25 Şubat 2022 Cuma

Savaşlar ve Halklar


Coğrafyamızdaki pek çok çıkar savaşı devam ederken, bugünlerde de ülkece petrolüne, gazına, hububatı ve turistine yaşamsal bir bağla tutunmakta olduğumuz komşularımızın topraklarında, devlerin kapışması başladı, başlayacak.
 
Doğa ve canlıları yakarak, yıkarak, öldürerek ve ardında pek çok acılar bırakacak olan bu savaş da bitecek. 

Bu haksız kapışma bittiğinde, zalim güçlerden hangisinin daha fazla çıkar sağlayacağı henüz belli değil. 

Fakat tüm savaşlarda olduğu gibi bu savaşın da kaybedenleri sır değil, onları herkes biliyor. 

Kaybedecek olanlar, her iki cephede de çarpışan, ölen, sakat kalan ve büyük acılar yaşayacak olan emekçilerdir. 

Çünkü bunlar, henüz her iki cephede olup-biteni anlamamış, niçin vuruştuğunu bilmeyen, sorup yorumlamayan, ya da: 'düşmanı kardeş yapamayan" yoksul halkların emekçileridir.

Yine onların canları, malları yanıp yok olacak ve yine onlar olacak acıları için ağıt yakanlar!  

Size, şimdilerde yaşamayan, fakat her iki dünya paylaşım savaşını da cephede yaşamış birini hatırlatmak istiyorum:  

Paul ÉLUARD (14.12.1895 - 18.11.1952); 
I. Dünya Savaşı'nda askerde iken ölümleri görmüş, dehşeti yaşamış.
II. Dünya Savaşı'nda, Hitler Faşizmi Fransa'yı işgal ederken karşı durmuş. Emekçinin emeği-kanıyla beslenen emperyalizm ve onun ırkçı türevi faşizmin neler neler yaptığına tanık olmuş, halk dostu özgürlük savaşçısı büyük bir şairdir. 

'Savaşta Ölenler' şiirinde bize, savaş dehşetini ve katillerini gösterir:  
"Her yer tıklım tıklım ölü
Acı boğacak beni boğacak beni 
Otlar yalnızlıktan kupkuru
Ama suçlu ben değilim ben değilim 
Katillerle bir olmadım olmayacağım da..."
 
'Asıl Adalet'te ise; düşmanlığın gereksizliği ve saçmalığını anlatır: 
"İnsanlarda tek güzel kanun
suyu ışık yapmaları
düşü gerçek yapmaları
düşmanı kardeş yapmalarıdır..."

Savaşı ve onun felsefesini anlatmak için kim bilir kaç bin sayfa gerekir. Fakat gördüğünüz gibi ÉLUARD'un sadece birkaç dizesi bu iş için yeterli olmuş!

İşte budur şairin ve dizelerin gücü!  

***

Savaşlar, egemenlerin çıkarları için yapılan kötülük ve hak ihlalidir. Böylesi kötülük süreçlerinde yaşananlar; birey, grup ve halkta öfke-kin oluşturur. Biz bu duruma: 'canı yananların insani tepkileri' de diyebiliriz.

Egemenler, düzenleri devam etsin diye yeni yeni haksızlık ve kötülükler yapmak isterler. Bunun için de her zaman toplumda biriken öfke ve kini besler, onlara sığınırlar.

Böylece o duygusal öfke-kin, artık: "Kanı yerde kalmayacak!" diyen bir meydan okuma çağrısı hem de yeni bir savaş ve saldırının gerekçesidir.

İşte o zaman: 'kısasa kısas' bir saldırının gönüllü savaşçıları çoğalır ve karanlık kirli amaçlara ulaşmak da kolaylaşır. Yeni kavga, çatışma, savaş, işgaller başlar, yeni kayıplar olur, büyük acılar yaşanır. Fakat hiç bitmez tükenmez olur: "Kanı yerde kalmayacak!" çığlıkları...

İşte bu anlayışla beslenip mayalanır, sonra da grup ve ülkeler arasında nesiler boyu süren kanı kanla temizleme düşmanlığı olan 'kan davası" olur.

Oysa demokrasinin olduğu yerlerde "Kanı yerde kalmayacak!" yerine, söz hukukun ve politikanın olur. O zaman da iletişime dayalı diplomasi uzlaşı için yol-yöntemi belirler, silahlar susar, hukuk konuşur, yargı yargılar suçlu ceza alır... Böylece, kanı kanla temizleme ilkel alışkanlıkları, hak gaspları durur, daha güvenli, huzurlu bir barış iklimi sağlanır.

Barışçı bir yaşam; tüm farklı kimliklerin saygın, eşit, özgür olmasıyla sağlanabilir. Kısacası: 'düşmanı kardeş yapmadan' barış içinde yaşamak çok zordur. Demek ki; demokratik-laik-sosyal-hukuk devleti olmayan bir ülkede barış içinde huzurlu bir yaşam olmaz, olamaz. 

Niçin savaşlar bitmez, insanlar zulüm görmeden, açlık, işsizlik çekmeden barış içinde yaşamaz ki? 

Çehov'un: "Duvarda asılı silah oyunun devamında patlar." ünlü sözüyle özetlersek: Eğer, bir ülkede veya bir grupta eller öfkeyle, kinle sıkılmış yumruk olmuşsa, orada kavga-çatışma-savaş kaçınılmazdır.

Ama eğer bir yerde kin-öfkenin yerini akıl almışsa ve eller tokalaşmak için dostça uzatılmışsa, orada; gelecek kaygısı olmaz, dostluk ve barış olur.

Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

18 Şubat 2022 Cuma

Ankara Barosunda İnsan Hakları


İnsanların, 'insanca' yaşamak için; hak, hukuk adalet arayış mücadelesi çok eskilere dayanır.

Tarih; M.Ö. 400'lü yıllarda Sokrates, 1633 yılında Galileo, 900'lı yıllarda Hallac-ı Mansur, 1410'lu yıllarda Nesimi, 1894'te Dreyfus ve benzerinin dava ve savunmalarını günümüze taşır. Bu nedenle de davaların sonuç ve yankıları herkesçe az-çok bilinir. Zaten bu davaları hiç de aratmayan dava ve savunmalar günümüzde de devam etmektedir.

Toplumsal yaşam bir organizmaya benzer, eğer bu organizmanın tüm organları işbirliği içinde çalışırsa, o zaman güvenlikli, sağlıklı ve huzurlu bir yaşam olur.

İşte bu anlayışla yaşama şekil verecek devletler kurulmuştur. Ne yazık ki devletler hep güçlüden yana olmuş çoğunlukları ezip sömürmüştür.

 

Kabul edilen iki görüşe göre:


Tarihte ilk kez M.Ö. 1760 yılında Mezopotamya'da, Hammurabi Yasaları ile devleti yöneten kral veya egemenlere yazılı olarak yetki verilmiştir.


15 Haziran 1215'de ilk anayasa sayılan Magna Carta ile Birleşik Krallığın (İngiltere) yetkileri kısıtlanmıştır.


***


Demokrasinin olduğu toplumlarda her kurumun, insan haklarını esas alan, herkesi eşitlikçi anlayışla kucaklayan ilkeleri ve etik kuralları vardır. Bu toplumlarda, her kurum ilke ve kurallarıyla, diğer kurumlarla işbirliği yaptığı için daha sağlıklı ve huzurlu bir yaşam iklimi oluşur. 

Kuşkusuz topluma hizmet sunan her kurum saygın ve önemlidir. Fakat eğer ülkenin yargı, eğitim, sağlık ve akademi sistemlerinde, onların ilke ve etik kurallarına uygun bir hizmet sunulmuyorsa, o zaman toplumsal bir kaos başlar. Hele bir de kurumların ilke ve kurallarını gözetmeyen, tek elden yönetme istekleri varsa, o ülkelerde hem çalışmak hem yaşamak çok zorlaşır.

Örneğin:

Yargıda; savcı-avukat-hâkim eğer hukuka uygun soruşturmaz, savunmaz ve karar vermezse, 

Eğitimde; öğretmen, eğer her birey saygındır diye eğitip, öğretmezse, 

Sağlıkta; doktor, eğer Hipokrat yeminine bağlı olarak çalışmazsa,

Akademide; akademisyenler, öğrencisiyle birlikte bilimi rehber almaz, araştırmaz, buluş yapmaz, konuşup öneride bulunmazsa.

İşte o zaman diğer kurumlar görevlerini tam yapsa bile, artık toplumsal çark düzenli dönmez, ülkede kaos başlar. 

Oysa demokratik ülkelerde, zorlukları azaltmak ve kolaylaştırmakla görevli yönetimler; sadece kurumların ihtiyaçlarını, aksayan yönlerini belirleyip gerekli bakım-onarımları yapar, öneri ve istekler için karar alır, yasalar hazırlar ve uygulamalarıyla herkese ayrımsız eşit hizmet sunarlar.

Ne yazık ki şimdilerde; kurumlarımız tek elden yönetildikleri için kurumlar etik kurallarına uygun çalışamıyor sadece emirle istenenleri yapıyorlar. Bu durum da ülkede ekonomik ve sosyal pek çok soruna neden oluyor. 

Yukarıda, yargı-eğitim-sağlık-akademi sıralaması yapmıştım ya, şimdi de ilk sırada olan yargıya biraz değinmek istiyorum. Çünkü devletin en öncelikli görevi, ülkede güvenliği sağlamak, özgürlükleri korumaktır. Ve devlet bu görevi ancak yargı denetiminde yaparsa başarıya ulaşır.

Yargı sistemi; Savcı-Avukat-Hâkim üçlüsünün oluşturduğu bir kamusal hizmettir:

Savcı, duyumunu aldığı suç hakkında soruşturma başlatıp, ilgilileri dinler sonra da eğer suçun oluştuğu görüşüne varırsa o zaman edindiği bilgi ve kanıtlarla bir 'iddianame' hazırlayıp mahkemeye sunar.


Avukat, hem suçlanan hem de suçlayan gerçek ya da tüzel kişilerin haklarını savunur ve onlara yol gösterir (Savcı ve Hâkim devlet adına görev yaptıklarından, bireyi devletin gücü karşında koruyan biricik güç savunma gücüdür). 

Hâkim ise savcıyı, avukatı, şikayetçiyi, sanığı, tanıkları dinleyerek ve kanıtları değerlendirerek bir karar verir. 


Çok kapsamlı ve uzmanlık gerektiren yargı konusu için bu açıklamayla yetinip daha güncel konulara gelelim istiyorum.


***


AYM Başkanı Arslan: "Bugün Anayasa Mahkemesinin önünde 66 bine yakın bireysel başvuru bulunmaktadır... Ocak 2022'de bize gelen başvuru sayısı 12 bine yakın..." diyor.


2021 sonunda Türkiye'den AHİM'e 15 bin 251 başvuru olmuş!


Peki, AYM ve AHİM'e kimler ve niçin başvururlar?


Bu soruya en uygun cevap: "Onlar, insani hakları ihlal edilenlerdir!"


Demek ki, ülkemizde pek çok insanın hakları ihlal ediliyor!


Er-geç tüm suçlananlar; ‘geç gelen adalet’ ile aklanacak, fakat onların acı ve yaraları hep kalacak!


Karnesine: ‘İnsan Haklarını İhlal’ yazılan ülkemiz hem de maddi-manevi tazminatlar ödeyecek! 


Fakat, 'hak ihlaline fail' olanların yaptıkları, yanların kâr kalacak! 


Şimdi de yazıya başlık olan konuya gelelim. Çünkü yargının üçüncü ayağı olan 'savunma' alanında, etik olmayan bazı olay ve uygulamalar var!


Ankara Barosu, 20 bin üyesi, bünyesinde de 'İnsan Hakları Merkezi' olan büyük bir barodur. Geçen hafta baro yönetimi ve 'İnsan Hakları Merkezi' arasında yaşananlar, divanı oluşturan 9 kişiden 5'nin istifasına neden oldu. İstifa edenlerin iddiaları kısaca şöyle:

  • 'İnsan Hakları Merkezi'nce yapılan bir çalışma ile, Ankara TEM Şube Müdürlüğü'ndeki işkence iddiaları hakkında rapor hazırlanıp Ankara Barosu yönetimine sunuluyor. Ancak, baro yönetiminin bu rapordaki 'mağdur beyanlarının' sansür ettiği...
  • 'İnsan Hakları Merkezi'nin, avukat ve hasta bir mahkûm olan Aysel Tuğluk için hazırladığı açıklama 'isme özel' olduğu gerekçesi kabul edilmezken ve aynı konuda 20 baro tarafından hazırlanan açıklama imzalanmazken, iki gün sonra 'Sedef Kabaş' ismiyle bir açıklama yapılması...
  • Bazı AHİM kararlarının sansürlenmesi ve Nazlı Ilıcak gibi bazı kişiler hakkında verilen kararlara aylık bültenlerinde yer vermemek...

Bunları ve çokça benzer açıklama ve ses kayıtlarını sosyal medyada da bulabilirsiniz.


İşte bir de istifa örneği:


"Geldiğimiz aşama itibariyle, Ankara Barosu yönetimiyle bir insan hakları mücadelesi vermenin mümkün olmadığına olan inancımla, insan hakları merkezi başkan yardımcılığı görevimden istifa etmiş bulunmaktayım." 


İnsan hakları, renk, ırk, dil, din farkı olmaksızın herkes içindir. Bu hakları korumakla görevli olanların en başında barolar ve avukatlar gelir.


