7 Ocak 2022 Cuma

‘Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne Çekince!


Anadolu, dünyanın en eski yaşam beşiklerinden birisidir. Binlerce yıldır bu coğrafya; hem çok tanrılı hem de İslamiyet, Hristiyanlık, Yahudilik gibi dinler ve Türk, Kürt, Rum, Ermeni, Süryani, Azeri, Laz, Çerkez, Gürcü, Terekeme gibi yüzlerce halk için barınak olmuştur. Bu ortak vatanda, her halkın kendine özgü dili ile tüm yaşamını içine alan bir kültürü olmuştur. 

İnsan psikolojisi gereği olarak, herkes önce kendisini ve kendisine yakın olanı sever. Fakat, bence bu doğal "ben" duygusu, bireysel bir tercih sayılmalı ve toplumsal yaşama hiç yansımamalı. Çünkü toplumlar; eğer eşitlikçi anlayış ve karşılıklı saygı içinde olurlarsa, ancak o zaman pek çok farklılığı huzur içinde bir arada yaşatabilirler. 

Bir ülkede bir grup: "Bu coğrafya bizim, biz ne istersek olur!" anlayışıyla, 'diğer' gruplara ait; dili, dini, inancı, müziği, kültürü görmezden gelerek yok sayarsa... Onların yaşadıkları, köy, mahalle, semt, kent, bölge, dağ, ova adlarını değiştirir, çocuklarına vermek istedikleri isimleri sınırlayıp yasaklarsa bu anlayışa ne denir?


Sanırım buna tücül anlayış demek yeterlidir. 


Katılımcılığı, çoğulculuğu, çeşitliliği, istekliliği yok eden, sindiren, susturan, sadece kendi doğrularını dayatan tepeden inmeci tekçi kötücül bir anlayış... 


Kötücül anlayışın olduğu ülkelerde egemen güç; en çok kendi dilini, inancını, yaşam tarzını, müziğini, kültürünü sever ve bu değerlerini asimile etmeğe çalıştığı diğer farklılıklara dayatır. 


İşte bu dayatmalar, doğal olarak diğer grupların tepkileriyle karşılaşır ve dirence dönüşür. Bu direnç sonucunda da çatışmalar, baskılar ve acılar başlar. 


İşte bu acılardır; öfke-kine dönüşüp bireysel ve toplumsal belleklere kazınan, bunlardır unutulmadan geleceğe kötü miras olarak taşınan.    


***

"Hatırlamak, bir buluşma biçimidir" der Halil Cibran.

Herkesin derinlerinde örtük bellekleri vardır, buralarda depreşir tüm içtepi, fısıltı, coşku ve acıları... 


Herkesi en çok bu yaraları yaralar, bu coşkuları oyalar. 


İşte, tüm bu içeride baskılanıp saklananların dile gelmesidir yüzleşmek. 


Her insan dile getirirken; dinleyenle, halden anlayanı ile buluşur, onlarla çoğalır, iç çatışmaları sönümlenir, huzur ve barışa kapısı aralanır. 


İki dünya savaşı, uzunca yıllar da soğuk savaş yaşamış olan insanlık; öfke-kin-düşmanlık gibi belleklere kazınacak yaralar oluşmasın diye hep çareler aramıştır. "Çocuk Hakları Sözleşmesi" de bu çarelerden biri olarak karşımıza çıkar.


"Çocuk Hakları Sözleşmesi", Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun 20 Kasım 1989 günkü oturumunda kabul edilmiş ve 2 Eylül 1990'da da yürürlüğe girmiştir. 


Sözleşmenin amacı: geleceği kuracak olan çocuklar arasında her tür ayırımcılığı engellemek ve onlara eşitlikçi bir anlayışla: insan haklarını vermektir.


Bu hak-hukuk sözleşmesi, amacına ulaşmak için tüm taraf devletlere bazı sorumluluklar yükler.


Türkiye, bu sözleşmeyi 14 Ekim 1990'da imzaladı ve 27 Ocak 1995'te Resmî Gazete'de yayımlayıp yürürlüğe koydu. Fakat, imzalarken de bu sözleşmenin üç maddesine 'çekince' koymayı unutmadı!


Çekince konan maddeler ülkemizdeki azınlık çocukları, özellikle de ülke çocuk nüfusu içinde önemli bir yer tutan Kürt çocukları içindi.


İşte, "biz et ve tırnak gibiyiz" dedikleri için çekince konan o maddeler:


  • Madde 17: Kitle iletişim araçlarının azınlık grubuna veya bir yerli ahaliye mensup çocukların dil gereksinimlerine özel önem göstermeleri konusunda teşvik edilmesi.  

  • Madde 29: Çocuğun anne-babasına, kültürel kimliğine, dil ve değerlerine, çocuğun yaşadığı veya geldiği menşe ülkenin ulusal değerlerine ve kendisininkinden farklı uygarlıklara saygısının geliştirilmesi.

  • Madde 30: Dini ya da dilsel bir azınlığa ya da yerli halka mensup bir çocuğun, kendi kültüründen yararlanma, kendi dininin gereklerini yerine getirme ya da kendi dilini kullanma hakkından yoksun bırakılmaması. 

Bu çekinceler, ülkemizde bulunan birçok etnik kültürün çocukları için; dil, eğitim, kültür hakları kısıtlamasıdır. Fakat sözleşme, her çocuğun kendi anadilinde eğitim alma hakkı olduğunu ilan ediyordu. Demek ki, çekinceler, sözleşmenin amacı ve demokratik özü ile de bağdaşmıyor.


Çünkü, bir örgün eğitim kurumunda okutulup öğretilmeyen anadiller ve kültürler zamanla unutulup kaybolur.


Çünkü, bir kültürün yok olması, o toplumun da gelecek zamanda yok olması demektir.


Çünkü, bu engellemeyle, anadili dışında bir dil bilmeyen ebeveynler ile çocukları-torunları arasındaki iletişim bağı koparılıyor. Ayrıca böyle bir eğitime karşı olanların çocuklarını da eğitim dışı bırakıyor. 


Çünkü, bir dili, onun kültürünü yok eden asimilasyondur bu! Ve suçtur.


Eğer bir çocuğun ait olduğu topluluğun dili ve kültürünü öğrenmesi temel bir insan hakkıysa (ki, öyledir), o halde bu hizmet, her çağdaş devletin öncelikli bir görevidir.


Her çağdaş devlet, tüm çocuklara ayrımsız olarak kendi anadillerinde, bilimsel ve parasız bir örgün eğitim sağlamalıdır.


Demokrasiler; katılımcılık, çoğulculuk, çeşitlilik içinde ve istekli olarak verilen emeklerle gelişirler. 


Eşit, özgür, mutlu ve barış içinde bir yaşam sürmek isteyen her ülke, öncelikle içindeki farklılıkları saygın birer zenginlik saymalı, onlara eşit hizmetler sunmalıdır.

 

Şimdilerde, 4-5 yaşlarındaki çocukların, 2-3 dili kolayca öğrendiği ve bu çocukların hem okulda hem de iş yaşamında daha başarılı olduğu gerçeği tartışmasız kabul ediliyorken...


Ve şimdilerde uygar dünya çok dilli eğitim sistemlerine yönelmişken...


Niçin bizim ülkemizde de çift dilli veya çok dilli eğitimi başlatacak bir süreç başlatılmaz!


***

Şimdi de bazı kolay sorularla yazımızı sonlandıralım:


"Çocuk Hakları Sözleşmesi" bir hak-hukuk sözleşmesi midir?


Peki, bu sözleşmenin imzacısı olan ülkemizde: Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü gibi farklı kimlikli çocuklar niçin kendi anadillerinden eğitim alamıyor?


Peki, Türkiye niçin bu hak ve hukuk sözleşmesine koyduğu ayrımcı-ırkçı çekincelerini kaldırmıyor?


Ve çok çok kolay üç soru daha:


Bu sözleşmedeki insan haklarını isteyenler mi bölücü?


Yoksa bu sözleşmeye bu çekinceleri koyanlar mı bölücü?


Şimdi söyleyin bakalım, kimdir ayrılıkçı ve bölücü?!


Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

31 Aralık 2021 Cuma

Yeni Bir Yıla Girerken

Bizim kuşağın insanları, çokça darbe, çok uzun süreli sıkıyönetimler, çok zalim olağanüstü haller gördü. Bu yıllarda da şimdiki gibi küçük bir zümrenin çıkarları hep öncelikli, diğer insanlar ve onların insan hakları ise önemsenmezdi. Bunun için bizler; her zaman demokrasi- özgürlük istedik ve barışa hasret kaldık. 

2021 yılı da o yıllardan biri oldu... 

2021 yılı, ülkemiz için hep kötülükler üreten kötücül bir iklim oldu. 

İşte bugün 2021 yılının son günü. Her yılın bu gününde hemen herkes, sevdiklerine, dostlarına yaşanan üzüntü ve acıları son bulsun unutulsun diye mesajlar gönderir. Bu mesajlarda; sağlık, mutluluk, huzur, başarı dilekleri sıralanır ve ülkeye, dünyaya barış gelsin istenir. Bunlar, gelecek için iyilikler dileyen ve yaşamsal umutları dillendiren, yaşanan acıların tekrarını istemeyen mesajlar... 

Masanın başına oturduğumda amacım; acı ve üzüntülerden uzak, iyi dilek ve umutlarla süslenmiş bir yeni yıl yazısı yazmaktı.

Fakat bu isteğim gerçekleşmedi. Çok üzgünüm!  

Olmadı, olmadı çünkü:

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve onun iki bakanı buna izin vermedi. 

Ülkemizdeki çığlık ve acıları gidermek için sosyal ve ekonomik çözümler bulmakla görevlendirilmiş, bunun için yemin edip söz vermiş olan bu önemli kişiler, bakın-görün-dinleyin neler neler söylediler:

Cumhurbaşkanı Erdoğan, işsizler için dedi ki: “Ne diyor birileri 'iş yok'... Nankör, nankör bunlar. Yan gelip yatarak para kazanmak istiyorlar” 

Erdoğan:"Siz bu kardeşinize yetkiyi verin, ondan sonra bu faizle, şunla bunla nasıl uğraşılır göreceksiniz" deyip yetkiyi aldıktan sonra da "Dünya bizi kıskanıyor" "demişti.

İşte kıskanılacak ülkemizden birkaç manzara:

  • An itibariyle Dolar 13,28 Türk lirası ve ülkemiz ancak, dünyanın en pahalı faiz ile borç para bulabiliyor. 
  • Gerekli önlemler alınmadığı için yangın ve seller bire felakete dönüştü.
  • Hazinenin 128 milyar doları yok edildi.
  • 16 milyon insan 500 liralık sadakalarla oy deposu yapıldı.
  • Askıda Ekmek kampanyası başlatıldı.
  • Çöpten ekmek toplayanlar çoğaldı.
  • Halk ekmek kuyrukları uzayıp gitmekte. 
  • Dolar 8'den 18'e çıkarken susuldu, 18'den 13'e inince halay çekildi.
  • Yasama, Yargı ve Hukukun üstünlüğünü esas alan sistem çöktü.
  • Anayasa Mahkemesi ve İnsan Hakları Mahkemesi kararları yok sayıldı.
  • İktidarını desteklemeyen herkes hain, terörist ilan edildi.
*

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, ki, kendileri ülkemiz iç güvenliğinin baş sorumludur. Ve onun hakkında mafyatik örgütlerle ilişki kurduğu 'iddiaları' bulunmaktadır. Hakkındaki bu iddialar için yargıya başvurup orada aklanmak yerine, politik rakiplerine en çok sözlü sataşmada bulunup  yargı kararı olmadan insanları suçlu ilan ediyor. Ayrıca görevlendirilmiş bakanlar arsında en çok konuşan da kendisidir. 

İşte bu özellikleri olan Soylu, Bursa AKP İl Başkanlığı toplantısında: "Sadece bizim yaptıklarımıza bakmayın. Biz kendimiz yapmıyoruz. Biz inanıyoruz ki; bize yaptıran Allah'tır, bize yaptıran Allah'tır, bize yaptıran Allah'tır!” diye diye pekiştirmek için üç kez tekrarlıyor.  

Bu sözler, Soylu'nun, Türkçülükten dinciliğe doğru yol almakta olduğunun bir göstergesidir. Anlaşılan şimdi de daha din esaslarının yazılı olduğu kitabı okuyamayan, okusa bile anlamayan milyonların dini duygularını sömürmeye başlamış. Bunun için de kendisini kutsuyor, inançsal bir zırha bürünüyor. 

İşte, ülkedeki kötücül anlayış ve kötülüklerle savaşması gereken bu kişinin sorumluluk alanında olup bitenlerden kısa bir seçki:

  • Tacizci tecavüzcü güvenlikçilere(!) "cezasızlık" sağlanması.
  • Halkın iradesini kayyımlara teslim etmesi. 
  • Köy ve kentteki çocukların yolda veya evlerinin içinde iken zırhlı araçlarla ezilmesi.
  • Halkın iradesiyle seçilen belediye başkanlıklarına kayyımlar atanması.
  • Helikopterden insan atılması...
  • Mahkeme kararı olmadan insanların suçlu, terörist olarak ilan edilmesi.
  • Soma ve Ermenek işçilerinin hak arayışlarının jandarmaca önlenmesi.
  • Urfa Suruç Devlet Hastanesinde  Şenyaşar’ların infaz edilmesi.
  • Deniz Poyaraz ve nice kişinin katledilmesi.
  • Konya'da Dedeoğulları ailesinde 7 kişinin katledilmesi.
  • Limanlarımızın kokaincilerin uğrak yeri olması.
Ve daha onlarca sayfalık kötücül anlayış ile kötülük sayabiliriz.  

Soylu'nun sorumluluk alanında olup gerekli önlemler alınmadığı için olup-biten bu kanlı olaylar için:

"Ben yapmadım, Allah yaptırdı." -diyebiliyor!...   

*

Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun randevu isteğine: "Kamuoyunu yanlış yönlendirerek maksadını aşan, emrivaki şekilde yapılacak görüşme talebini karşılamamız beklenmesin" dedi ve bakanlığın kapısına asma kilit vurdurdu. 

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, bakana: "KPSS'de yüksek puan alan öğretmen adayları niçin sözlü 'mülakatta' elendi?" -diye soracak ve belki de haksızlık yapılmadığna, aldığı cevap ve belgelerle ikna olacaktı. 

Fakat Bakan Özer; bize dünyada eşi benzeri olmayan bir olay yaşattı.  Bir vekili olarak halkın hakkını aramakla görevli olan Kılıçdaroğlu'nu bakanlık kapısından içeri alınmamasını, hangi hukuk kuralı kabul eder, hangi töre, bu çiğ davranışı hoş görebilir ki?  

Böylesi ucuz davranış yerine Sayın Bakan Mahmut Özer'in öncelikleri şunlar olmalıydı:
  • MEB'i Devlet desteğiyle kurulan, mülakatlarla desteklenen vakıfların kuşatmasından kurtarması 
  • MEB'i imam hatipler diyanet, vakıf ve tarikatların kuşatmasından kurtarmak.
  • Ortaçağ okulculuğunu bırakıp çağdaş ve bilimsel eğitime geçmek.
  • Öğretmenlerin ekonomik ve sosyal haklarını iyileştirmek. 
  • Sıra bekleyen öğretmenleri, yandaş olup olmadıklarına bakmadan, 'mülakatsız' olarak mesleki donanımlarına göre işe almak.
  • Köle gibi çalıştırılan ders ücretli öğretmenler sorununu çözmek.
  • Bakanlıkta işlevsiz bırakılan iki başlı teftiş sisteminin Danıştay kararlarına uygun hale getirmek.
Eyyy Mahmut Özer, sizin yukarıda sıralananların benzeri daha nice işleriniz varken, onlara hiç dokunmuyorsunuz da sadece aldığınız bir emrin korkusuyla, nasıl olur da milyonları temsil eden ana muhalefet partisi genel başkanı Kılıçdaroğlu girmesin diye bakanlığın giriş kapısına asma kilit taktırırsınız? 

O kapı ne sizin ne de babanızın  değil ki!

Burası halkın yani herkesin kapısıdır ve herkese açık olmalı! 

Bu görülmedik, bilinmedik ayıplı iş, acep hangi yörede, hangi törede var?

40 yıl çalışmış bir eğitimci olarak bu ayıplı işten utanç duydum.

AYIP! 

AYIP! 

HEM DE ÇOK ÇOK AYIP!

***

Tanıdık olan, tanıdık olmayan sevgili okurlarım, dostlarım, 20 yıldır işte böylesi bir iklimde yaşıyoruz. 

Fakat demokrasi ve özgürlüğe susamış halkımız onları oyları ile davul zurna yerine tencere, tava sesleriyle gönderecek. 

Hem de anlayışlarıyla birlikte bir daha geri dönmemek üzere gidecekler!

İşte tüm bu dirençleri, egoları, öfkeleri, kinleri de bu yüzden. 

Belki arkalarında nice acılar ve soyulmuş bir enkaz bırakacaklar ama gidecekler!

Hem de çok yakında gidecekler! 

2022 yılı tüm insanlık için sağlık, mutluluk ve barış yaşatan bir yıl olsun.

Sevgi ve saygılarımla...

Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


24 Aralık 2021 Cuma

Demokrasi mi Teokrasi mi?


"
Dünyada bilinen 4300 din var." cümlesi notlarım arasındaydı. Cümle, okuduğum bir kitap ya da makaleden bir alıntıydı. Ben de bugün bu cümleye, 
bir duygu katmak, 'ne kadar da çokmuş!' diyebilmek için küçük bir ekleme yaptım: 

"Dünyada bilinen 4300 din varmış!" 

Ve ayrıca her din içinden de hiç benzeşmeyen, birbirine düşman olmuş onlarca mezhep, tarikat, cemaat türemiş! 


Demek ki, tarih boyunca bu 4300 dini anlayışlar kural ve öğretilerini insan topluluklarının beğenisine sunmuş. İnsanların ilk ataları da bu inançlardan birini seçmiş ve o inancı gelecek nesillerine miras olarak  bırakmıştır. Ret etmesi çok zor olan bu değişmez dogma, nas dolu bu inanç sistemleri, sonraları toplum içi ve toplumlar arası barışı yok eden savaşların en önemli aracı olmuştur.


Çünkü her kişi ve toplum seçtiği inanç ya da yolu; en doğru, en kutsal, en gerçek kabul etmiş. Kendi inancında olmayanları da en yalan, en yanlış, en sapık ve düşman saymıştır. 


Tarih boyunca dinlerin kutsal ve sorgulanmaz değerleri: "en doğru, en..." diye diye bir düşmanlık öfkesine ulaşır. Sıradan insanların bu öfke gücünü çok ustaca yöneterek kendilerine çıkar sağlayan krallar, tiranlar, derebeyleri, ağalar, beyler, ruhbanlar, şeyh, hoca ve onların koruyucusu devletler, bu sihirli gücü yoksul halka karşı bir zulüm ve sömürü aleti olarak kullanırlar. 


Bu çıkarcılar, sosyal psikolojinin yöntemleriyle algılar oluşturarak; içten duygularla dinini ve onun kutsallarını önemseyen, ibadet edip tapınan, çile çeken, adaklar adayan halkı: "vatan, millet, din, ümmet, inanç, ...!"  gibi ego azdırıcılarla cephelere sürüyordu.  


İşte bu uğurda; nice savaşlar çıkmış, nice kentler, kültürler yanmış, yıkılmış, yok olmuş, nice insanlar; ölmüş-öldürmüş... 


Ve tüm insanlık çok büyük acılar yaşamıştır.


***

Yukarıdaki tarihsel özeti, hepinizin duyduğu bir konuşmayla güncellemek istiyorum.  


Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 17 Aralık günü: 


Bir Müslüman olarak NASLAR neyi gerektiriyorsa onu yapmaya devam edeceğim. Hüküm bu." dedi.

 

Sanırım bu açıklamayı; Merkez Bankasının faiz oranını, yüzde 9,50'den yüzde 8,50'ye çekme kararına, bir inançsal gerekçe olsun diye ve hem de bu kararın baş sorumlusu olduğunu belirtmek için yaptı.  


Tabii ki, bu mesaj istenen dindar kitleye ulaştı ve onlar da 'Müslüman kararı ve nas sorgulanmaz' diyerek alkışladılar. O zaman biz de onlara ve herkese şu soruyu sormalıyız: 


"Peki, Müslüman NASLARA uygun faiz yüzde 8,5 mu?"  


Ki, bu sözleri söyleyen Sn. Erdoğan "Ben ekonomistim" demiş, ekonomi literatürüne de: 'Faiz sebep enflasyon sonuçtur' teorisiyle katkı vermiş birisidir! 


20 yıldan beridir de ülkenin: en yetkilisi, en etkilisi, en sorumlusudur. Ve ayrıca, her yıl ülkenin bütçesini olası faiz oranlarına göre hazırlayan ve hiç değiştirmeden meclise onaylatan da kendileri...


Nas, İslâm ansiklopedisinde: "Allah’ın ve Peygamber’in sözü" olarak tanımlanır. Eğer, ülke yönetimi inanç sitemine dayalıysa, orada naslara uyulması zorunludur. Bu, bir "Teokrasi" anlayışıdır. Teokratik ülkelerde devlet, din adamlarınca yönetilir. Dünyada 'naslarla' yönetilen çok az Teokratik ülke vardır. 


Sayın Erdoğan'ın sadık kalacağına dair yemin edip, söz verdiği şimdiki anayasada (eser miktarda da olsa, sözde bile kalsa); "demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti" olduğu açıkça yazılıdır. 


Anayasalarında: "demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti" olduğu yazılı olan ülkelerde, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü esas alan kuvvetler ayrılığı vardır. Demokrasilerde nas ve taassup buyrukları değil demokratik özü olan, bilimi esas alan yasalar geçerlidir


Erdoğan, ülkede baskılanan demokratik hakları geliştirmek, demokrasi ve hukukun olduğu barışçı bir iklimi geliştireceğine, Ortaçağ'ın korkulu karanlık iklimini geri getirmek, o iklimin nasları ve tek kişi buyruklarıyla ülkemizi yönetmek istiyor.  


Dünyada artık ‘yerli ve milli’ olmak diye bir olgu kalmadı. Çünkü doğa kendi doğal iç devinimiyle değişip dönüşürken, insanlar ve kültürler arasında da sosyal ve ekonomik ilişkiler çoğaldı. Böylece oluşan iletişim, etkileşim, kaynaşma iklimi, genetik yapıları bile etkilenmeye başladı. Bu nedenle artık dünyada ne arı bir ırk ne de arı bir kültür kalmıştır. 


İnsanlığın övüncü olan, çok seslilik, çok renklilik ve bağdaşan uyumluluk durumu aslında dünya barışının bir habercisidir.

 

***

Bir alıntı ve iki cümlelik sözden yola çıkarak yapılan değerlendirmenin sonuna geldik artık. İsterseniz aynı eleştirel bakışla birazcık da ülke insanımızın gerçeklerine bakalım: 

İktidar-muhalefet ayrımı olmaksızın, insanlarımızın büyük bölümü: kendi kimliği, kültürü, inancı, yaşam tarzı gibi değerlerini "en iyi" kabul ederken, diğer kimlik ve kültürleri yanlış-eksik-öteki-önemsiz görüp istemez olmuştur. 

Birçok kültürü içinde barındıran bir ülkemiz var. Bu zenginliklerin bir arada huzur ve barış içinde yaşama hakları var. Bunun için de öyle bir aşı olmalıyız ki, her zaman kimliğini önceleyen ve kendini hep üstün gören 'bencil' anlayışlarımız 'eşitlikçi' anlayışlara dönüşüp, değişsin. 

Dilerim ki bu çağda ülkemiz, "Demokrasi mi Teokrasi mi?" ikilemini hiç  yaşamadan demokrasi, özgürlük ve barıştan yana olur. 

Barış içinde sağlıklı kalınız... 


Emin Toprak - DOSTÇA  

Diğer yazılarım için tıklayınız

17 Aralık 2021 Cuma

Lira mı yoksa Dolar mı?


Hem AKP Genel Başkanı hem de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, bir politikacı. Bilindiği gibi politikacılar, verdikleri sözlere bağlı kalıp kalmadıklarıyla değerlendirilirler. 

20 yıllık iktidarın tek adamı olmayı başaran Erdoğan, yıllar öncesinde: "İtibardan tasarruf olmaz!" demişti. 

Hakkını yemeyelim! O, küçük bir grup için bile olsa, sözüne sadık kalmış ve bu küçük grubu zenginleştirmek, itibarlı(!) kılmak için nice görkemli törenler düzenlemiş, çokça riskler almıştır. 


O, bir Karadenizli olduğu için inşaat işlerini seviyordu. Öncelikli kılınan bu küçük grubun çoğu da inşaatçıydı. 


O, yetkileri çok olan tek güçtü ve zenginleri de seviyordu. KHK'lar çıkarıp  buyruklar vererek, inşaatçılara engel olan tüm pürüzleri yok etti:

 

Bazı müteahhitlere adrese teslim ve daha kârlı ihaleler vermek için iki yüz bilmem kaç defa ihale kanunu değiştirildi. 


Ayrıca, onların vergi borçları silindi, onlara bazı vergi muafiyetleri de sağlandı. 


Bu güçlü desteği alan müteahhitler daha güvenli olarak işe başladı:


Miras, çevre ve imar yasalarına uymasa bile, daha sonra uydurulacak olan bilmem kaç bin odalı yazlık kışlık sarayların yapımına başlandı ve bitirildi. Bu sarayları gezip görmedim, fakat görüp söyleyenlerden, fotoğraflayıp yazanlardan öğrendiğime göre:


Bu saraylar, masallara konu Ortaçağ şatafatıyla döşenmiş, donatıları altın varaklarla süslü, ipek kumaşlar, halılar, kristaller cömertçe kullanılmış. Yerleşkenin, kurulu sofralarında, her kuşun eti yenir, hiçbir kuşun sütü eksik olmazmış. 


Bu sarayların bir uçaklık yolcuları için bir uçak filosu kalkıp inermiş. 


İşte itibar dedikleri de bu olsa gerek. 


Şimdilik bu saraylar mutlu-mesut yerlerinde dursunlar, biz biraz da başka yerler bakalım:


Karun gibi zengin olan müteahhitler, zenginliklerini korumak için gizli-açık yollarla çok uzaklarda "offshore" hesaplara aktarıyor, sonra bu paraları sorgusuz sualsiz aflarla aklayarak geri getiriyor ve yollarına devam ediyorlardı. Bakınız, bu zinde parasal güçler ve inşaatçı iktidar el ele vererek, halkımız ile çevremiz için daha neler neler yaptılar: 


Çokça kentimize öğrencisi çok, fakat öğrenci yurdu ve öğretim üyesi çok az olan üniversiteleri kondurdular. Böylece öğrencileri devlet destekli  tarikat yurtlarına teslim ettiler! Sonra da lise eğitimi bile verilmeyen bu üniversitelerden nice diplomalı işsiz, nice özgüvensiz, mutsuz genç mezun ettiler. 


Dağları, dereleri, gölleri, ırmakları, madenleri, fabrikaları itibarlı ortakları arasında paylaştırdılar. Ve toprağı zehirleyip, EKO sistemi bozup, tarımı, hayvancılığı yok noktasına getirdiler.  


Ve Deli Dumrul'u şaşırtan, ona fark atan bir sistem buldular. 


Bir gömü bulmuş gibi sevindiren sistemin adı: "Yap-İşlet-Devret!".


Sloganı ise: "Beş kuruş bile vermeden büyük işler yaptırmak!" Ve çok kazanmak!


Bu sitemle, beşli müteahhit grubuna adrese teslim ihalelerle; yollar, köprüler, tüneller, hastaneler, havaalanları yaptırıyordu. 


"Bu işlerin hiç gizlisi saklısı yoktur" demek için de ekranların önüne çıkıp; teslimat günü, ödeme şekli, şartları ve bir de hatır-gönül indirimi olsun, herkes görsün diye "şark pazarlığı" yapılırken tokalaşan eller onlarca kez sallanıyordu. 


Aslında eğer istenmiş olsa, bu şark pazarlığı sonucunda kesinleştirilen ücretler, birkaç yıl içinde taksit taksit ödenebilirdi. Fakat, istenmedi! 


Hani, "Beş kuruş bile vermeden" iş yapılacaktı ya!    


Deli Dumrul'u bile şaşırtan bu sistem, aslında Osmanlı'yı iflas ettiren bir kapitülasyon yöntemi idi. Bu sistemle, borçlar, yıllar sonrasına ertelense de geometrik bir artışlarla 'tahsil' edilirdi. 


Müteahhit alacakları için lira yetersiz görülerek elenmiş, bunun yerine o günkü dolar endeksli ve olası enflasyon artışlarıyla güvence sağlanmıştı. 

  

Ayrıca, olası risk ve uyuşmazlıklar olduğunda, hak arayışları için ülkemiz mahkemeleri değil, uluslararası mahkemeler yetkili kılınmıştır.


Böylelikle, 40 yıl sonra da bu sömürgen, patronların torunları, şimdiki sessiz 80 milyonluk halkın torunlarından dolarlar alacaktır. 


İşte, Deli Dumrul bu hinlikleri düşünemediği için şaşkın ve üzgün!  


***


Sayın Erdoğan, bir ay aralıklı iki konuşmada sistemini tanıtırken: 

  • 19 Kasım günkü 'Gençlerle' buluşmasında: "Bizim 'yap-işlet-devret' diye bir prensibimiz var. Pazarlığımızı yaparız, 15 sene, 20 sene belki daha fazla, bu şehir hastanesini yaparlar, işletirler ve bu yaptığımız anlaşmaya göre de 15 sene sonra, 20 sene sonra hastaneyi nereye bırakırlar, devlete bırakırlar ve bizim cebimizden de bir kuruş çıkmaz... Ben ekonomistim, siz ne kadar kaynak oluşturursanız, devletin kasasından da bir kuruş çıkmaz." 
  • 16 Aralık (dün) asgari ücret açıklamasında da: "Geçmişte asgari ücret şu kadar dolardı, şimdi öyle olsun dememek lazım. Bu çalışanları istismar etmek demektir. Sormak lazım, eskiden sizin zamanınızda maaşlar dolar mıydı?" demişti. 


O halde biz vatandaş olarak Sn. Erdoğan'a soralım: 


Peki, vermiş olduğunuz sayısal garantiler tutmadığı için her yıl hazineden verilen dolarlar kimin cebinden çıkıyor, bunlar kimin parası?


Peki, müteahhit alacakları için sizin buyruklarınızla: Dolar + Enflasyon +Uluslararası mahkeme güvencesi verilerek 40 yıl sonrası geleceğimize ipotek konmamış mıydı? 


Peki, sizin buyruklarınızla 40 yıl sonra doğacak torunlarımız, lira ile değil de dolarla borçlandırılmamış mıydı? 


Ve özetin özeti son soru: 

Size ve tanışlarınıza itibar sağlayan birikimler acaba, Lira mı yoksa Dolar mı?


Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız