer pek çok örnekle karşılaştığımız halde, neden bu ırkçı anlayışlara karşı duranların sayısı çok az? 

 

Niçin geçmiş yıllarda değişik kentlerimize spor karşılaşmaları için gitmiş olan Amedspor'un oyuncu, yönetici ve taraftarlarına yapılan ırkçı saldırıları kınayıp, lanetleyenler çok az sayıdaydı? 


Oysa:

Her insan, doğarken sahip olduğu fiziki görünüş ve genetik yapısıyla yaşama hakkına sahiptir. İçine doğduğu çevre ve toplum da ona bazı kimlik ve haklar verir. Adı, soyu, anadili, inancı, yaşam tarzı gibi her kişinin kendine özel olan bu hakları, nefes alıp yaşamak kadar önemli ve gereklidir. Ve bu kimlikler değerli-saygın-dokunulmazdır.


Oysa:

Hiçbir demokratik ülkede parmak hesabı, kanun, buyruklarla bu haklar yok sayılmaz, yok edilemez. Eğer herkes insan haklarına hoşgörü gösterip saygı duyarsa, ancak o zaman ülkede barış içinde huzurlu bir toplumsal yaşam olur. 

 

Ama eğer o ülkede demokrasi yoksa ve 'insan hakları' bir zümrenin çıkarlarına uygun değilse, o zaman bu haklar baskılanır ve yok sayılmaya çalışılır. Çalışılır dedim, çünkü var olan hiçbir şey yok olmaz/olamaz. O, zamanla bir orman misali; yeniden filizlenir, gelişir, değişir, gürleşir. 


 *** 


Bugünlerde daha hiçbir mahkeme kararıyla suçlanmamış, 6 milyonu aşkın vatandaşın oyunu alarak ülkenin üçüncü büyük partisi olmuş olan HDP'ye yöneltilen ırkçı söylemlere ve yargısız infazlara karşı niçin sessiz ve tepkisiziz? 


Sanırım bu partinin tek suçu; ülkedeki tüm halkların sorunlarını dile getirmesi ve oylarının büyük bölümünü de Kürt vatandaşlardan almış olması...


Peki, her gün ekranlarını bu partiye iftira, hakaret ve küfür edenlere açanlar, niçin mesleki etik kuralları gereği olarak, bir gün de 'siz de gelin bu söylenenlere cevap veriniz' demez/diyemezler?   


Zaten TRT'yi unutmuştuk, haydi bunlara da "özel kanal" diyelim. Peki, bakınız: bir bakan, bir genel başkan ve bir genel başkan yardımcısı ne diyor, biraz da onları duyalım: 


Bakanİçişleri Bakanı Süleyman Soylu, yani ülkenin huzur ve güven içinde yaşamasını sağlamakla görevli olan makamın sahibi. O, ülkenin sağlık ve eğitim harcamaları kısıtlanırken, büyük meblağlar aktarılan bir bakanlığın başında. Bu bütçeyle, ülkede birlik ve huzuru sağlayacak bir 'barış iklimi' sağlamak yerine, büyük masraf gerektiren; top, bomba, füze, uçak gibi çevreyi ve canlıları yok eden, büyük acılar yaşatan ölüm araçlarına yatırım yapıyor. Yani 'güvenlikçi' bir anlayışla çalışan bir politikacı.

  

Soylu, bakanlığının 2021 yılı bütçesini savunmak için gittiği TBMM'de konuşuyordu. Fakat sanki genel kurulda konuşmaya değil de sadece HDP'ye sataşmaya gelmişti. Ses tonu, jest ve mimikleri bir ergeni anımsatıyor ve tıpkı onların psikolojisi ile konuşuyordu: Oh! Oh! Ohhh!.. diye, diye, parmak sallaya sallaya, meydan okuya okuya, tahrik ede ede hakaret ediyordu partiye ve vekillerine... 


Genel Başkan, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, onun da hedefinde HDP var: "HDP bir terör sorunudur, bölücülük yuvasıdır, fitne tezgahıdır, demokratik güvenliğimize doğrulmuş melun bir silahtır. ... Kapısına açılmamak üzere kilit vurulmalıdır." diyor... 


Yardımcı: MHP Genel Başkan Yardımcısı E. Semih Yalçın, onun da hedefinde HDP var: “HDP/PKK halk düşmanıdır, tabiat ve insanlık düşmanıdır. Terör örgütü HDP/PKK, kâmilen itlafı gereken bir siyasi haşere sürüsüdür. Ağızları kapatılması gereken kravatlı mazbatalı Güruhtur” diyor. 


Görüldüğü gibi yardımcının kini diğerlerinden bir doz daha fazla, hiç gizleyip saklamamış duygularını, bu, buram buram kokan bir 'nefret söylemi'


"Kâmilen itlafı gereken bir siyasi haşere sürüsü" ne demek!? 

 

-Milyonlarca insanı kimyasal silahlarla yok etmek demek! 

 

-Nefret Suçudur bu, insanlığa karşı işlenmiş olan en büyük suç...

  

Bu sözler; Nazilerce Yahudilere, Amerikalılarca Kızılderililere, Saddam tarafından Kürtlere, Japonya'da, Vietnam'da ve daha pek çok ülkede milyonlara bomba ve kimyasallarla yapılan insanlık suçu katliamları hatırlatıyor. 


Tüm bu söylenenleri duyan diğer partiler, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları, bilim insanları ve vatandaşlar; vicdanlarına karşı mahcup, korku içinde, sinmiş, susmuş bir durumda. Ve işin en acı tarafı da yasal görevi bu tür nefret söylemlerini başka makamlara sormadan sorgulamak olan savcılar da işlem yapamaz olmuş... 

 

Eğer böyle olmuşsa... Demek ki, ...  


Demeyelim, varsın cümle böyle yarım kalsın...

  

En iyisi, sevsinler sizin insaniyetten uzak kalmış yerli ve milli milliyetçiliğinizi... 

 

Diyelim gitsin. 

 


Diğer yazılarım için: tıklayınız



11 Aralık 2020 Cuma

"Adalet ve Ekonomide Reform"

18 yıldır yaşamakta olduğumuz yoğun sorun ve müdahaleci tutumlar yüzünden, toplumsal yaşamımızı yaşanır kılmakla görevli denge-denetim kurumları ve ekonomi çok ağır yaralar aldıklarından şimdilerde hasta ve işlevsiz durumdalar.  Kısaca özetlersek: ülkede, "çeyrek" demokrasi bile kalmamış ve ekonomi de dip yapmış durumda.  

  

Herkesçe bilinen bu gerçekleri en yetkili makamlar da kabullendiler: Cumhurbaşkanı ekonomi için: “Devlet ve millet olarak fedakarlık yapmaktan, acı da olsa doğru reçeteleri uygulamaktan kaçınmayacağız”demiş, Adalet Bakanı heyecanlanarak: “Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun!”  diyecek kadar acil olarak reform istemişti.     


Eğer düşünürsek, bir ülkedeki iki durumun "reform" istettiğini görürüz: 1. enkaz devralırken,  2. darda kalırken...  


Bugün acil olarak reforma ihtiyaç duyanlar: 18 yıllık yorgun-yıpranmış-darda kalmış olan bir iktidarın tek adamı (en etkin kişisi) ile bakanı. Çünkü, çok sıkıştılar ve karanlık görünen gelecekleri için ışık olabilecek yeni algılara, yeni desteklere, olup bitenleri unutturacak bir zaman ve gündeme ihtiyaçları var. İşte bu yüzdendir ki, sık sık reform sözcüğünü kullanır oldular.    


Ama sanmayınız ki, bu adalet reformuyla; hak ihlalleri, yargısız infazlar, insanlık suçları, karanlık- kirli ilişkiler, taciz, tecavüz suçları son bulacak ve cezasızlık uygulanan failler yargılanacak. Hayır, hayır yine onlarla birlikte yol almaya devam etmek istiyorlar!... 


Yapılacak reformlarla onlara yeni haklar, yeni dokunulmazlıklar sağlayacaklar. Eğer yaptıklarından pişmanlık duymuş olsalardı 18 yıldır neden demokrasiyi egemen kılacak adımlar atmadılar?  Neden sorunların çözümünü demokrasi ile barış ile değil ölümü kutsayan güvenlikçi stratejilerde arıyorlar? 

  

Ekonomi alanında yapılacak reformlar ise, yoksul halka yeni acı reçeteler sunacak. Enerji, maden, inşaat alanında verilen hak ve kaynaklarla yetinmeyen obez sermayeye yeni alanlar, haklar verilecek, çok semirip yurt dışına sermaye kaçıranlara göz kırpılacak, onlara dolarlarla ceplerini dolduracak garantiler ve daha fazla haklar verilecek.

   

***  


İsterseniz biraz da onları reform sözü vermeye zorlayan gerçeklere bakalım: 


Adalet, kapsam alanı çok geniş bir sözcüktür. Adaletle, yaşamsal olan "insan hakları", ayırım yapmadan herkesin kullanımına sunulur. Böyle bir ortam da ancak demokrasiyle sağlanır. Çünkü demokrasilerde her birey eşit hak sahibidir. Bireyin korunması ve onun haklarını güvenlik içinde özgürce kullanılmasını sağlamak da devletin öncelikli görevidir.  


Her demokratik devletin; güçler ayrılığı olarak tanımlanan bir denge-denetim düzeni vardır. Adalet ancak, bu güçlerin eşitlikçi bir anlayış ve iş birliği içinde çalışmasıyla sağlanır.  


O halde toplumun yaşam enerjisi Adalettir. 


Eğer bir ülkede adalet konusunda bir sıkıntı varsa (ki, en yetkililer 'reform' istemekle bunu doğruluyor) bu, sisteme yaşam veren enerjinin azalmış olduğunu gösterir.  


Demokrasilerde yasama-yürütme-yargı diye üç ana güç vardır. Toplumsal huzur; bu güçlerin kendi alanlarında bağımsız-özgür olmaları ve demokratik esaslara uygun bir birliktelikle uyum içinde çalışmaları ile sağlanır.  


Bugün ülkemizin adalet reformuna ihtiyacı olduğuna göre demek ki, sistemi oluşturan yasama-yürütme-yargı çarkı ve dişlileri arasında bir uyumsuzluk vardır. O halde biraz da onlara da bakalım:  


Yasama (teorik olarak); kişisel olmayan genel, sürekli ve objektif kurallarla hukuka uygun yasalar hazırlamaktır. Peki, bizdeki yasama ne durumda?  


Ülkemizin şimdi güçlendirilmiş bir Cumhurbaşkanlığı sisteminde tüm önemli yasa ve bütçe hazırlayıp onay için meclise gönderilir. Yani meclis, asıl işlevi olan yasa yapmayı fiilen kaybetmiş, sadece gelen yasalara onay verecek parmak sayısı önemli olmuştur. Meclise gönderilen yasa teklifleri iktidara destek veren partilere mensup vekillerin oylarıyla hiç değişime uğramadan onaylanır. Çünkü bu vekillerin aykırı oy kullanma özgürlükleri yoktur. Çünkü olası seçimlerde yeni vekillerin kimler olacağı ve kaçıncı sırada olacaklarını parti yönetimleri belirler. Onun için meclisin olduğu gibi vekillerin de sözü dinlenmez, onların da bir işlevleri kalmamıştır.  


Böyle bir meclisten adalet dağıtacak yasalar çıkabilir mi?   


Onun için meclis gibi vekillerin de sözü dinlenmez, işlevi kalmamış oldu. 

 

Böyle bir meclisten adalet dağıtacak yasalar beklenebilir ve çıkabilir mi?  


Yargı (teorik olarak); yasama ve yürütme organından 'bağımsız mahkemelerce görevlerin yerine getirilmesini ifade etmektedir Yargıçların bağımsızlığı ise yasama ve yürütme organlarına bağlı olmadan Anayasa ve hukuka uygun olarak vicdani kanılarına göre hüküm vermeleri esastır.  


Peki, bizim ülkemizde mahkemeler-yargıçlar-savcılar ne durumda? 


15 Temmuz 2016'da yapılan darbe kalkışmasını hazırlayanlara en önemli desteği yargı ve ordu içine sinmiş militanlar sağlamıştı. Bir zamanlar iktidarın büyük desteğine sahip ve zırhlı araçlarla dolaştırılan süper savcılar ve hakimlerin çoğu kalkışmanın hemen sonrasında ülke dışına kaçmış, kalanlarsa ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası almıştı. 


Fakat bu hainlerin hazırladıkları dosyalarla halen yargılanan ve tutuklananlar var!... 


Halen fetöcü savcı ve hakimlere verilen yetkilerle çalıştırılan; İnsan Hakları Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi gibi üst mahkemelerin kararlarına uymayan, belli suçlar için bugün burada, yarın bilmem nerede olacak olan yüzer gezer savcı ve hakimler var.  


Bunlarla adalet dağıtılabilir mi?   


Yürütme (teorik olarak); Demokrasilerde devletin yasama ve yargı dışındaki faaliyetlerini, yasama ve yargı denetimine bağlı olarak yapan güçtür yürütme.  


Peki, bizim ülkemizde yürütme ne durumda? 


Şimdi bizde yürütmenin tek öznesi var, yasama ve yargı etkisiz kalınca onların gücü de o tek kişiye verilmiş durumda. Belki, ismen bakanlar, bakanlık teşkilatları vardır, fakat tüm söz ve yetkileri yine o tek bir kişi kullanıyor. Bu süper güç yüzünden yasama ve yargı organları görevlerini yapamaz olmuşlar. Hoşa gitmeyen uluslararası ve ulusal mahkeme kararları "yok hükmünde" sayılmakta, Sayıştay denetimleri; önemsiz, yaptırımsız, Sendika, Baro ve benzeri tüm demokratik mesleki birlikleri işlevsiz bırakılmış.  


Peki, bu süper yönetim gücünün sırrı nedir?   


Ben yargıdan örnek vereyim siz de yöntemi bütün alanlara uygulayınız.  


Örnek: Bizde yargıç ve savcılar; terfi etme, istediği üst görevlere atanma, istediği şehirlere tayin olma gibi ailevi, mesleki, mali hakları yönünden her an iktidarın koruyuculuğu veya hiddetine uğrayabilirler. Bu durum görevlerini gereğince yapmaya engel olan psikolojik bir baskı aracıdır. İşte bunun için adalet dağıtanların göz bağı, gelecek işaretler için aralanmış, vicdan sesleri baskılanmış ve bu yüzden de terazilerinin dengesi bozulmuştur.  


Kısacası; bağımsız ve özgür olması gereken yasama-yargı güçleri etki ve yetkilerinin kaybetmiş tek adam yürütmesinin emrinde toplanmışlar... 


Peki, yasama- yargı denetimini etkisiz kılan, tüm güçleri kendisinde toplayan ve bu gücüyle partili kimliği ile birleştirip çarpışan böyle bir yürütme, halka adalet dağıtılabilir mi?  

  

*** 

Peki, ülkenin ekonomisi ne durumda? 


-Kısa cevap: Ekonomi, tıpkı formülü olmayan matematik sorusu gibi çıkışı zor inişler yaşıyor. Tek adam ona da el attı tıpkı yelkensiz-pusulasız kalmış bir gemi gibi açık denizde dalgalarla boğuşuyor.   


Peki, sendikalar, dernekler, yazar-çizer-söyler olanlar ne yapıyor niçin baskılanmış ve suskunlar?  


Peki, ....? 


Diye diye pek çok soru sıralayabiliriz.  


Ve tüm bu soruları da bir tek soru cümlesiyle cevaplayabiliriz:  


Böylesi bir iklimde yaşamak, canlanmak mümkün mü?  


Ama hayır!.. Bu cevabı hiç beğenmedim. Yılgınlığa hiç gerek yok ki!  


Çünkü toplumsal yaşam, canlı bir organizmaya benzer. Onun gibi nefes alır, beslenir, büyür, inişli-çıkışlı, gelişir-değişir-üretir ..., hastalanır, sonra da can verir ama yaşam süreci hiçbir zaman son bulmaz, çünkü var olan hiçbir organizma yok olmaz. Yeni yeni filizlerle toprağa, havaya, suya kök salar, solur, beslenir, karşı durur tüm zorluklara büyür, gelişir, dönüşür ve yeniler kendini, Böylece sonsuza yol alır, bir meşe ağacı misali... 


               Diğer yazılarım için: tıklayınız