Eğer bu haklar, herkes için değil bazıları için uygulanırsa, işte o zaman şimdilerde olduğu gibi AYM ve AHİM önünde kuyruklar oluşur. 


Görevi, ayırım yapmaksızın tüm mağdurları savunmak olan baro ve avukatlar, eğer bazı insanların haklarını yok sayar ve bazılarını da kayırırsa: Vah! Vah! demek yetmemeli, ses vermeli.


Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


11 Şubat 2022 Cuma

‘Sezen Aksu Olayı’


Fizik-Kimya-Biyoloji, Sosyoloji, Psikoloji bilimlerinin tüm varlıkları ayrımsız olarak ilgilendiren değişmez kural ve yasaları vardır. Fakat, akıl vicdan sahibi varlıklar olan insanlar, barış ve güven içinde yaşanacak bir toplumsal düzeni kurmak için bunlarla yetinmemiş; ayrıca hak, hukuk ve adaleti sağlayan  bir değerler sistemini de geliştirmişlerdir.  

Toplumsal yaşam, işte bu nesnel yasa ve değerler sistemlerinin değişim, dönüşüm ve gelişimleri sonucu ayakta kalmıştır. İnsanlık tarihinin hemen her döneminde 'önce ben' diyen sağduyu yoksunu çıkarcı, ırkçı, tekçi egemen güçler olmuştur, Bunlar, her ne zaman ki dara düşer, albenileri azalır ve güçsüz kalırlar, işte o zamanlarda saldırganlaşır ve kurulu barışçı dengeyi bozmak isterler. 

Çünkü bunlar çatışma ve düşmanlıklarla beslenip güç-çıkar sağladıkları için  hedeflerinde büyük çoğunluk olan yoksul halk vardır. Onları; kimlik ve inançlarına göre parçalara ayırıp, düşmanlaştırır ve çatıştırırlar. 

İşte böyle başlar tüm kavga, çatışma ve savaşlar!  

İşte bunun sonucudur, sınırlı sayıda zengin ve sayısı bilinmez çoklukta yoksulların oluşu! 

Ve bundandır halkın sömürülmesi, zulüm-işkence görüp, çaresiz-takatsiz-güçsüz kalması...

Oysa demokratik, sosyal, laik devletlerin öncelikli görevi; tüm kurumlar arasında denge ve işbirliği sağlayıp, yurttaşların güvenlik ve özgürlüklerini korumak, onlara eşitlikçi anlayışla hizmet sunmaktır. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 21.01.2022 günü Çamlıca Camii'nde mikrofonu eline alıp: “Hakaretlerin bini bir para. Bütün bunların karşısında dimdik duracak olanlar sizlersiniz. Hz. Âdem efendimize kimsenin dili uzanamaz. O uzanan dilleri yeri geldiğinde koparmak bizim görevimizdir. Havva validemize kimsenin dili uzanamaz. Onlara da had bildirmek bizim görevimizdir." 

Diyen bu kindar sözleriyle birilerine, birilerini hedef göstermişti. 

Bu sözlerden hemen sonra, zaten işaret bekleyen, 'ak' ve 'ulusalcı' troller ortaya çıkmış, hedef kişinin Sezen Aksu olduğunu ilan etmişti.

Sonra da  'ak' trollerin kimi ekranlarda kimi kapısında kimi de sosyal medyada Sezen'i tehdit edip lanetlemişti.

'Ulusalcı' troller ise, ekranlar ve sosyal medyada: 'yanlış olmuş' deseler de hemen peşi sıra: Ama/fakat diye söze başlayarak: "Sezen Aksu da 2010 referandumunda 'yetmez-ama evet' demişti!" -diyordu. Fakat onların Sezen'e karşı kin ve öfkeleri: jest, mimik, sözcüklerinde seziliyordu. Yani aslında bu kindarlar da: Sezen için söylenenlerin, ona 'müstahak' olduğunu söylüyordu. 

Peki, Çamlıca Camii'nde başlatılmak istenen bu sosyal linçin nedeni nedir? 

Nedeni: Sezen Aksu'nun yıllar önce söylediği: "Şahane Bir Şey Yaşamak" -şarkısında yer alan: "Selam söyleyin o cahil Havva ile Âdem'e" -sözleridir. 

Sizi bilmem, ama ben hemen sözlüğe baktım: ‘Cahil’ sözcüğü için üç tanım vardı:

  1. Öğrenim görmemiş, okumamış, 
  2. Belli bir konuda yeterli bilgisi olmayan, 
  3. Deneysiz, genç, toy (delikanlı veya kız).

Şimdi de sormak gerekir:

Bu tanımlardan hangisi 'dil koparmak' için bir gerekçe olabilir ki?

Teolojiye göre Âdem ile Havva ilk insanlar kabul edilir. Bunun için bence onlar, çevrede olup bitenleri görüp doğal bir eğitim almış olsalar da, o zamanda henüz yazı olmadığı için okuryazar olamamışlardır. 

Yine teoloji kaynaklarına göre Âdem ile Havva cennetten kovulmuşlardır. 

Peki, insan bu durumda onların: "Deneysiz, genç, toy (delikanlı veya kız)"  olduklarını düşünemez mi? 

Böyle düşünenler hiç suçlu sayılabilir mi? 

Bir ses söz sanatçısı olan Sezen Aksu, her sanatçı gibi kendi ürünlerini, çeşitli imge (düşsel öge), ironi (alay), benzetme (teşbih) metafor(mecaz) kullanarak süsleyip özgürce üretmiştir. 

Sezen Aksu, düşünerek, çalışarak ürettiği pek çok ürünüyle, yurdumuz ve dünyanın pek çok yerinde büyük kitlelere ulaşıp çokça beğeni almış bir sanatçımızdır. 

***

Sezen Aksu, olup bitenlere hiç kayıtsız kalmadı ve tarihe not düşen cevabını: "AVCI" isimli eseriyle verdi. 

İşte, ilk gününde dünyada büyük yankı yaratan ve pek çok dile çevrilen bu eserin son dizelerinde: 

"Dur bakalım…

Beni öldüremezsin

Sesim, sazım, sözüm var benim

Ben derken ben herkesim."   

Diyordu Sezen...

Sn. Erdoğan, Çamlıca Camii konuşmasından tam beş gün sonra, Sezen'in cevabını duymuş, aldığı toplumsal desteği de görmüştü ki, bunun üzerine bir açıklama yapma gereği duyarak: "Benim oradaki hitabımın muhatabı Sezen Aksu değildir." deyivermişti.

Onun bu gizemli mahcup söylemi de birkaç gün: "Acaba, bu açıklama bir geri adım mı yoksa bir özür mü?"  diye tartışma konusu oldu. 

Bence 'öyle mi, yoksa böyle mi' şeklindeki bu varsayımlar hiç de önemli değildir. 

Orta yerde duran üç önemli gerçeklik üzerinden tartışmak gerekir:
 
Birincisi, tartışma konusu konuşmanın yapıldığı mekândır.
İkincisi, bu konuşmayı yapanın kimliğidir. 
Üçüncüsü, cezalandırma isteği ve biçimidir. 

İşte cevaplarımız: 

Bu konuşma bir ibadet mekânında yapılmaktadır.
Bu konuşmayı yapan kişi: 84 milyonun cumhurbaşkanıdır.     
Bu 'suçlu/suçlular' için istenen ceza: dillerini koparmaktır.   

Şimdi de bu olayın etik bir analizini yapmaya çalışalım: 

Konuşmanın yapıldığı yer bir ibadet mekânı olduğuna göre burada, toplumu ayrıştırıp düşmanlaştıran bir dil kullanılmaz. 

Bu mekânlarda birleştiren, barıştıran bir iyilik dili kullanılır. 

Konuşan kişi eğer 84 milyonun cumhurbaşkanı ise ve bu milyonların içinde de başka dini, başka inancı olan veya hiç inancı olmayan çokça insan var ise o zaman O’nun sözü, sıradan bir vatandaşın sözünden daha da önemlidir. 

Çünkü O, herkese eşit mesafede olması gereken birisi. 

Çünkü O, idam cezası olmayan ve işkenceyi insanlık suçu sayan bir anayasa göre tarafsızlık sözü verip, yemin ettikten sonra görev almış birisi. 

Çünkü o makam; dil ve 'diller koparmak' gibi insani olmayan ve çok ağır toplumsal faturası bulunan bir vahşet çağrısını yapamaz, yapmamalı. 

Bu dil koparmak sözü ağızdan bir kez çıktıktan sonra; "hitabımın muhatabı Sezen Aksu değildirdemiş olmak ise ne çok önemli ne de çok anlamlıdır. 

Peki, dili koparılacak olan Sezen Aksu değilse, kimdir? 

Diye sormak da anlamsızdır artık.

Çünkü her insan diliyle yaşar, her insan saygındır.   

Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


4 Şubat 2022 Cuma

'Sokağa Dökülmek'


Dünya dönüyor ve karlı, yağmurlu, soğuk havalar, aylar, mevsimler zaman tüneli içinde akıp gidiyorken... Ülkemizin ekonomisi, üç haneli enflasyonun pençesine düşmüş, hazinesi, bilmem eksi kaçla dip yapmış, merhaba diyecek komşusu olmayan bir dünyada yapayalnız kalmışız. 


Diplomalı, diplomasız milyonlar iş arıyor, bir işi olanlar bile yoksullaşmış, onların canı da gıda, elektrik, doğalgaz faturaları ile yanıyor. Üniversite gençleri aç, açıkta kalmış, barınak bulamıyor... 

İşte tam da bugünlerde kargo çalışanı kuryeler, metal işçileri, otomotiv çalışanları, çorap üreteni gibi çokça emekçi ülkenin her yerinde direnişe geçtiler.

Hem de emekçilerin hakları için kurulan ve onların birleşik gücü olan sendikacılığın can çekiştiği, meydanların bariyerlerle çevrildiği günlerde bu direnişlerin başlaması, çok anlamlı ve çok saygıdeğerdir.  

Peki, bu emekçiler ne istiyor; onlar, düne göre daha darda kaldıkları için bu sıkıntılarına son verecek insanca bir hayat istiyorlar. Bunun için de patronlarına sağladıkları kazançtan biraz daha pay almak istiyorlar. Fakat varlık içinde yaşayan bu egemenler, huyları gereği olarak hiçbir zaman kazandıklarıyla yetinmez hep: "daha, daha da fazla..." isterler. 

İşte sınıf çatışması dedikleri şey tam da budur. 

Fakat bir de ne itibardan tasarruf eden ne de savaşçılığına son veren bir iktidarımız var.
 
Barışı unutan, savaşçı anlayışla donanan bu iktidar da hiç boş durmuyor! İnsan hakları ve hukukuna baş kaldırmış... Ülke kaynaklarını eşe dosta satıp savmış... Otoparkı lüks araçlarla dolu, ihtişamlı saraylar dikmiş... Borçları torunlarımızca dolar olarak ödenecek olan; tüneller, yollar, köprüler, havalimanları, hastaneler yapmış... Ayrıca her kalkış ve inişi: 30-35 bin dolar, her sorti ve bombalaması 90-95 bin doları bulan F-16 savaş uçakları ile de dağa taşa durmadan bombalar yağdırıyor...  

Kısaca; ülkemiz, halkımız ve 20 yıllık iktidarımızın kuşbakışı durumu işte böyle...   

***

Tam bir ay önce (4 Ocak 2022), Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, AKP Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısında bakın neler diyordu: 

"Utanmadan sıkılmadan sokaklara döküleceklermiş, meydanlara döküleceklermiş, ya siz 15 Temmuz'u görmediniz mi? Nereye dökülürseniz dökülün, 15 Temmuz'da sokağa dökülenlere bu millet nasıl dersini verdiyse, siz de dökülün siz de aynı dersi alırsınız. Cumhur İttifakı olarak hepinizi önümüze katarız ve gideceğiniz yere kadar kovalarız..." 

Peki, ne demek istiyor bu ayrımcı, öfke ve kin kusan sözleriyle?

Bu bir insanın, insan haklarını aramasını engellemek, etrafa korku salmak için söylenmiş bir kaos duyurusudur.

Oysa insanlar sokağa: 

Toplumsal, ekonomik, politik pek çok sorunları yüzünden, geleceği için yoğun korku ve endişe duyduklarında... 

Üreten emekçi; yoksullaşıp, kölece yaşama zorlandığında...

Hak, hukuk, adalet, demokrasi, özgürlük yok olduğunda... 

Farklı kutsalları, değerleri, inançları olan topluluk ve bireylere saygı duyulmadığında...

Egemenler, ülke zenginliklerini, bitmez tükenmez bir açgözlülükle sömürüp daha, daha çok istediklerinde...

İşte insanlar bu ve daha da uzayıp gidecek olan haklarına dair haklı istekleri için çıkarlar sokağa, inerler meydanlara.

Amaçları; yaşamı zorlaştıran olguların üretmiş olduğu yük ve acılara yeter dur demek, gasp edilen haklarını almak, ses verip ses almak, çoğalmak, farkındalık yaratmak, hemdertlerle buluşmak, bazen de coşku-sevinçleri paylaşmaktır.

İnsanlar, eğer eşit paylaşılırsa herkese yetecek olan bu dünyada, barış içinde insanca yaşamak için çıkarlar sokaklara...

Sokaklara çıkış nedenlerini listelediğinizde; farklı kimliklere, çocuklara, kadınlara, doğa ve hayvanlara dair çokça hikâye duyar, üzülürsünüz. 

Bu insanlara saygı duymak, onlara destek vermek bir insanlık görevi, bunlara duyarsız ve tavırsız kalmak ise en büyük insanlık ayıbıdır.

Unutmadan söylemeliyim, sokağa çıkanların bazıları da: 

Egemenlerin çıkarlarını korumak, asalak bir gruba çıkar sağlamak amacıyla  karanlıkta çıkarlar sokağa. Bunlar, birer halk düşmanıdır. Çünkü bunlar, halkın haklarını gasp eder, darbe yapar, haksız savaşlar çıkarır ve egemenlere alan açıp, çıkar sağlarlar. 

Bazı düşünme yoksunları da bu zulmün sürgit devam edeceğini sanarak, zulüm gören milyonların gücünü unutuyor ve zorbaları korumakla görevli olan militaristlerden medet umarlar. 

Bunlar, egemenlere daha çok alan açıp çıkar sağlamak için kutuplaştırıp, ötekileştirerek, renklere, dillere, söze, saza, şiire, yontuya karşı duran savaş sevici korku ikliminin bir aracı olurlar. Bu iklim; kendilerinden başkasına mutluluk, zenginlik, başarıyı çok gören, bana yetsin yeter diyen, onlar için ise hep acılar, hep karanlık, hep kış isteyenlere hizmet eder. 

Bu korku iklimine karşı çıkmak, bir insanlık görevi ve onurudur.


Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

28 Ocak 2022 Cuma

Coğrafya Kader Mi?

Geçtiğimiz yaz mevsiminde çokça deprem, sel, orman yangının olması, zaten pek çok toplumsal sorunu bulunan ülkemize zor günler yaşattı. 

Belki de bu yüzden: “Coğrafya Kaderdir!” sözü sıkça kullanılır oldu. Aslında bu söz, hem iklimsel (ya da bilimsel) hem de inançsal bir yargıdır. 

Yaşam başladığından beri, her coğrafya ve oradaki her varlığın kendine özgü demirbaşları olmuştur. Bu demirbaşlar, her özneye bazı eksi ve artılar sağlayan fiziksel, biyolojik farklılıklardır. Bu farklılıklar zamanla; değişim-dönüşüm-başkalaşıma uğrasa bile hep var olacaktır. 

Fakat ülkemiz ve benzeri ülkelerde, bu doğasal gerçekliğin bilimsel yönü bile isteye es geçilmiş, sadece insanı çaresiz-pasif kılan ve keder üreten kaderci bölümü öne çıkarılmıştır. 

Böylece bu sözün büyüsüne kapılan insanlar; insan ve emek karşılığı olan haklarını istemek yerine, sadece egemenlerce kendisi için uygun görülenlerle yetinmeyi, pasif ve suskun olmayı öğrenmiştir.

Fakat bilimsel bakışı ve onun araştıran deneysel yöntemi bu kaderci anlayışlara boyun eğmemiştir. Ne yapmalı, nasıl yapmalı diye hep çareler aramış, bulmuş ve uygulamıştır. 

Bu anlayışa varan emekçiler, haklarını bildikleri için verilenle yetinmemiş, haklarını isteyip almış, sömürü çarkı içinde olup-biten haksızlık ve yolsuzlukları açığa çıkarıp hesap sormuştur. Ve böylece haklarını alan emekçiler daha istekle çalışıp, daha çok üretmişler. 

İşte bizim gibi ülkelerde eksik olan, bu bilimsel ve insani anlayıştır!   

Eğer biz ve benzer ülkelerde de bilimsel anlayış egemen olsaydı insanlar; arar, bulur, durmadan istekle çalışır, kurak çöllere bile yaşamı taşırlardı. Böylece, birer doğa olayı olan: deprem, sel ve orman yangınlarındaki insan hataları sonucu  oluşan kayıplar tümüyle engellenmiş olmasa bile, zararlar en alt düzeye inerdi.


Fakat olan olmuş, keder üreten coğrafya, kendisine kaderci bir iktidar ve muhalefet yaratmış, onlar da çaresiz, yılgın, güvensiz halkı, oyalamaya çalışmış ve buna devam ediyorlar.   


***


Şimdi size, çokça tepki çekeceğimi bile bile: 


Yirmi yıllık iktidar ülkede, en çok ırkçı-milliyetçi-İslamcı-savaşçı-çıkarcı olanlara yaradı! 


MHP ve İYİ Partinin ırkçı anlayışı hem iktidara hem de muhalefete kelepçe olmuş, onları kuşatıp kıskaca almıştır!


Bunun için de AKP iktidarı yönetemiyor, sürekli olarak muhalefet içi bir denge arayışında olan CHP de gelişip yol alamıyor! 


Ve sonuç olarak şimdi ülkenin gündemi: 'Kim daha Türk, kim daha İslam' olmuş durumda!


Desem!... 


Ki, dedim bile...


Peki, bu dört cümle sizce yanlış mı?


Kuşkusuz, 'Yanlış!' diyen pek çok kişi de diyecektir ki: 


İYİ Parti başka, MHP başka parti değil mi? 


Gerçi, bir soru, başka bir soru ile cevaplanmaz derler ya, bence bu soru için, bir karşı soru çok gerekli: 

 

Peki, İYİ Parti ve MHP'nin hangi ilkeleri, hangi söylemleri farklı?


Şimdi de geçmişten bugüne bazı sayısal verilere bakalım:


2002'de: AKP: %34,42 / CHP: %19,42  / MHP %8,35 ... oy almış.


Günümüz kamuoyu araştırmalarına göre: AKP ve CHP'nin oyları aynı kalırken, İYİ Parti ve türevi olduğu MHP'nin toplam oyları: %25 olmuş! 


Yüzde 8,35 olan oyları şimdi yüzde 25'e ulaşmış! 


İşte bu sonuç da onların egosunu coşturmuş!


Bu anlayış; ülkemizdeki milyonlarca, Kürdü, onların dili ve kültürünü yok saymakta, onlarla bir arada bulunmak istememektedir. 


Bu, herkesi Türkleştirmek, Turan'da buluşturmak ülküsü olan bir anlayış. Bu anlayışla insanlarımız, ayrışıp kutuplaşmakta, böylece ülke sorunları çözümsüz kalmaktadır. 


Bunun için halkımız, sindirilmiş, yılmış, olup bitenlere duyarsız, suskun kalmış bir durumda. 


Bunun için ülkemizde acılar, bir değil, birkaç değil, sıralansalar katar katar uzayıp gider. 


Örnek olsun diye acı ve yaralarımızı taşıyan katarın, sadece bir vagonuna bakalım birlikte:   


Önlem alınmadığı için aynı zamanda 7 ilde 21 yangında ormanlar, börtü böcek ve nice canlılar yanıp yok oldu. 


Birilerine çıkar sağlasın diye plansızca dere, ırmak yataklarına yapılan barajlar dolup taştı, oluşan seller; köprüleri, evleri, bahçeleri, tarlaları, nice can ve canlıları yok etti.


Çıkar çevrelerine bilmem kaç yıllığına sunulan limanlarımızın, birer kokain geçiş merkezi olduğu söyleniyor.


Gasp edilen insani ve mesleki haklarını isteyen veya bir konuda farkındalık yaratmak isteğiyle sokağa çıkmak isteyen: avukat, doktor, memur, öğrenci, işçi ve köylüler, jandarma ve polislerce kuşatılıp yürütülmüyor, hatta bazen darp ediliyor. Bu evrensel insan hakları ve hukukuna karşı duruştur. 


Askıda ekmek, daha ucuz ekmek alabilmek için uzun uzun kuyruklar!


Çok sık aralıklarla, benzine, mazota, doğalgaza, elektriğe zamlar...


Kısmi afla organize suç liderleri, saldırganlar, dolandırıcılar hapisten çıktı. Onların yerleri de düşüncesini açıklayanlarla dolduruldu.


Ülkemiz, tüm komşu ülkelerle kavgalı iken, çıkarlar üzerine kurulan dostluklarla, Katar ile Suudi Arabistan'ın albenisi arttı.


Ve eril bir anlayışla: Aysel Tuğluk'a yaşatılanlar, Sezen Aksu'nun 'dilini koparma' isteği, Sedef Kabaş'ın gece yarısı gözaltına alınması ve Garibe Gezer'in 'garip' intiharı...


Eğer halkımız, geçen yaz yaşanan yangın, deprem, selleri ve onların yaşattığı acı ve kederleri, çare bulunmaz bir 'kader' sayarsa...


Ve eğer, tüm acıları sorgulayıp bir daha yaşanmaması için iktidarı önlem almaya zorlamazsa, o zaman gelecek yaz ve sonrası yıllarda aynılarını, belki daha da büyüklerini yaşarız. 


Fakat eğer, yangınları söndürecek uçaklar, araç-gereçler, deprem ve seller için de gerekli koruyucu önlemler alınırsa, o kader de kederler de değişir.


Bunun için de bilimsel, demokratik ve barışçıl birliktelikler gerekir. 


Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız