(Türkiye halkının duygudaşı Vedat
Türkali’nin anısına saygı ile…)
Başlık
olarak eş anlamlı iki kavramı birlikte kullandım. Günlük yaşamımızda oldukça
yaygın kullanılan empati sözcüğüne karşılık olarak dilimizde duygudaş sözcüğünü bulmuşlar, çok da güzel
olmuş. Nedense duygudaş olabilen insanlarımız oldukça az. Oysa bu günlerde duygudaş
olabilecek çokça insana ihtiyacımız var.
Duygudaş
olmak (empati yapmak); bir olaya bakıp, üzülmek, ağlamak değildir. O olayı
yaşayan insanı/insanları anladığınızı söz veya mimiklerimizle, anlatabilmek veya
kendinizi o olayı yaşamış olanın yerine koyduğunuzda; neler hissedeceğinizi,
neler yapıp, neler düşünebileceğinize ayna tutma sürecidir.
Okuyanlar
bilirler, yazılarımda sıklıkla; yaşanan acıları, katliamları, yakılıp, yıkılan
konutları, yok edilen tarihi ve coğrafi dokuyu anlatmaya çalışıyorum. Yaşanan bu
acıların, karşılıklı olarak silah kullanarak, öldürerek, yakıp yıkarak, yani
güvenlikçi anlayışlarla son bulamayacağını anlatıyor ve devamlı olarak çözüm
arıyorum kendimce. Kısaca savaş değil barış istiyorum. Barışın da, tarafların istekli
olarak, görüşmeler yapmasıyla mümkün olabileceğini düşünüyor ve savunuyorum. Çünkü
bizler aynı coğrafyayı paylaşan ve barış içinde birlikte yaşamak zorundayız.
Peki, tüm bu
acıları, kıyımları, yıkımları yaşayan insanlar, bu acılara sessiz kalmış, uzak
durmuş vatandaşlar hakkında neler düşünür, onlardan neler beklerler? Cevap için uzun uzun düşünmeye, yorumlara
gerek yok, onlar, sadece hepimizin ağzı ve gözüne bakıp, bizden duygudaşlık beklerler.
(İşte böyle bir yüce güçtür
duygudaşlık…)
***
Eşitlik istemeyen,
farklılıkları yok sayan, insani değerlerden yoksun ve kendi doğrularını(!)
dayatan bazı kişi ve anlayışlar, “tek inanç”,“tek
etnisite” (bir sosyal grubun ırk, dil veya millî kimliği) ve “belli bir yaşam tarzını etkin kılmak” için
çaba gösterebilirler. Devletin görevi, bu özgürlük kısıtlayıcılarını tespit edip,
engellemek, etkisiz kılmaktır. Fakat eğer
bu anlayış, devletin anlayışı haline gelirse?!... Korkunç olan, asıl korunmamız
gereken budur, çünkü bu faşizmin ayak sesidir…
Pek çok
devlet gibi bizim devletimiz de, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin
ilke ve kurallarına uyacağını kabul etmiş ve imzalamıştır. Bu bildirgeye göre tüm
insanların eşit olup; kendi özeli, özgürlükleri, özgünlükleri, inanç ve
etnisite hakları ile birlikte, daha pek çok vazgeçilmez hakları vardır.
İmzalanan sözleşmeye göre, bu hakların korunması, her ülkenin kendi 'devleti'nce
sağlanacağı belirtilmiştir.
(Peki neden toplumumuza sadece “tek inanç”, “tek etnisite” ve belli bir
yaşam tarzı dayatılmak isteniyor?!...)
Bu tekçi ve
farklılıkları yok sayan anlayışların uygulamaları sonunda, yurdumuzda insan
hakları ihlalleri sıkça yaşanmış, bu ihlaller uluslararası kurumların raporları
ve mahkeme kararları ile belgelendiği için de nice nice tazminatlar ödenmiştir.
Aslında “insan
hakkı” olan bu ilke ve kuralların sadece birkaçı değil de, tümü esas alınıp
uygulansa; her birey/grup kendisinin kabul gördüğünü anlayacak, böylece huzurlu,
güvenli bir barış ortamı sağlanmış olacaktır. Tabii ki amaçları gerçekten barış
istemekse…
(Acaba neden barış istemiyorlar ve barıştan
neden bu kadar korkuyorlar?!..)
İşte bu tür anlayış
ve uygulamaları bile onayan, alkışlayan bazen de söylem ve eylemleri ile katkı
veren (fakat onlarla aynı görüş/anlayışta olmadıklarını(?) söyleyen) insanlarla ve bazı dostlarınızla
karşılaşır ve şaşırırsınız.
(Şaşırmanıza gerek yok ki, bunlar
duygudaş olamayan birer “tekçi”…)
*
Karşılaştığım,
sizin de yabancısı olmadığınız birkaç empati
yapamama veya duygudaş olamama örneği
ile yazımızın birinci bölümünü noktalayalım:
Öğretmen
arkadaşlarla oturmuş sohbet ediyoruz, konuşmanın Kürtler hakkında bazı olumsuz
sözlerin söylenmesine varacağını anladığımda, hemen özür dileyip, konuşanın
sözünü kestim ve “Ben Kürdüm” deyiverdim. Konuşan arkadaş duraksadı, gülümsedi, yüzüme
baktı ve gayet rahat bir şekilde “Estağfurullah hocam” dedi. Ben
tekrar araya girerek ; “Senin Kürtlere hakaret edeceğini tahmin
ettiğim için sözünü kesip uyarmak istemiştim. Fakat görüldüğü gibi etkili
olamadım ve sen de hakarette bulunmuş oldun.” Demiştim.
(Durum anlaşılmış, fakat ortamda
adeta soğuk bir rüzgâr esmişti…)
*
15 Temmuz
dinci-faşist kalkışmasının hemen sonrası günlerinde, birkaç arkadaşla birlikte,
ortak arkadaşımızın işyerindeyiz ve yine günlük olayları konuşuyoruz. İşyeri
sahibi sürekli; türban yasaklarını, ikna
odalarını, 28 Şubat faşist anlayışını, S. Oktay ve M. Moğultay’ın yapmış olduğu
hâkim atamalarını anlatıp ve tüm bunların gerisindeki gücün de Alevilik anlayışı olduğunu söylüyordu.
Konuşma
fırsatı bulduğumda işyeri sahibine; “Arkadaşım sen eğer, Kastamonu doğmuş olduğun
için bir Sünni değil de, Tunceli’de doğmuş bir Alevi olsaydın bugün
konuştuklarını söyler miydin?” (Sorunun cevabını almadan hemen ekledim.):
“Demek ki kendi seçimimiz olmayan cetlerimizden bize miras olan inanç
sistemlerimiz, bizi sübjektif olarak koşullandırıyor.”…
( Ortamda yine soğuk bir rüzgâr
esti…)