19 Ağustos 2016 Cuma

Neden “aynı olaya” bakışımız bile ayrıştı, uyuşmaz olduk?



Kısa zaman içinde pek çok acılar ve ölümlere neden olan, failleri bilinse de açıklanmayan çokça olay yaşadık.  İşte o olaylardan sadece birkaçı: Roboski’de çoğu çocuk yaşta 34 kişinin savaş uçaklarınca bombalanarak öldürülmesi, Ceylanpınar’da iki polisin öldürülmesi, Hrant Dink’in öldürülmesi ve Rus uçağının düşürülmesi gibi… 

Havuz medyası ve yandaşları karanlıkta bırakılan bu olayların dosyalarını hatırlayıp, sayfaları aralanmaya başladılar ve faillerin “Fetöcüler” olduğunu yüksek sesle söylemeye başladılar. Bu durum size  ilginç geldiği için de içinizden bir sesin: “Şimdiye kadar neredeydiniz neden gizlediniz bunları?!..” Dediğini duyarsınız ve hemen peşi sıra da, “Ama olsun, bizim isteğimiz gerçek katillerin bulunup hak ettikleri cezaları almaları ve yaşanan acıların bir daha yaşanmamasıdır. Kim bilir belki bu arada, sevgili barış elçimiz Tahir Elçi’nin katillerini de açıklayıverirler.” Der avutursunuz kendinizi… 

***

Belki hatırlarsınız 2009 yılında Meclisin renkli kişisi Kamer Genç önemli bir öngörüde bulunarak özet olarak "Fethullah Gülen bu ülkeye tehdit oluşturuyor" demişti. Ve “Muhterem Hocaefendi”’ye laf söyletmek istemeyen AKP'liler protesto etmiş, kürsüye yürümüş ve zor zapt edilmişlerdi.  Konuşma şöyle idi: “AKP’li milletvekilleri Amerika’ya gidip Fettullah Gülen’i ziyaret ediyorlar kimdir bu arkadaşımız ne yapmak istiyor, sermayesi nereden geliyor. Türkiye’deki rejimde rolü nedir, bunları bir araştıralım, niye çekiniyorsunuz, yarın bunun zararını siz çekeceksiniz bana bir şey olmaz, benim düşüncelerim belli..” https://twitter.com/KimNeDediTV/status/764943809490915328

Sonra…

 “Gel gel artık özletme …” diye çağrıda bulunanlar, şiirlerle, nutuklarla, methiyeler yapan; başbakan, bakan ve parti temsilcileri çoğaldı, adeta baskın çıkma yarışına girişmişlerdi. Unutmadınız değil mi?

Ama sevgi ve yol arkadaşlığı bitti, ortaklık çöktü, 17/25 Aralık 2013 e kadarmış...

Meğer tüm bu çağrılar, yalvarmalar yalancıktanmış.

Meğer “Koru beni, koruyayım seni…”  imiş bu işbirliğinin tutkalı.

Meğer para kutucuklarını, havuzları, rant paylaşımını, o güzel günlerini ve nefese almalarını bile tapelerle, videolarla kayıt altına almışlar.

Meğer azgın ırmakta sırtlarına almış oldukları “Onlar” birer akrep, birer hainmiş.  

Ortaya saçıldı tüm iğrençlikler, yolsuzluklar… Bu sevginin, “Tamamen duygusal mı, yoksa tamamen çıkarsal mı?” olduğu ayan beyan…   

Ve en sonunda çıkarları için kendi başlarına bela ettikleri bu lanet oluşumu, ülkenin başına da bela edip 15 Temmuz’u yaşattılar.

(NOT: Kamer Genç’in tüm dedikleri gerçekleşti; 15 Temmuz sonrasında TV ve gazetelerde açıklamada bulunan itirafçılar Fethullah Gülen’in kim olduğunu, ne yapmak istediğini açıklarken, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı da ona  ait 62 bin 317 taşınmazdan 4 bin 548’i, devlet envanterine geçirildiğini açıkladı. Ayrıca bazı abiler, avukat ve komutanların inanılmaz emlak ve malvarlıkları ortaya çıktı.)

***

15 Temmuz kanlı darbe girişiminde etkili olan pek çok subay aleyhinde, geçmiş yıllarda askeri şûralarca kararlar alındığı, ancak iktidarın muhalefet şerhi koyarak bu kararları etkisiz kıldığı, böylece haklarında karar verilenleri “alınları secdeye değdiği için” kayırdıkları sıkça söylenir oldu bu günlerde. (Bu konuya ne itiraz ettiler ne de açıklama yaptılar, sustular.)  Ayrıca bu kişilerden pek çoğunun tank, toma ve bombalarla; Sur, Cizre, Nusaybin, Silopi, Yüksekova, Silvan, Lice, Şırnak… gibi merkezlerde pek çok sivili insanımızın, tarihi doku ile birlikte yok edilmesinde görev almış, nefret suçu işleyen, katliam ve yıkımlara imza atmış üst düzey komutanlar ve amirlerin olduğu da ortaya çıkmış durumda…

Anlaşılan yaşananlardan yine ders çıkarmadı iktidar, işte son iki gün içinde yaşananlar:
·        

  •  26 Temmuz’da Mecliste oybirliğiyle alınan karar uyarınca kurulan “Darbe Girişimi Araştırma Komisyonu’na MHP, HDP, CHP üye verdikleri halde, AKP henüz bu komisyona üye vermedi.    
  • 22 Temmuz 2015’te Suruç katliamından kısa süre sonra Ceylanpınar’da Feyyaz Yumuşak ve Okan Uçar isimli 2 polis şüpheli bir biçimde hunharca öldürülmüştü. Bu olay pek çok kişi tarafından “müzakereleri sona erdiren olay” olarak kabul edilmiş ve sonrasında da ülkemiz bir savaş alanına dönmüştü. Bu bakımdan oldukça önemli bir dava… Dava avukatı ve politikacıların verdiği bilgiler ve basında çıkan haberlere göre bu olayda; “Büyük bir kumpas” olduğu söylenmektedir. İşte bu konunun araştırılıp gün yüzüne çıkması için HDP araştırma önergesi vermişti. Bu öneri, HDP ve CHP’nin olumlu oylarına karşın, AKP ve MHP oylarıyla reddedildi ve böylece gündeme alınması engellendi.


İsterseniz sadece bu iki örnek üzerinde düşünelim, konuşalım ve tartışalım. 

Sonunda, ama, fakat ile başlayıp niyet okuyuculuğu ve suçlamalarla devam eden ve saatler süren tartışmalar yaşandığını göreceksiniz.


Neden “aynı olaya” bakışımız bile ayrıştı, uyuşmaz olduk? 


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

12 Ağustos 2016 Cuma

Uzlaşmak - Fetö darbe girişimi - Yok saymak:



5 Ağustos 2016 günü ‘Karşıt Görüş’te Balçiçek İlter, Burhan Kuzu’ya, CHP’nin Fetullah Gülen’in organize ettiği yapı (F Tipi Yapılanma) için vermiş olduğu, araştırma önergesini AK Parti neden ret etti diye sorduğunda Burhan Kuzu da; “… Bu tarafta sıkışmış bir hükümet, her an parti kapanma riski altındasın, burun burunasın. Bir bürokrat ekip lazım, bürokrat ekip onlardan oluşmuş, kimi kullanacağım ben, hükümet olarak ne yapacağım ben…” Diye kendi tarzında kısa ve net bir cevap verdi. Yani ortada kandırılmak diye bir durum yokmuş, her şey hesabına, kitabına göre hazırlanış. Eğer bu birliktelik veya uzlaşmada bir hata ve sorumluluk varsa bu birlikte yürüyenlerin ortak sorumluluğudur.

Uzlaşmak için aynı olmak, eşit olmak gerekmez. Hiçbir aynılığı, benzerliği olmayanlar da uzlaşır. Uzlaşmalarda her iki tarafında karlı çıkması anlamına gelen “kazan kazan”  yöntemini kullanırlar. Tarafların değişik amaç ve beklentileri bu süreç içinde karşılıklı ödünlerle kaldırarak uzlaşı sağlanır. Kısaca karşılıklı kazanmaktır uzlaşmak…

AKP ve Fetullah Gülen hareketi arasındaki uzlaşma, Burhan Kuzu’nun konuşmasında (itirafında) anlattığı gibi karşılıklı çıkarlar üzerine kurulmuştur.

Bu uzlaşma sürecinde her iki taraf da, albenilerini arttırmak için sosyal psikolojinin etkili silahı olan “algı oluşturma” yı, uygulama da ise yerine göre Makyavelist ve Pragmatist  yöntemleri etkili olarak kullanmışlardır.

Bu iki öğretiyi kısaca hatırlatmak gerekirse:

Makyavelizm 1500’li yıllarda başlayan “Siyasette amaca varmak için bütün yolların kullanılması gerektiğini söyleyen ve her yolu meşru gören” bir anlayış.

Pragmatizm ise; 1800’li yılların son çeyreğinde ortaya çıkıp dilimizde faydacılık olarak da karşılık bulan “Eğer bir bilgi günlük hayatta işe yarıyorsa o bilgi doğrudur. Yaramıyorsa yanlıştır.” bir anlayıştır.

Uzlaşma, taraflardan biri veya iki tarafın da uzlaşılanlara uymaması halinde biter. Sayın Burhan Kuzu’nun söyleminden hareket edersek risk altındaki kişi veya gruplar korunmak için uzlaşacağı ortaklar bulabilir/arayabilir. Bu durum sıkça görülen bu normal bir iştir. Fakat etik olmayan dereyi geçinceye kadar “kullanmak/kullanılmak”. Anlaşılan yukarıda anlatılan uzlaşma da etik olmayan bir şekilde son bulmuş. Ve öyle anlaşılıyor ki F Tipi Yapılanma, birlikte yola çıktıklarının aleyhinde uzlaşı günlerinde bile boş durmayıp bilgi ve belge toplamış.

1.   7 Şubat 2012‘de MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın ifadeye çağrılması olayı:  Hakan Fidan alınan çok hızlı kararlarla korundu ve girişim başarısız oldu.
2.   17-25 Aralık 2013’teki yolsuzluk operasyonlarını başlattılar. İktidar bu operasyon sırasında bir anlık şaşkınlık yaşadı, 4 Bakan istifa etmek zorunda kaldı, ancak, onların yüce divana gönderilmeleri engellenerek parlamento etkisiz bırakıldı. Çok hızlı davranarak ve devlet gücü kullanarak bu saldırı da atlatıldı. Ama, ortaya saçılan yolsuzluklar, “Tapeler” ve “Para Kutuları” iktidarın karizmasını çizerek henüz kapanmayan/iyileşmemiş yaralar almasına neden oldu.
3.   İktidar da F Tipi Yapılanmanın çok önemli bir finans kaynağı ve taraftar toplama alanı olan “Dershaneleri” kapatarak önemli bir karşı atakta bulunmuştur. (17.11.2013 günü Milliyet Blog’da ki yazım “Aslında Dershaneler bahane bu bir bilek güreşi!...” diye son bulmuştu.) http://blog.milliyet.com.tr/dershaneler-bahane-/Blog/?BlogNo=436766

Yapılan bazı uzlaşmaların sonradan, “dün dündür” anlayışla ve etik olmayan yollarla bozulduğunu duyduk, gördük ve yaşadık. Fakat AKP bu işi sık sık yapmaya başladı. İşte birkaç örnek:

Kürt Açılımı, Çözüm Süreci, Alevi Açılımı, Akil İnsanlar Heyeti, Dolmabahçe Mutabakatı, Dolmabahçe masanın devrilmesi, İstişkafi Görüşmeler, Olmadı Bir daha Seçim… Fiili Başkanlık sistemiyle Meclis devre dışı bırakılması…

Tüm bu işleri yaparken ana taktikleri de şu idi: Önce (tribünlere gösterip) uzlaşır gibi yapmak, sonra zamana yaymak ve ipe un sermek.

Etik olmayan yollarla bozulan bu uzlaşı arayışları sadece kişiler ve gruplara değil tüm ülkeye büyük zararlar verdi. Sonuç olarak ülkenin her yöresi sanki cenaze evi oldu, binlerce suçsuz günahsız insanımız öldü, ülke büyük acılar ve katliamlar yaşadı.

"Bunlar ateist, Zerdüşt…” diyerek ötekileştirdiler halkı. Ölüleri soyarak çıplak fotoğrafları paylaştılar. Öldürdüklerini, tomaya bağlayıp, video çekimi yapıp, internette paylaştılar. Harabeye çevirdikleri evlerin içinde de bu nefret suçlarını işlemeye devam ettiler. Tanklarla girdikleri Sur, Cizre, Nusaybin, Silopi, Yüksekova, Silvan, Lice, Şırnak… Şehir merkezlerinde pek çok sivil, tarihi doku ile birlikte yok edildi. Bunları yapan zalimler/caniler tek tük değil, pek çoktular. Onların bu yaptıkları kabul gördü ki, korundular ve tüm bu zalimler/caniler cezasız kaldı.

İşte tüm bu olanları Mecliste anlatıp, zalimleri/canileri tanıtmak, mağdurların çığlıklarını dile getirmek, burada çare bulmak isteyen Millet Vekilleri oldu. Bu vekillere de, “Türk askeri sivil halka silah sıkmaz!...” diyerek neler yapıldığını, neler söylendiğini, nasıl susturulduklarını bilmeyenler varsa ve eğer isterlerse kayıtlara kolayca ulaşabilirler.

***
Fetö darbe girişimi:    

Halkımız tüm bu acıları yaşayıp, dertlerine çare ararken 15 Temmuz günü, AKP’nin uzun yıllar birlikte iken her istediklerini verdikleri, yani beraber yürüyüp şimdi uzlaşmaz oldukları FETÖ’cü yapı, dinci-ırkçı-faşist bir kalkışma başlatmıştı. Bu kez başkent ve büyük şehirlerimizde, General ve kurmayların yönetimindeki tanklar, uçaklar, helikopterler, ağır silahlarla donatılmış aldatılmış “Mehmetçikler” (tıpkı güneydoğuda olduğu gibi) sivil halka ateş açıp 250 cana kıydılar… Ayrıca pek çok kamu kurumu ve TBMM’ni bombaladılar, tüm yurdumuza büyük acılar yaşattılar.

Bu kanlı faşist-ırkçı-dinci kalkışma başladığı andan itibaren, tüm siyasi partiler, tüm medya kuruluşları ve tüm halkımız büyük tepki gösterdi. Böylece bu faşist-ırkçı-dinci kalkışmaya karşı doğal bir birleşik bir cephe doğmuş oldu. O gece Meclis sığınağında yapılan görüşmelerde uzlaşı ve birlik çağrıları yapılmış ve Mecliste bulunan 4 siyasi partinin ortak bildirisi ile lanetlemişti. Yüzlerce sivil insan darbeyi durdurmak için, ölümleri pahasına kendilerini tankların, topların ve kurşunların önüne atmıştı. İşte bu tutarlı karşı duruşlar darbecilerin kâbusu olmuş ve onların yenilgileriyle sonuçlanmıştı.

***
 Yok saymak:
Olağanüstü hal (OHAL) ilan edilerek, Meclisi onayı olmadan çıkarılan yaslarla ülke yönetilmeye başlandı, demokrasi askıya alındı, yönetim yetkisi Hükümetten çok Başkomutan-Cumhurbaşkanının eline geçti. Zaten etkisiz ve yetkisiz durumda olan TBMM tamamen devre dışında kaldı.

Yenikapı’da yapılan ‘‘Demokrasi ve Şehitler Mitingi’ için mecliste bulunan dört partiden sadece üçü davet edilerek ayrımcılık yapıldı. 6 milyon oy almış olan HDP (7 Haziran sonrası istişkafi görüşmeler olduğu gibi) davet edilmedi, yok sayılmaya çalışıldı. Böylece kalkışmaya karşı sağlanan birliktelik yara almış oldu. Aradan henüz üç gün geçmişti ki, bu kez de üç partinin birlikteliği ile yapılacak Anayasa görüşmelerine de HDP’nin çağrılmayacağı duyuruldu.

Hani herkese eşitti ve bir oy bile değerliydi? 

Neden ötekileştirip yok sayıyorsunuz bu insanları?

HDP’nin dışlanmasıyla ülkemiz ve halkımız ne kazanacak?!...

Baskılanmış medya ise tüm bunları Görmemiş, Duymamış, Bilmiyormuş.

Anlaşılan, “Seni Başkan yaptırmayacağız” demenin öfkesi/kini henüz bitmemiş.

Anlaşılan, çoğulculuğu istemeyen, tekçiliği benimsemiş AKP, CHP, MHP ve malum medyanın elbirliği ile bu fiili Başkanlığı “TEK BAŞKAN”lıkla taçlandıracaklar. Zaten Sn. Erdoğan, 16 Temmuz sabahının ilk saatlerinde darbe girişimi için “Bu bize Allah’ın bir lütfu” dememiş miydi?
 
Ve yeni bir haber:
Faşizme, Darbelere ve OHAL’e karşı, aralarında HDP, KESK, DİSK, TMMOB, TTB, Alevi Örgütleri, EMEP, Haziran Hareketi ve Halk Evleri’nin bulunduğu 20'yi aşkın kurum tarafından Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği kuruldu…



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

5 Ağustos 2016 Cuma

Eğer samimi iseniz… (+)



Bundan önceki yazımın başlığı, “Eğer samimi iseniz…” idi. Nedense bu yazının yarım kalmış olduğunu düşündüm, sanki üç noktalara sığınıp, sonucu ortada bırakmışım gibi hissettim. Daha söylenecekler, yazılacaklar ve sorulacaklar varmış deyip, önceki başlığa sadece (+) ekleyip devam edelim istedim.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Diyanet İşleri Başkanlığınca düzenlenen ‘Olağanüstü Din Şurası’nda yaklaşık 40 dakika süren önemli bir konuşma yaptı.

Bu konuşmasında, Fethullah Gülen’in darbeci yapılanması için vermiş oldukları destek ve yardımlardan dolayı duymuş olduğu pişmanlığı belirterek özeleştiride bulundu ve; "Bizler de bu yapıya tüm siyasiler gibi iyi niyetle destek olduk. Açık konuşuyorum ben de şahsen pek çok görüşüne katılmasam da bunlara yardımcı oldum… Dedik ki bir ortak yanımız var… Bunun için hem rabbimize, hem milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum. Rabbim de, milletim de bizi affetsin." Dedi.

Sayın Cumhurbaşkanın pişmanlık duymasına neden olan bu destek ve yardımlar sadece birkaç kişiyle sınırlı kalmış olsa ve bu işlerden dolayı sadece birkaç kişi zarar görmüş olsaydı eğer, bunun telafisi mümkün olabilir, belki de o zarar görmüş insanlar ile helalleşebilirlerdi.

Oysa pişmanlığa neden olan iş ve eylemler devlet adına millettin kaynakları ile yapılmış, kimilerine taşınmazlar verilmiş, devlet aygıtı içine yerleşmeleri için kimilerine binlerce, on binlerce mevki, makam, kadrolar sağlanmıştır. Böyle olunca da bu işten zarar görenler sınırlı kişiler değil, 79 milyonluk halkımız olmuş. Kimi canını-malını, kimi mesleğini, işini, geleceğini, kimi okulunu… Ülke ise uluslararası konumunu, güvenirliğini, ekonomisini kaybetmiş…

(Bu durum bana, yıllar öncesi çalıştığım bir kurumda yapmış olduğumuz bir toplantımızı çağrıştırdı. O toplantıda; müdürümüz, daha önce kurum müdürü iken istifa edip, aynı kurumda “Uzman” olarak çalışan eski müdürümüz ve biz diğer çalışanlar vardık.  Kurumumuzun sorunları ve çözüm yolları hakkında çeşitli eleştiriler ve katkı sağlayan konuşmalar yapılıyordu. Müdürümüz de, sık sık araya girerek tüm sorunların kendisinden önceki dönemden kaynaklı olduğunu söylüyor ve eski müdürümüze bazı iğnelemelerde bulunuyordu. Eski müdürümüz de dinledi, dinledi ve söz alıp sakin bir ses tonuyla; “Müdüre hanım, ben bu dediklerinizi yapmayı beceremediğim için, kendi isteğimle müdürlükten istifa ettim. Amacım bu işleri yapacak birinin göreve gelmesini sağlamaktı. Peki, siz ne yaptınız onu anlatın lütfen?”  dedi…)

Şimdi asıl konumuza dönüp bazı sorular sormak zamanı.

Peki;

Yıllarca sınav sorularının çalındığı, milli eğitim, emniyet, adliye, askeriye gibi büyük kurumların Fethullah Gülen hareketinin kontrolüne geçtiğini yazanlar, çizenler oldu,  pek çok kurumda, onlardan olmayanlar öteki ilan edilip, mobbing  (işyerinde yıldırmak için, baskı veya psikolojik terör uygulaması) yapıldığı söylendi. Ne yazık ki hiçbir sorumlu harekete geçmedi, kimse tınmadı bile… Ama 15 Temmuz sonrasında gözaltı ve tutuklamalar başlayınca anlaşıldı ki; her şeyi biliniyormuş, tüm söylenenler için belgeleri, dosyaları ve faillerin listeleri hazırmış. Fakat nedense kimse sormuyor, bunları kilit noktalara kim yerleştirdi, olanlara bugüne kadar tüm olanlara ve olaylara kim göz yumdu, mağdurların çığlıklarını neden kimseler duymadı?

Halkın karşısına çıkıp onların acılarını nasıl gidereceklerini neden anlatmıyorlar? 

“Ne istediler de vermedik” dediklerine “verilenler” nelerdir?

Her istedikleri verilenlerin haksız olarak almış oldukları, nasıl geri alınacak?

Hakları gasp edilip başkasına verilenlerin işi, mesleği, geleceği ne olacak?

(1850’li yıllarda açılmış okulları kapattım demek çok kolay kapıya kilidi vurur kapatırsınız. Yıkmak kolay yapmak zor.)

Devletin koruma ve kollama güvencesiyle okullara giden fakat korunup kollanmayan çocuklar/gençler, onlarının umutları, gelecekleri ve aileleri ne olacak?

Belki sivil insanlarımıza ve parlamentomuza karşı yapılan bu faşist kalkışmayı yapanlar, hak ettikleri cezaları alacaklardır. Fakat halkımızın büyük acılar ve ölümler yaşamasına, ülke kaynaklarımızın tahrip olmasına neden bu katillere imkân ve makam sağlayan sorumlular ne yapılacak?...

***

Eğer gerçekten samimi iseler;

Eğer gerçekten samimi iseler Fethullah Gülen hareketinin; 40 yıl içinde okul ve diğer eğitim kurumlarında serpilip gelişerek dünyaya yayılan gizli bir suç örgütü olduğunu bilmeleri gerekir.

Eğer gerçekten samimi iseler o kurumlarda insanların; “minnet borcu” ezikliği içinde kıvranan, özgür bir “birey” olma yerine, bağımlı olarak, sorgusuz-sualsiz-yorumsuz olarak, verilen her işi yapan ve her emri uygulayan bir robot gibi yetiştirildiklerini bilmeleri gerekir.

Eğer gerçekten samimi iseler eğitimi; her bireyin özgünlüklerini özgürce ortaya koyabileceği, düşünen, yorumlayan, soru soran, çözüm arayan, insan haklarına saygılı, laik ve demokratik anlayışlı insanlar yetiştiren, çağdaş bir bilim dalı olarak kabul ederler.

Eğer gerçekten samimi iseler okulları; kendi arka bahçeleri sayan anlayışlar, simsarlar, vakıf ve derneklerin ellerinden kurtarmalılar.

Eğer gerçekten samimi iseler; kendi politik çıkarlarına hizmet için, İmam Hatip Okullarını görev alanlarında hizmet veren meslek okulları olmaktan çıkarıp, var olan okul sisteminin odağı haline getirmekten ve 4+4+4 uygulamalarından vaz geçerler.

Eğer gerçekten samimi iseler; toplumu inanç farklılıklarından dolayı ayrıştıran, sadece belli inanç ve anlayışlara hizmet sunan bu haliyle de laiklik ilkesine uymayan Diyanet İşleri Başkanlığını kapatırlar.

Eğer gerçekten samimi iseler; başka ülkelerde benzer olaylar yaşandığında, sorumluluğu olan devlet adamı ve politikacıların neler yaptıklarına, nasıl davrandıklarına bakarlar ve gereğini yaparlar.


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız