4 Aralık 2020 Cuma

ANADİLİ


Türk Dil Kurumu (TDK)
 internet sitesi, Dilimiz Kimliğimizdir giriş cümlesi ile başlar. Bu söz, dili olmayanın kimliği olamaz anlamına gelir ki, çok doğru bir tespittir. Çünkü her insan yavrusu, ilk çığlığını atarak Dünya’ya 'merhaba' dediğinde, ilk karşılığı anasının sevgi dolu bakışı ve sesinden alarak, adı 'insan' olan ilk toplumsal kimliğine kavuşur.  

İnsanoğlu, anadilini, bedenini ve düş gücünü kullanarak değişir, gelişir ve üretir. Ve geçmişten miras kalan kültürü bugüne, bugünkünü de yarınlara, uzak yarınlara taşıyarak ölümsüz kılar.    

 

Bunun için anadili kutsaldır ve her insan için hava-su-besin kadar yaşamsal önemi olan bir 'insanlık' hakkıdır. 


Bunun için anadili yasakları insanların duygularını kelepçeler , derinlerinde derin derin yaralar açar.  


Anadolu, nice anadile ve nice kültüre beşik olmuş bir coğrafya. Hepimiz, böylesi bir coğrafyada yaşayıp, bu nice zenginliğe mirasçı olduğumuz için: övünçlü, onurlu ve gururluyuz. 


"Her insan kendisini en iyi anadiliyle ifade eder" biliniyorken...  

Bu zenginlikleri bir arada tutup daha da zengin olmak varken... Ne yazık ki yıllar öncesine dayanan bazı yönetimsel hatalar ve bazı tekçi-ırkçı anlayışlar, bazı gereksiz korkular yüzünden, bazı kültürler düşmanca yasaklarla yok edilmek istenmektedir. 

 

İşte bu inkarcı anlayışlar yüzünden Anadolu'muz, yavaş yavaş nice dil ve kültüre mezar olmak üzere.  Bunun içindir ki, susturulan, yok sayılanların kafalarında, kalplerinde büyüyor, büyüyor insani çığlıklar.  

  

Yaşam hakkı nasıl kutsal ise, bir bireyin ana diliyle kendisini ifade etmesi, kültürünü paylaşması, başka kültürlerle tanışmak, dostluklar kurmak istemesi de kutsal ve saygındır. Böylelikle diller yarışır topluma huzur ve zenginlik katar, barışı getirir. O halde bir toplumun değerlerini, kimliklerini yok saymak, onları başka bir dil, başka bir kültür, başka kimliklere mecbur kılmak nedendir? 


Bizim büyük bir ilimiz kadar büyüklükte olan İsviçre'de dört resmi dil vardır ve her dile eğitim-öğretim hakkı tanınmaktadır. 


Şimdi de Türk aydınlarına, Türk solcularına, bürokratlara, yöneticilere ve vicdan sahibi herkese sormak istiyorum:


Neden/niçin ülkemizdeki milyonlarca Kürt, Laz, Çerkes, Gürcü, Tatar, Roman ve diğer vatandaşlarımıza kendi anadillerinde eğitim-öğretim hakkı verilmez?  

  

Niçin ülkemizde; demokratik, çoğulcu, eşitlikçi bir iklim oluşması için çaba göstermek yerine, ama, fakat, lakin, vatan, millet diye diye kıpırdamaz oldunuz?  


Yetmedi mi sadece “ben” deyip insan haklarına karşı durmanız?


Yıkın artık önyargılarınızı, korkularınızı yıkın!..


***

Eğer geçmişin tarih arşivlerini yok sayıp (ama siz tarihi yok saymayın ve gerçeklere ulaşmak için aşağıdaki başlıkları sorgulayınız lütfen) desem ki:


1071 Malazgirt Zaferinde Bizanslıların yenilgiye uğratılmasında, 1187 Kudüs'ün Haçlılardan kurtarılmasında, Yavuz Sultan Selim'in İran ve Mısır seferlerinde Kürtler yoktu. 


II. Mahmut ile II. Abdülhamit döneminde ne Kürtler ne de "Kürdistan" diye özerk bir bölge vardı. 


Amasya Genelgesi, Erzurum ve Sivas Kongresi, El-Cezire Cephesi Komutanına yazılan mektup, 1920 Anayasası, Meclis, Nutuk ve tüm diğer belgelerde ne Kürtler ne Kürt Beyleri ne de Kürtlere verilen sözler vardı... 


Bunların hepsini yok saysak bile bugün orta yerde durmakta olan bir gerçek var! Türkiye nüfusunun yüzde 20/25'i Kürt vatandaşlardan oluşuyor! Ayrıca ülkemizde; Laz, Çerkes, Gürcü, Tatar, Arnavut, Boşnak, Pomak, Roman ve diğer vatandaşlarımız da var! 


Bunlar ülkemizin renkleri, güzellikleri ve gerçekleri, bunları nasıl yok sayacağız ki? 


***

Yukarılarda bir yerde: "anadil yasakları insanların duygularını kelepçeler, derinlerinde, derin derin yaralar açar" demiştim ya bunu kanıtlamak için ve "bizler et ve tırnak gibiyiz" diyenlere sunulmak üzere iki insani çığlığı size anlatmak istiyorum (Dileğim, bu çığlıkların; sadece tek kişiye özgü olmayıp milyonlara ait olduğu gerçeğinin görülmesidir.): 


Birinci Çığlık:


"35 yıllık gazeteciyim, Türkçenin dışında Fransızca ve İngilizceyi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum. Ama kendi anadilim olan Lazcayı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibaret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük uktelerimden birisi..."    

      

Bu sözlerin sahibi: Ruşen Çakır. Ruşen Çakır, yıllardan beri severek okuduğum yaratıcı-araştırıcı bir yazar-gazetecidir. Onun bu özellikleri de kurucusu olduğu 'Medyascope' yayın platformunu önemli bir marka yapmıştır. İşte yukarıda alıntıladığım sözleri de bu platformda; 35 yıllık gazeteciliğinden kesitler sunduğu GOMAŞİNEN (Hatırlıyorum) isimli bir dizi söyleşinin girişinde söylüyor. 


İkinci Çığlık:


Bu çığlık da şair ve yazar bir Kürt aydını olan Musa Anter (Doğ.:1920 / Öl. 20 Eylül 1992) - Anter, bir silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Eski JİTEM elemanı Abdulkadir Aygan; Anter'in, kendisinin de içinde bulunduğu tim tarafından öldürüldüğünü söylemişse de bu olay halen karanlıktadır.-  


Anter'in,1959 Eylül ayında Diyarbakır 'İleri Yurt' gazetesinde "Qimil" isimli bir şiiri çıkar (Türkçe karşılığı: kımıl veya süne, bu böcek, büyük sürülerle gelir ve ekinlere çok zarar verir). Bir de acıklı hikayesi olan bu şiirin iki dizesi şöyledir:


"Qimil hati lo apo bi rafa ye rebeno (kımıl geldi ey amca , zavallı kafilelerce) 

Xwar genimi lo apo hişti ka ye rebeno" (yedi buğdayları ey amca, geriye saman kaldı) 


Şiir ülke çapında adeta bir deprem etkisi yaratmış. O yılların en etkili; Yeni Sabah, Akşam ve Cumhuriyet gazetelerinde nasıl olur! manşetleri atılmış, tanınmış yazarlar zehir zemberek ırkçı yazılar kaleme almış... Cumhurbaşkanı Bayar da bu nedenle çok rahatsız olmuştur. İşte Musa Anter'i hapse attıran süreç böyle başlamıştır. Musa Anter bu süreci şöyle anlatır: 


"Kürtçe cümleler serpiştirdiğim her yazım dava konusu oluyordu. Duruşmaların birinde asliye ceza yargıcı Musa Bey, ne diye Kürtçe yazıyorsunuz' diye sordu. Ben de Hâkim bey, İstanbul'da Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler gazete çıkarıyorlar. Ayrıca İngilizce ve Fransızca gazeteler de çıkıyor. Ben Kürtçe yazıyorum diye ne olacak' dedim. Hâkim, 'Efendim onlar azınlık' dedi." 


Ve bunun üzerine Musa Anter de o tarihe geçen veciz sözünü söyler:


"Benim bir azınlık kadar hakkım yoksa böyle çoğunluğu ne yapayım?"

 


               Diğer yazılarım için: tıklayınız



27 Kasım 2020 Cuma

ACI REÇETE

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan, ülke ekonomisi ile hukuk sisteminde yaşanan tıkanıklık ve çöküntü için reform yapılacağını açıkladı ve dedi ki:  

“... Yaşadığımız kritik dönemin ruhuna uygun şekilde, gerekiyorsa devlet ve millet olarak fedakârlık yapmaktan, acı da olsa doğru reçeteleri uygulamaktan kaçınmayacağız”, ve Avrupa Birliği üyesi olduğumuzu hatırlatmayı unutmadı.


Konuşma kapısını aralayan bu sözlerden hemen sonra da Adalet Bakanı Gül, yargıç ve savcılara: “Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun.” diye seslendi.  


Bu sözlerle,18 yıllık iktidarda nelerin yok olduğunu ilan ediliyordu. 


Bu sözlerle; ekonomi ve adaletin toplum yaşamı için oksijen olduğu, onlarsız bir yaşam olamayacağı gerçeği bir kez daha hatırlanmıştı. 


Aslında biz bu tür sözlere alışıktık, ilk kez duymadığımız için de hiç şaşırmadık.  Seçim veya darbelerle başa geçen her iktidar popülist bir anlayışla: “enkaz devraldık" diye önceki iktidarın bilanço verilerini tek tek sayar ve onları halka şikâyet ederdi. Fakat şimdi durum farklı, bu sözleri söyleyenler tam 18 yıllık bir uygulamanın sorumluları! 


Bu sözler; iflas etmiş bir sürecin algı yaratan sloganlarıdır. 


Bu sözler; çakılma öncesi bir feryattır. 


Gerçekler ortada iken popülist bir anlayışla söylenen bu sözlerin asıl hedefi, iktidarın kendi taraftarlarıdır. Çünkü yaşanmakta olan acı gerçekler, o taraftarları sarsmış, uyandırmaya başlamış yani tehlike çanları çalmaya başlamıştı. O taraftarlar ki, adalet, hukuk ve her şeyi bilen tek bir kişi olduğuna inanmışlardı, işte onlar da uyanmaya ve arayışa başlamıştı. Onları uyandırmak için söylendi bu sözler. Ancak o zaman 18 yıllık tek kişi iktidarı aklanabilir ve ancak o zaman bu iktidar devam edebilirdi.


Malumu ilan eden bu tespitleri; en yetkili, en etkili ve en sorumlu kişiler yapıyorlarken, onları dinleyenler de şunları fısıldıyordu: 

"Demek ki ülkedeki adalet sistemi çökmüş. 18 yıllık iktidarın, 'doğru reçete' ile hazırlanmış bir ekonomik programı da yokmuş!... Demek ki, bu toplumun yaşam çarkları; paslanmış, bozulmuş ve işlevsiz kalmış." 


18 yıllık iktidar, acı reçete sunacakmış!...  


Peki, o zaman sormak gerekmez mi: 18 yıldan beri, "tek adam" yetkileriyle donanıp, yeterli sayısal destekle iktidar olan, kendisini denetleyen, yargılayan, sorgulayan hiçbir kurum, kuruluş ve engel bırakmayan bu lider, neden/niçin “doğru reçete” uygulamamış?  


Ne yapmış ki, bu enkazlar oluşmuş? 


Şimdi 18 yılın hesabını sormak gerekmez mi? 


Bunlar; araştırılması, düşünülmesi ve konuşulması gerekenlerdir.

 

*** 

18 yıllık iktidar, acı reçete sunacakmış!...  


Peki, kim için, kimler için bu acı reçete?


Adrese teslim ihalelerle verilen, fakat şart ile fiyatları gizlenen, sadece her yıl ödenecek olan dolarlı garantilerin 40-50 yıl sonra doğacak torunlarımıza kadar sürecek olduğu bilinen ve bunun için de ülkenin kara delikleri sayılan; tünel, köprü, yol, şehir hastanesi yapan 5 müteahhit firmaya mı?


Sümerbank, Şeker Fabrikaları, Maden ocakları,Tank Palet Fabrikası gibi nice ekmek teknesi ile dağları, dereleri, ormanları, yaylaları teslim edilen sermaye sahiplerine mi? 


Zırhlı araçları ve koruma birliklerince gittikleri şehirlerin trafik akışını felç edenlere mi?


İtibardan tasarruf olmaz diye yaptırılan saraylar ve masraflarına mı?


İçleri boş sayılan 8 uçakla Kıbrıs'a piknik yapmaya gitmiş olanlara mı? 


Yukarıda sıralanan ve benzeri olanların dokunulmaz oldukları gerçeği bilindiğine göre, yoksa:


Köylüye mi?

 -Zaten köylü kalmadı ki, tarım da bitti!


İşçiye mi?

 -Zaten çalışan işçiler yarı aç! İşsizler çoğaldıkça çoğaldı.


Memura mı? 

-Zaten onlar güvencesiz ve yoksul! 


Gençlere mi?

-Zaten gençler hayalsiz, umutsuz, güvencesiz!


Yoksa, yoksa ...:


Soma, Ermenek madencileri ve Kocaeli'nin metal işçilerine mi? 

-Zaten onların hakları patronlarca gasp edilmiş. Devlet, onları ve haklarını korumak yerine; barikattoma, cop, gaz kullanarak, tutuklama tehditlerinde bulunarak, insani ve demokratik haklarını bile kullanmak için izin vermedi. Ve yine hakları gasp eden patronlardan yana oldu.  


Peki, kim için, kimin için hazırladınız bu acı reçeteyi?! 


Yeter artık, 18 yıldır beceremediniz. 


Gidin, gidin! 


Yeter artık yük olmayın yoksul halka... 


Gidin, gidin, gidin!




               Diğer yazılarım için: tıklayınız


30 Ekim 2020 Cuma

TORTUM ŞELALESİNDE GÖKKUŞAĞI

Gökkuşağı; güneş ışığı ışınlarının, su zerrecikleri arasından geçerken uğradığı kırılma ve yansımalar sonucu oluşan bir fizik olayıdır. 

Gökkuşağı; içinde üç ana renk ve milyonlarca ara renk barındırır, tıpkı insanlık gibi... Gökkubbedeki bu dizilişte; hiçbir rengin önceliği, üstünlüğü yoktur, bunun için itiş-kakış olmaz, kimse diğerine "sen dur, sen gelme, sen yoksun" demez, her renk farklılığından onur duyarak sıradaki yerini alır. Renklerden her birini tek tek ve hepsini birlikte güzel kılan da budur zaten. İşte, bu uyumluluk, bu çoğulculuktur onları bir halkada buluşturan ve izleyenlerini sevindirip, onlara coşkulu anlar yaşatan. 

Eğer, "Gökkuşağı, herkesin sevip hayran kaldığı bir doğa olayıdır" diyecek olursam, sanırım bu genellemeye itiraz edecek hiç kimse olmaz.

Ben, pek çok yerde, çokça defa gökkuşağı görmüş ve o görsel şöleni hayranlıkla izlemiştim. Fakat hiçbirisi beni, Tortum Şelalesinde olduğu kadar etkilememişti.  

O gün, baharın bittiği, yazın başlamak üzere olduğu bir gündü, Tortum Çayı suyunu22 metre genişlik, 48 metre yükseklikten coşkulu sesler çıkararak aşağıya akıtırken, suyun çok az bir kısmı buhar olup göğe yükseliyor, kalanı da uğultulu köpükler saçarak, hızlı bir telaş içinde yer yatağına doğru yol alıyordu.  

Grubumuz, suyun yatağına varmak için o sarp, dik, dolambaçlı patika yoldan aşağı inmeye çalışırken, vadinin karşımızda olan yanını ve su yatağının yarısını gökkuşağı sarmalamıştı. Bu görüntüden büyülenmiş, biran kanatlanıp uçmak istemiş, hatta gökkşağının çok yakınımda olduğunu sanmıştım... Bu duygular içinde ona dokunup sarılmak, onu okşayıp sevmek istemiştim. Ve sanırım bu uçuk duyguyu sadece ben değil, o an çığlık çığlığa inmekte olan herkes yaşıyordu. 

***

Mevlâna, herkese "GEL"diye çağrıda bulunsa da, "insanlık" henüz; Gökkuşağı, halay ve türkülerin yakaladığı uyum-saygı-coşku birlikteliğinden çok uzak. Olmuyor işte. Olmuyor! Olmaması için; ego, ben, çıkar, ırkçılık, kötü niyet, kötü liderler gibi pek çok engel var.  

Bugünlerde yine çatışma ve savaşlar çıksın diye bazı güçler ayakta... İnsani değerleri yarıştırıp,insanlara ölüm ve acılar yaşatıyorlar. İşte çok güncel bir örnek: 

Fransa'da bir öğretmen derste; "ifade özgürlüğü (!)" anlatacağım diye, geçmiş yıllarda inançlar arasında öfke, kin, nefret yaratan, eylem ve ölümlere neden olan bazı görselleri kullanmıştı. Öğretmenin bu yanlışı için yasal yollardan hesap sorma başlamadan öfke köpürtülmüş, sınıf-okul-ev duvarlarını aşarak sokağa taşınmıştı:  

Nefret duygularıyla dolu 18 yaşındaki bir genç, tartışmalara neden olan öğretmeni okuldan çıkıp evine giderken yakaladı ve vahşice öldürdü. Katil genç, bu vahşi eylem sonrasında ne kaçtı ne de pişmanlık duydu, aksine bu vahşeti övünç konusu yaptı ve olayın görsellerini sosyal medyada paylaşarak herkese duyurdu. 

Böylece olay, inançlar arası nefret iklimi yaratmak isteyen fanatikler için bir fırsat olmuş ve hem uluslararası hem de dinler arası bir kriz doğurmuştur. Böyle olaylar olduğunda; toplumun öfkesini yatıştıracak, barış ortamı sağlayacak sağduyu sahibi liderlere ihtiyaç vardır.

Ama günümüz liderlerinin pek çoğu kendi politik çıkarlarını düşünüyor, bunun içinde stada değil de sadece kendi taraftarlarının olduğu tribüne yöneliyor, onlardan alkış bekliyorlar. Puan kazanmak için de bir provokatör edasıyla karşı tarafı tahrik edecek söz ve eylemlerde bulunuyorlar. Oysa liderler, saldıran değil karşı tarafın kutsallarına saygı duyan, barış için çaba harcayan olmalıdırlar.

Demek ki bunlar gerçek lider değilmiş.

Bilindiği gibi tarihi boyunca insanlığın; paganizm, putperestlik, çok tanrıcılık, tek tanrıcılık, deizm, ateizm gibi çok çeşitli inançları olmuş ve her inanç da kendi içinde birbirine düşman onlarca mezhep, tarikat, cemaat gibi parçalara ayrılır. Sonra da her biri: en doğru, en esas, en saygın, en gerçek olanın sadece kendi yolları, kendi inançları ve kendi kutsalları olduğunu, diğerler insanların; sapkın, safsata, değersiz, günahkar olduğunu savunur, bu amaçla savaşırlar. 

Oysa dünyada pek çok aile, pek çok millet, pek çok din, pek çok dil, pek çok yaşam biçimi, pek çok kültür ve pek çok kimlik var. Bunların da her biri kendilerini; en iyi, en doğru, en gerçekçi, en saygın "en, en, en..." sayarken başkalarını ise günahkâr, sapkın, önemsiz, değersiz, becerisiz, safsata sanıyor. 

Peki, sizce bunda bir tuhaflık, bir acayiplik, bir riyakarlık yok mu?

Peki, hangi din, hangi inanç, hangi mezhep, hangi tarikat, hangi cemaat, hangi millet, hangi dil, hangi yaşam biçimi, hangi kültür veya hangi kimlik "en, en, en..." olandır

İnsanlık şiddete dayalı bu iklimden nasıl kurtulur?

Dünyadaki savaş-şiddet illeti, insanlığa atalarından kalmış ve genlerine sinmiş kanlı bir miras... Bu mirası bir anda ret etmek kolay değil, ama bundan kurtulmak gerek. 

Peki o halde ne yapmalı, nasıl yapmalı?

Öncelikle her inancın, her dilin, her kültürün saygın olduğu ve her kimliğin "insan hakları" bulunduğu gerçeğinin kabulü gerekir.

Bu, birlikte barış içinde yaşama anlayışıdır, oluşması için de anne-baba-bebek ile başlayıp her toplumsal birime ulaşacak olan bir "insani eğitim" gerektirir. 

Ancak o zaman, sadece bir ülke değil, tüm dünyada yaşanacak ılıman bir barış iklimi oluşur.

Ancak o zaman, birbirine ve değerlerine saygı gösteren bireylerden oluşan toplumlar; demokratik, laik, eşitlikçi anlayışlarca yönetilir. 

Ancak o zaman, ego, bilgisizlik, nefret, hırs, baskı, sömürü ve "en, en, en" olmak safsataları son bulur.

Ancak o zaman, kanlı, kinli savaşlar durur ve barış olur.

Zaten bu başlangıç da yeter dünyaya... 


Diğer yazılarım için: tıklayınız


23 Ekim 2020 Cuma

Minik Düşman Covid-19


Altmış yaşın üstünde 
olanlar; 60’lı yıllarda bazı karanlık gizli ellerin, ülkedeki sömürü düzenini korumak için çok sayıda “Komünizmle Mücadele Derneği” kurduğunu iyi bilir.

Komünizmle Mücadele Dernekleri, yalan, iftira ve karalama yaparak, algı yaratarak, kendilerine militan taraftar bulur ve bunları düşman ilan ettikleri kişi ve gruplara  saldırtıp vuruştururlardı. 

Bu derneklerin; “Komünizm en büyük hastalıktır! / TİP, tip tipsizler; Allahsız komünistler; Amerika gitsin Rusya mı gelsin?” benzeri çokça sloganları vardı. Bu sloganlar eşliğinde oluşturulan hayali algılarla, suçsuz pek çok insan tutuklanmış, "kanlı pazar" benzeri olaylarda pek çok kişi katl edilmiş, çokça acı yaşatılmıştı.  

İlhan Selçuk, o günleri anlatan bir yazısında; hastalanınca, ateşi 40 dereceye çıkmış olan bir ilkokul öğrencisinin, annesine: “Çok hastayım, galiba komünist oldum...dediğini yazmıştı...

İşte böylesi sanal düşmanlar yaratıp insanları vuruşturan öğretiyle yetişen bir grupbugün ülkemiz yönetiminde oldukça etkin durumda... 

"Covid-19 salgını..."

Şimdi de havada, suda, yerde, kısaca yaşanan her yerde; gerçek, çok güçlü ve minik bir düşmanımız Covit-19 var

Bu hayali olmayan düşman, ancak mikroskopla görülebilen bir virüs... O; bizim evimize, elimize, ağzımıza, boğazımıza, gözümüze, burnumuza, giysimize kolayca girebildiği halde biz onu göremiyor, hissedemiyoruz. 

İşte bu korkunç gizemli varlık Covit-19, tüm insanlığı ayırım yapmadan, sınır farkı koymadan düşman ilan edip, savaşarak yayıldı ve kısa bir zamanda milyonlarca can aldı

Bu durum, tüm ülkelerde olduğu gibi bizde de bir panik havası ve şaşkınlık yarattı ve ayrıca dünyada da yeni bir birlik-dayanışma-paylaşma iklimi geliştirdi

Kim bilir belki de bu nedenlerden dolayı bundan böyle dünya tarihi: 

“Covit-19’dan Önce” ve “Covit-19’dan Sonra" olarak anılacaktır.

Tüm insanlığı hedef alan ve dünya ekonomisine büyük darbeler indiren bu illet, çokça konuyu yeniden tartışmaya açtı. Böylece bazı bilgilerimizi unuturken, bazılarını ise pekiştirip kalıcı kıldık. 

Virüs insanlığa sadece zarar vermedi, aşağıda birkaçı sıralanan: 

  • Sömürücü-tekelci sistemlere kuşku ile bakılması,
  • Yönetimlerin, demokrasi ve sosyal devlet ilkelerine uyması, 
  • Kanada başbakanı gibi halk dostu liderlere ihtiyaç,
  • Doğal çevreyi koruyarak tarıma önem verilmesi,
  • Hipokrat yemininin gerekliliği ve önemi,
  • Doktor, hemşire, eczacı ve diğer sağlık çalışanların önemi, 
  • Bilimsel esaslarla hastane, ilaç, aşı, araç-gereçler hazırlama,
  • Örgün eğitim kurumlarındaki yüz yüze eğitimin önemi,
  • Yeni bir yaşam biçimi, iletişim ve çalışma düzeni...

Gibi, gibi pek çok yarar ve farkındalık da kazandırdı. 

Virüs can almaya başladığında zaten ülkemizde; tarım-hayvancılık yok olmuş, esnaf zorda, insanların çoğu işsiz, güvencesiz ve yoksuldu. Yeraltı-yerüstü kaynakları ile tarım ve orman alanları sadece birkaç müteahhitte teslim edilmiş, kâr için her yer betonlaştırılmıştı. 

Ülkemiz bu günleri yaşarken pandemi yayılıp, can almaya başlamıştı. Böyle günlerde insanlara “sosyal devlet” elini uzatması gereken iktidar, bunu yapmayıp en başarılı olduğu algı oluştur işine devam etti... Ve artık her evin vazgeçilmez konuğu idi: Sağlık Bakanı Fahrettin Koca.

O, Türk Tabipleri Birliği (TTB)'ne sormadan oluşturulan "Bilim Kurulu" görüşmeleri hakkında pek bilgi vermese de turkuaz tabloya yansıyan istatistikleri okuyor, övgüyle Cumhurbaşkanlığı kararlarına gönderme yapıyor, olup-bitenleri iyi bir vaiz edasıyla “şeffafça” anlatıyor ve sorulanları cevaplıyordu... 

Bu durum, Fahrettin Koca için oldukça güçlü bir kamuoyu desteği sağlamıştı. 

Hatta, ülkenin kara deliklerinden biri sayılan "Şehir Hastaneleri" ileri sürülen; haksız, hukuksuz, etik dışı şaibeli konular; şirkete-şahsa özel ihaleler, eksik imalat, eksik teslimat, hazinece verilen hasta sayısı garantileri, kurumların kamu denetimine alınmaması, şirket kusurları hakkında işlem yapılmaması... Ve Hekimlerin demokratik kuruluşu olan: TTB'nin muhatap alınmaması gibi konular bile yavaş yavaş unutulmaya başlamıştı.

Sonra anlaşıldı ki; kendilerince oluşturulan Bilim Kurulu kararlarına uyulmamış, bilimsel olmayan kararlar alınıp uygulanmış, turkuaz tablodaki sayılar gerçeklerle uyumlu değilmiş. Yani daha önce TTB tarafından dile getirilip inanılmayan tüm bilgi ve verilerin gerçek olduğu anlaşıldı. Ve Bakan Fahrettin Koca yine ekran başına çıkıp bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. İşte o zaman meşhur bir tweet atttı: "Bilelim ki, salgınla mücadele sürecinde, devletimiz, HALKININ SAĞLIĞI KADAR, ULUSAL ÇIKARLARINI DA korumaktadır."

Bilindiği gibi bireysel mutlulukların çoğalması, toplumsal mutluluklara yol açar. İnsanın en birincil hakkı da yaşama hakkıdır, toplumsal yaşamda huzur ancak halkın sağlıklı ve güvende olması ile sağlanabilir.

Acaba halk sağlığından daha önemli olabilen ulusal çıkar ne olabilir ki!... 


Diğer yazılarım için: tıklayınız