kırlangıç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kırlangıç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Haziran 2017 Cuma

Adana Otogarındaki Kırlangıçlar…



İnsanlar, devletleri ile el ele vermiş, sonrayı (geleceği) hiç düşünmeden sadece anı yaşamak ve daha çok kazanmak yarışı içindeler. Bu yarış sadece; yakarak, yıkarak, kimyasal kullanarak habitatları (yaşam alanı/yaşam adresi) yok etmekle kalmadı, hava, su, toprak, güneş, hayvan ve bitkilerin alış-verişle oluşturduğu çevresel denge olan ekosistemi de bozmaya başladı. 

Bu dünya, sadece insanların değil ki,  burada çiçek-böcek-kuşların da hakları var. Hiç düşündünüz mü, onlarsız bir hayat olabilir mi? Belki siz de, “Ben çiçek-böcek üzerine yazmam/konuşmam...” diye övünenleri duymuş veya tanımışsınızdır. Bu güzel canlıları yazmak, onları konuşmak neden boş şeylerle uğraşmak olsun ki!... 

Ben, Beykoz’da martıları izlerken hep sevinç duyup, hayran kalmış ve onları yazmak istemiştim. Fakat bu isteğimi hep öteleyip durdum. Olmadı, olmadı işte, yazamadım… Bakın şimdi de kırlangıçlar kaptı sırayı… 

18 Mayıs günyarısında İskenderun’dan yola çıkarak, bizi Mersin’e götürecek olan otobüsümüz, Adana otogarına girmişti. Sadece yolcu indirip, yolcu almak için kısa bir bekleme yapılacağı için yola devam edecek yolcular gibi ben de otobüsten inmedim.

İster istemez dışarıda koşuşturan insanları, yolcu bulmak için bağıran simsarları, bekleme yerine manevra yapıp girmeye çalışan veya yolcu alıp gitmeye çalışan otobüsleri izlemeye başlamıştım. Nasıl oldu bilemiyorum, birden bire isteğim dışında bakışlarımın yönü değişmişti. Artık otogardaki insan ve taşıtların koşuşturmalarını bırakmış başka yere bakıyordum. 

Şimdi o koşuşturanlarla ile ilgilenmiyor, onlardan etkilenmiyor ve sanki onları görmez olmuştum. Artık koşuşturanlarla aynı mekânın içinde, fakat sadece birkaç metre yükseklikte uçuşmakta olan yüzlerce kırlangıca bakıyordum sadece. 

Kırlangıçlar da benim gibi aşağıda olan-bitenlere ilgisizce, kendi dillerinde şen-şakrak konuşup, çığlıklar ve taklalar atarak uçuşuyordu. Ben, onların dillerini bilmediğimden, konuşmalarını anlamasam bile, telaşlı uçuşlarına, ya da bu coşkulu şölenlerine kayıtsız kalamamıştım işte...

Büyük bir merak, sevgi ve hayranlıkla izlemeye başladım. Ve gördüm ki; otogarın çatı altı ve duvarlarındaki kuytu yerlerine yuva yapmış kırlangıçlar, tıpkı kovanlarına çiçektozları taşıyan işçi arılar gibi, durmaksızın zarif kanatlarını çırparak uçuyor, uçuyorlardı. Gagaları arasında özenle taşıdıkları böcek-solucan türü yiyecekleri, yuva girişinde gagalarını açmış olarak bekleyen yavrularına verip, bu hazla coşuyor, sevinç çığlıkları atıyor ve daha başka yemler bulup, getirme telaşı içinde uzaklaşıyorlardı. 

Bunlar;  Sabahattin Ali’nin muhteşem öyküsü (1933) “Kırlangıçlar”ın kahramanları olan ‘antika mahlûkların’; “sabah akşam demeden, yaz kış demeden çalışanlar” olarak tanımlayıp, “ötekiler” olarak adlandırdığı kırlangıçların bilmem kaç kuşak ardılları olan torunlarıydı.

 ***
Otobüs Mersin’e doğru yola çıktığında, sevdiklerinden ayrılan birinin vedalaşırken duyduğu burukluk içinde; dönüp dönüp o sevimli kırlangıçlara bakıyor, içimden onlara, bu güzel şöleni sundukları için teşekkür ediyordum…

Biraz sonra otobana da girmiştik, otobanlar; insanın bakıp, görmesini kısıtlayan yollar… Belki bunun da etkisiyle etrafa bakınmayı bırakmış, kırlangıçları düşünür olmuştum.

Onların dün-bugün-yarın döngüsü içindeki yaşamları, düşünmemin konusu idi:
Bunlar dişili-erkekli olarak imece usulü çalı-çırpı toplayıp; yuvalarını yapmış, aşklar yaşamış, yumurtlamış, kuluçka nöbetlerini tutup yavrularını da çıkarmışlar. Şimdi ise yavruları besleyip büyütmenin zamanı… Kim bilir belki de geçen yıl, aynı yuvada yumuk gözlerle, gagalarını açarak yalvarır gibi yiyecek bekleyenlerden birkaçı, şimdinin ana-babası olarak koşuşturanların içinde...    

Koşuşturmakta da haklılar bence, çünkü onların zamanları az, fakat yapacak işleri pek çok… Daha kurslar vererek yavrularına; uçmayı, bağımsız beslenmeyi, ergen olup özgüven kazanmayı, arkadaş edinmeyi ve eylül-ekim olup soğuklar başladığında, birlikte göç etmeyi de öğretecekler. Göçmenlik bitip de yeniden buralara geldiklerinde ise; ana-baba olmayı, birlikte yuva kurmayı, yavrularını besleyip, büyütmeyi öğrenecekler…

Benim de çok merak edip görmek istediğim bir törenleri var onların: Kim bilir kaç gün sonra, o yavruları uçurmaya çalışırlarken ne güzel gösteriler yapacaklar. Otogardaki şanslı izleyicilerin tanıklığında…



NOT: "baykandoga" isimli okurum; kırlangıç yuvalarının çamurdan yapıldığını hatırlatarak değerli bir katkıda bulunmuş. Çok teşekkür ederek düzeltiyorum. 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

16 Haziran 2017 Cuma

Yavuzselimliler Mersin Erdemli’de…



İskenderun’dan başlayan otobüs yolculuğumuz Adana otogarında sadece yolcu indirip, yolcu almak için kısa bir beklemeden sonra sorunsuz olarak Mersin otogarında son buldu.

Erdemli’nin Ayaş Beldesi’ndeki buluşma yerimize gitmek için Silifke midibüsüne binmemiz gerekiyordu, öyle de yaptık. Şoförümüz, bir-iki yolcu alabilmek için tıpkı korku filmlerindeki gibi telaşlı ve akrobatik hareketlerle duraklara dalıp, çıkıyor, her an bir kazaya sebep olacak şekilde başka hatlardaki minibüslerle yarışıyordu. Diğer yolcuların homurdanmaları onların da benim gibi gerginlik yaşadıklarını, “yüreklerinin ağızlarına geldiğini” gösteriyordu. Şoför, bazı büyük duraklarda torpido gözüne sakladığı küçük bir kâğıt parçasını çıkarıp, oradaki “değnekçiye” imzalatıyor ve hemen miktarını bilemediğim metal paraları “haraç” olarak vererek yola devam ediyordu...

Erdemli'ye kadar devam eden bu korkulu yarış, bende büyük bir gerginlik yaratmış olacak ki; 1968-1971’li yıllarda görüp hayran kaldığım bu coğrafyada  görüp, yaşadıklarımı anımsayıp, günümüzle kıyaslama fırsatı bile vermemişti bana. 

İşte böyle bir psikoloji içinde iken, adeta ohhh!.. diyerek varmıştık buluşacağımız otelin kapısına…  

O koşuşturmalı ve korkulu yolculukta fırsat bulamamıştım, bari şimdi geçmişi anımsayıp günümüze gelmek; kıyaslamak, düşünmek, düşündürmek istiyorum kısaca. Siz de bana: “Sen okul buluşmasına gelmişsin, şimdi ne işin var geçmişte…” demeyin lütfen…   

O yıllarda; Mersin’den Erdemli’ye doğru yol alırken; solumuzda kocaman bir deniz, büyük büyük narenciye bahçeleri, sağımızda ise bahçelerin kenarlarına dizili küçük küçük şirin köy evleri, mahalleleri vardı.

Mevsimine, gününe göre, deniz dalgalarının; bazen huzur veren şıpırtılarını ve bazen çığlığa dönüşen iniltili sesini duyardınız. Rüzgâr, deniz dalgalarında yıkanır, nemi ve yosun kokusunu alarak, bahçelerdeki yeşillikleri, dalları, yaprakları, çiçekleri bazen okşar, bazen de sarsarak oralardan size; limon-portakal-mandalina-turunç-muzlardan aldığı karışımın hoş kokularını sunardı.

Peki, şimdi?!... Mersin’den Erdemli’ye kadar, Erdemli Çamlığı, Orman Kampı ve ODTÜ Kampüsü dışında hiç yeşil kalmış mı? Kale ya da hapishane duvarı gibi dizilmiş yüksek yüksek apartmanların, uzaklara attığı, görünmez kıldığı denizi görebiliyor musunuz?  Peki, "limonun başkenti” denen yerdeki limon bahçeleri nerede? Evet, ancak üç nokta ile noktalanır bu tür cevabı zor sorular.

***
Gelenekselleşmiş okul buluşmamızın bu yılki düzenleyicisi Mürüvvet Demirtaş daha doğrusu Nermin-Mürüvvet-Mehlika üçlüsü… Üçkardeş el ele verip, çok çalışmış, çokça yorulmuşlar… Tek amaçları ise, buluşmaya gelen bizleri rahat ettirmek…

Mürüvvet Demirtaş arkadaşımız; Erdemli'de bulunan bir özel okulun müdürü, ayrımsız olarak herkese güler yüzle hitap ettiği ve de güzel konuştuğu için hemen hemen her okul buluşmamızın değişmez sunucusudur kendileri. Otele giriş yapan hemen herkes gibi bizi de ışıldayan gözler ve güler yüzle karşıladı. Kuşkusuz onun da kendine özgü bir dünya görüşü var.  Ama O, 'herkesin görüşü ve inanışı kendi özelidir' diyenlerden… O, bir “Yavuzselimlili” olarak, “İNSAN” olmayı esas alan birisi…

Şimdi gel de günlük politikaya dokunma bakalım: Bugünlerde birbirine tahammülü olmayan kutuplara bölünmüş Türkiye'mizde, böylesi kişilere ne de çok ihtiyacımız var?...
  
***
Öğretmen, abi, abla, kardeş, arkadaş, eş ve torunlarımızın (4 nesil) bir arada olduğu bu buluşmada:

Birinci gün: Bu günümüz öğretmen ve arkadaşlarımızı arayıp bulma, özlem giderip, kucaklaşmalarla geçti. Bazen, karşınıza “Tanıdın mı?” diye çıkarılan birine bakar, “Tabi ama...” der, kekelersiniz, bazen de, çaktırmadan göğüslere asılı tanıtım kartlarına bakıp anımsamaya çalışır, belleğinizi zorlar ve başaramayınca da üzülürsünüz. Kolay değil, görüşmeyeli belki  50, belki daha fazla yıl olmuş, onu unutup silmişsiniz... Ama şimdi bir de o çocuk yıllar içinde anımsarsanız onu, 70’ine yaklaşmış bir çocuk olursunuz...  
İkinci gün: Organizatör Mürüvvet arkadaşımız, bizi planlanan yerlere taşıyacak olan taşıtların geç gelmesi yüzünden sıkıntılı anlar yaşadı. Fakat gecikmeli de olsa geldiler, bizi önce otelimize 3 km uzaklıkta ve Ayaş Beldesi’nin yaslandığı tepedeki “Kanlı divane” antik kentine götürdüler.

“Kanlı divane”; M.Ö:2. ile M.S:7. yüzyıllar arasında yaşamın devam ettiği bir yer olarak bilinir. Merkezindeki obruk (çöküntü) alanı ise; suçluların aslanlara yem olduğu yer... Alanın duvarında bir kaya mezarı ile çeşitli figürler bulunmaktadır. Obruğu çevresinde de; bina enkazları, yüzyıllara direnerek ayakta kalmış muhteşem oymalarla süslenmiş kapı girişleri, taş duvarları,  Zeytin İşleme Atölyesi, Kilise, anıtmezar ve lahitleri görürsünüz. 

Şöyle bir bakınır, düşünür sonra da; bu toprak, bu deniz, bu tarla, bu bahçe ve bu anıtları gereği gibi koruyamamanın mahcubiyeti içinde yanaklarınız alevlenir, üzülürsünüz… Buraları binlerce yıl öncesinden miras bırakanları hayal ederek; inancına, töresine, kimler olduğuna bakmadan saygı duyarsınız. 

Bu güzel ören yeri ziyareti sonrasında; meşhur Erdemli Çamlığı’ndaki piknik alanında dostlarla sohbet edip, peynirli dürümleri iştahla yedik, aşırı klorlu su ile yapılmış ayranları içemedik... Akşam yemeği sonrasında da söyleşi ve Silifke ekibi gösterileri… 
Üçüncü gün: Dünkü ören yerinden sonra bu gün de tarihe yolculuk var. Bu kez Tarsus’a… Eşim Dilek Toprak’la birlikte park yerinde bulunan (rast gele) bir midibüsün ön sırasına oturduk, içeride hiç kimse yoktu, sonra da kafilenin en neşeli taşıtı haline geldi bizimkisi.  Sınıf arkadaşım Vahdettin Kurt’un assolist olduğu Oltulular grubunun alkışçısı, sessizce, içten içe  söyleyeni olmuştuk. Gidiş ve dönüş yolunda sanki çocuk olduk, durmaksızın şarkı-türkü söyleyip,  neşeli, güzel bir yolculuk geçirdik.

Çukurova’nın tarihi başkenti Tarsus

Tarsus’ta St. Pier Kilisesi kalıntıları üzerine yapılmış olan Ulu Camii’nin avlusunda; Hazreti Adem'in oğlu Hz. Şit peygamber ile Lokman Hekim'in temsili mezarları ve Halife Memnu'nun mezarı bulunmaktadır. Yakınında da; Tarsus'a gelmesiyle, bölgedeki kıtlığın son bulduğu, bolluk ve bereketli yılların başladığı söylenen Hz. Danyal’ın (MÖ 4-5. yy.) mezarı kabul edilip halen kazı çalışmaları devam eden bir alan... ( Bu bilgileri bize, bir tur rehberi gibi anlatan cami imamı verdi). Tarsus Şelalesi’ni gezip Belediye aş evinde “kavurma-pilav” yedik… Sonra da Hıristiyan ile Müslümanlarca kutsal kabul edilen Eshabı Kehf (Yedi Uyurlar) Mağarası’na doğru yola çıktık, kapısına tam varmıştık ki, aniden ve şiddetli bir sağanak yağmura yakalandık, ıslandık, üşüdük ve Yedi Uyurlar Mağarası’na hızlıca girip çıktık. Zamanımız sınırlı olduğu için Çukurova’nın tarihi başkenti Tarsus’un pek çok yerini gezemeden noktaladık gezimizi.

Otelimiz; bol ve temiz olan yiyecek listesine (final gecemiz için) bir duble de içki eklemişti, isteyen içti isteyen paylaştı... Öğretmen ve bazı arkadaşlarımız ortak yaşanmışlıklarımızı dillendirerek duygulu anlar yaşatırken, horon, bar ve solo türkülerle de coşkulu anlar yaşadık.

Nermin-Mürüvvet-Mehlika üçlüsü, son gecemizde sürpriz yaparak bir ilke imza attılar: “Palandöken Aydınlığı Yavuz Selim Öğretmen Okulu” isimli bir 50. yıl dergisi çıkarmışlar, böylece bazı anılarımızı yazılı hale getirerek kalıcı kılmışlar. Ve bu dergiyi tüm katılanlara ücretsiz dağıtma inceliğini gösterdiler…

Yarın grubumuzun ayrılık günü... O gece, seneye Trabzon’da buluşalım kararı alındı, fotoğraflar çekildi ve güzel dileklerin sıralandığı vedalaşmalar yapıldı. Yani, yarını beklemeden ayrılığı geceden başlatıverdik…



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız