23 Şubat 2015 Pazartesi

Empatisiz eğitim “Bebeklerden katil yaratan karanlık”*


1960'ların ikinci yarısındaki yıllarda (parasız yatılı öğretmen okulunda okuyan öğrenciyim), İlhan Selçuk, Çetin Altan, İlhami Soysal…’ın yazıları, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Tolstoy, Dostoyevski, Honoré de Balzac’ın… romanları ile tanışmıştım. Zorunlu akşam etütlerinin çoğunda roman ve öykü okur, sabah etütlerinde ise derslerime hazırlık yapardım. (etütte ders çalışmadığım için de nöbetçi öğretmenlerin bazen azarı, bazen de tokatları ile karşılaşıyordum).  İşte o yıllar:

Ülkenin cendereye sıkıştırıldığı, işçilerin-emekçilerin hak mücadelelerinin bastırıldığı, sağ-sol kutuplaşmaların arttığı ve karşılıklı olarak gençlerin birbirini öldürdüğü, “Bana, sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz” dendiği, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin, Komünizm en amansız hastalıktır görüldüğü yerde ezilmelidir. Komünizm geliyor! … Benzeri sözlerle her yere yazılar yazıp afişler astığı, algı operasyonlarının yapılmağa başlandığı yıllar… Süleyman Demirel’li yıllar… 

Bu yıllarda, İlhan Selçuk’un ‘Pencere’ den (kesin tarihini bilemediğim) bir yazısı bende silinmeyen iz bırakmıştı. Bu yazının özü (bu güne taşıdığım kadarıyla) şöyle: Anadolu’nun bir kentinde kış mevsimi, 7-8 yaşında bir çocuk hasta, ateş içinde kıvranıyor, annesi çok üzgün… “Ne oldu sana yavrum?” sorusunu sorduğu çocuğu; “Anneciğim çok hasta oldum, komünist oldum…” Diye cevap verir. İşte memleketteki iklimin çocuğa yansıması…

Dün yine Ege Üniversitesinde gençler vuruştu biri ölü, biri ağır yaralı… 19-20 yaşlarında birbirlerine karşı bilenmiş, öfkesini kontrol edemeyen, karşısındakini hain, düşman gören gençler… Giden canlar, yanan/ağlayan yürekler… Ve bu gençleri siper ederek kendilerini haklı göstermeye çalışan toplumsal katmanlar…
Artık acısını yaşasak bile bu ve benzeri olaylara, başka bir göz ve anlayışla bakmalıyız. ‘Kim başlattı?’ ‘Kim haklı, kim haksız? …’ Benzeri neden/niçin sorularına cevap aramayı/bulmayı kolluk ve yargı kuvvetlerine bırakmalıyız.

Çünkü eğer bizler bu sorularla, sorunlarımıza yaklaşırsak, çözüm bulamayız. Ve çözümsüzlük içinde debelenip dururuz. Akan kan ve yaşanan acılar da uzun yıllar devam edecektir…

Rebecca Solınt, Yakındaki Uzak isimli kitabında “Kimileri başkalarının acısıyla ilgilenirken bizzat öyle üzüntüye kapılır ki onları da avutmak gerekir.” (Çev.:M.Karahan-M.Öznur Encore yay.Ocak 2015 sf:200)

İşte bu gün ülkece yaşadığımız da bu… İnsan-doğa katliamlarına ve yaşananlara karşı, bakınıp, dövünüyor, gözyaşı döküyor, acılara ortak olup bizde acınacak hale geliyor, böylece biz bir avutana ihtiyaç duyuyoruz.

Toplumumuzun/eğitimimizin en büyük eksiği EMPATİ kuramayan bireyler yetiştirmesidir. Oysa bu sihirli sözcük evimiz-okulumuz-sokağımızda işlevsel kılınırsa pek çok psiko-sosyal soruna çözüm bulur, mutluluk yaratır…

Rebecca Solınt empatiyi (yukarıda ismi yazılı eser, aynı sayfa); “Empati, bir miktar kendi dışına çıkıp genişlemektir…(duyguyu kendi içinde değil de onun, bir başkasının içine uzanarak hissetme, kendini onun yerine koyma)” olarak tanımlar.

Eğer karşımızdakinin duygularına, yaşadıklarına uzanıp kendimizi onun yerine koyabilmeyi öğrenebilirsek, “bu bana yapılsa ne hissederdim” noktasına varabilsek, elimize hiç silah alabilir miydik?  

Eğer eğitim sistemimiz (evde, okulda, sokakta), bireylere bu empatik bakış açısını kazandırsa insanlarımıza, hepimizin ve ülkemizin de pek çok sorunu çözüm bulacaktır.

STKlar, medya, okul- öğretmen, anne ve babalar tek ses olup ülke yönetiminden: Eğitim sisteminin; yok sayan, yok eden, ötekileştiren bir çocuktan serinkanlı bir katil yaratan karanlık”* anlayışlara son vermesini, insan olmanın ortak payda kabul edilmesini istemeli ve isteklerin gerçekleşmesi için takipçisi olmalılar…
Yeter artık!.. Gençlerimiz/insanlarımız birbirlerine ‘Yakındaki Uzak’ olmasın!..

* Rakel Dink’in, eşi Hrant Dink öldürüldükten sonra yaptığı konuşmadan…

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

Bu yazı Milliyet Blog’da:

16 Şubat 2015 Pazartesi

Barışa karşı kafa ve kalem tutanlar…


İktidar, oy çıkarı hesaplarına bağladığı çözüm sürecini, mehter marşı temposuna uygun ve mehter marşı figürleri ile yerlerde süründürmektedir.
Çevrenizdekilere “çözüm süreci”ni sorduğunuzda tek tük karşı çıkışı saymazsak pek fazla karşı çıkan bulamazsınız. Ancak bu desteği verenler (genelde de beyaz yakalılar) "ama…", "fakat…" ile başlayan uzun uzun (karşı) cümleler kurarak anlatırlar…

Hani sizler bu sürece karşı değildiniz?!..
Peki, ne oldu, neden bu 'ama' ve 'fakat' ile başlayan öteleyici, hiç sayıcı cümleleri kuruyorsunuz?

Bu cümleler ile başlayan cümleler çözümsüzlüğü sağlamaz mı?
Dediğinizde ise; çözüm sürecinde çok tavizler verildiğini söylerler size, bu savunma mekanizması geliştiriciler...

Say bakalım arkadaş, hangi tavizler verilmiş?

Saymaya başlıyor: Kürtçe konuşmak serbest, TV-Şeş açılmış, Mem u Zin basılmış, Alfabe ve kitaplar çıkmış, seçmeli ders olarak, ana dilini seçmeli ders olarak seçebilme hakkı(!) (her halde bu garip hak dünya eğitim tarihinde bir ilk), … verilmiş de verilmiş…

Peki, arkadaş bunlar insan hakkı değil mi?
İnsanın, insan haklarına sahip olması ona verilmiş bir taviz mi oluyor?!...

İşte bu kafa ve kalemlerin sıraladıkları hep bu minval üzere devam edip gidiyor 'ama…', ' fakat…' bahaneleri...

Oysa istenen şeyler çok yalın ve basit: eşit vatandaşlık, demokrasi ve kısaca insan olmanın hakları…

Bu hakları önüne %’lik barajlar koyar, tüm demokratik hakların kullanımını güvenlikçi 'Sık ulan sık' "Vurun ulan vurun!" anlayışlarla kullanılmaz kılarsanız. Ettiğiniz, yemin ve yaptığınız yasaları siz çiğnerseniz…

“18 Eylül 1930’da Ödemiş’in Gölcük yaylasında ‘Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır’ diyen Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt. (Benito Mussolini ve Adolf Hitler’in söylemlerine ne kadar da benziyor?)

Nefret içeren bu faşist söylem ve felsefenin sahibi kim? Adalet Bakanı… İşte bu kişiyi ve felsefeyi kutsamak için ve adeta insanın gözüne sokarcasına önemli turizm merkezlerimizden olan Kuşadası’na heykelini diker ve bu eylemi savunursanız…

Ne diyebilirim?!...

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

30 Mayıs 2014 Cuma

Bir vatandaş ve iktidar

Bazen yazdıklarım ve de yazamadıklarımı karşı karşıya getirip, iç konuşmalar yapıyor, kendime kızıyor ve söyleniyorum. Hep eleştiri, hep eleştiri!.. Hiç mi iyisi/doğrusu yok bunların!?.. Deyip özeleştiri yapmaya çalışıyorum. Sosyalist öğretinin bir sempatizanı olarak önem veririz kendimizle yüzleşip özeleştiri yapmaya. İşte bu yüzleşme için zaman tüneline girip geri geri gidiyorum:
“Bizim bizden başka dostumuz yoktur, tüm komşu ülkeler kötü, biz iyiyiz.” Bu anlayışta olan birey ve toplumun tanısını psikoloji, yargılamasını da tarih yapar. Yeni iktidar; bu anlayışı sorgularcasına,  komşularla görüşüp konuşmaya, birlikte futbol maçı izlemeye, ortak bakanlar kurulu oluşturup, dostluk görüntüleri ile süslenmiş fotolar çektirip, birlikte tatillere çıkmaya başlatmıştı. Ve ayrıca Avrupa Birliği, Kıbrıs gibi konularda cesur girişimlerde bulunmaya başlamışlardı. Bir vatandaş olarak bunlara sevinmiş, mutlu olmuştum. Bu eylem ve söylemlerine alkış tutmuş fakat oy vermemiştim.
(Şimdi ne oldu?  Sadece komşu ülkelerimizle değil dünya ülkeleri içinde de'değerli yalnızlık' dönemini başlattık…).
Bu ülkede yaşayanların sadece; aynı din, aynı dil, aynı ırk, aynı …, ‘lardan oluşmadığını da fısıldamaya başladılar. Tarihsel geçmişimizde yaşanan kıyımları, acıları hatırlayıp onlarla yüzleşmek, aynı coğrafyada birlikte yaşadığımız insanların kendi özgünlükleri olan; din, dil, ırk ve inançları ile yaşamalarının sağlanacağını düşünmüşçesine, Kürtlerle barışmak için, Habur süreci, Sünnileştirmeye çalışılan Aleviler için Alevi açılımı, Dersim katliamı için Dersim yüzleşmesi gibi söylemlere de alkış tutmuş, fakat oy vermemiştim.

Eğer iktidar Alevi açılımı ile Dersim yüzleşmesi söylemlerinde samimi olsa ve muhalefetin dolduruşuna gelmeyip –kıyafet zorunluluğu- ister gibi sudan nedenlerle Habur sürecini çökertilmeseydi; şimdilerde barış ortamı oluşmuş, insanları karşı kamplara ayırıp vuruşturan ilkel anlayışlar bitmiş, insan ve gelir kaynaklarımızı tüketen faşist anlayışların savaşları son bulmuş olurdu).
...
Yıllarca halkına zulüm eden; vesayetçi, işkenceci ve faili meçhullerin faillerini TV ekranlarında tanımlıyor, gözyaşı döküp, şiirler okuyor ve bakın işte onları topluyoruz! der gibi, pek çok suçluyla birlikte (tek tük de olsa), bazı suçsuzları da harar çuval içine dolduruyorlardı. Elbette suçsuzlar zaman içinde ayıklanır diye düşünerek buna da alkış tutmuş fakat oy vermemiştim.

Peki şimdi ne oldu?  

Bu gün bozuştukları (beraber yürüyüp, birlikte paylaştıkları) eski ortaklarını yok etmek için planlar yapıyor. Dün teşhir etmeye çalışıp yok etmeye niyetlendikleri; vesayetçi, işkenceci ve faili meçhullerin faillerinden af diliyor, onlara paralellerce kumpas kurulduğunu söyleyerek anti paralel yeni bir ittifak kurmaya çalışıyorlar...
...
1982 Anayasası, bir darbe ürünü, her parti buna karşıymış gibi davranıyor, fakat haydi dendiğinde niyet okuyuculuğuna başlayıp amaları sıralıyorlar. İşte bu darbe Anayasası ve türevi yasaları değiştirmek için yetki istiyordu iktidar. O güne kadarki yalan/yarım kalmış söylemlerine oy vermesem de alkış tutmuş fakat söylemde kaldığı için kendimi, aldatılmış hissedip üzülmüştüm. Oysa şimdi darbe Anayasası değiştirecekler diye hem alkışlayıp hem de yetmez ama evet deyip uzatıvermiştim elimi…

Sonra ne mi oldu? 

Önce aldıkları yetki ile beraber yürümek için Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na düzen getirip, tüm kadroyu yenilediler. Bir vesayeti kaldırıp, kendi vesayetlerini kurdular. 17 Aralıkta ortaklık bozulunca da, topun sahibi çocuk haklılığı ve Anayasa’ya aykırılığını bilen arkadaşın onayı ile iptal gününe kadar tüm yenilemeleri yaptılar…  Peki, Anayasa değişikliği ne oldu?   Meydanlarda verdikleri söz gereği aylarca harcırah alarak komisyonlarda, havanda su dövdüler bir türlü kıyamadılar bu darbecilerindir dedikleri Anayasa’ya...
...
Meğer makyajlı imiş tüm bu söylem ve eylemler...

Meğer dur kendime yer edeyim başına neler edeyim içinmiş bu söylem ve eylemler...

Meğer bizi bir çemberle kuşatmış/aldatmışlar, paralel değil bunlar…

Meğer…

Bakın işte, bir sağanağa tutuldular dökülüverdi tüm boyaları…

Düşü verdi maskeleri…

Ama halen, bağırarak, ayrıştırarak, ötekileştirerek…, baskın çıkmaya çalışıyorlar.
Bakın kendimle konuşmamı bu günlük bitirirken; iktidara ne kadar şans vermiş olduğumu, ne çok inanıp alkışladığımı,  üstüne bir de yetmez ama evet dediğimi hatırlatırım. Demek ki ben, önyargılı biri değilmişim… (Diyerek bir de kendimi akladım).

Şimdi siz söyleyin bana, bu iktidarın hangi sözüne güvenip neyini alkışlayayım?

Sizin de, yeter artık yeter! yeter! dediğinizi duyar gibiyim…

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

Bu yazı Milliyet Blog'da:

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Annelere kulak verin!…



Anne, tüm canlılar için soyunu sürdürmenin, yani var olmanın en önemli unsurudur. O, o kadar değerler üstü bir varlıktır ki, onun için; din, dil, ırk, renk gibi farklılıkların hiç bir önceliği yoktur. Onun önceliği; yavrularını koruyup, kollayarak, türünü sürdürmektir.

İran’da idam cezası verildiği için gözleri kapatılıp darağacına çıkartılmış bir katil vardır. Onun infazı için, katlettiği kişinin annesinden işaret bekleniyor. İşte O büyük anne, oğlunun katiline bir tokat vurarak onu af ediyor…

Yıllardır yurdumuzda hep birlikte büyük acılar yaşadık yaşıyoruz. Zaman bazen külleri soğutsa da, annelerin yüreğindeki kor halen yanıyor için, için.  

Cumartesi anneleri; yıllardan beri her hafta toplanıp faili meçhul (!) cinayetlerde yitip giden canlarını arıyor/anıyorlar. Amaçları; gidenleri geri getirmek veya öç almak değil. Ama, bu kıyımları/cinayetleri yapanları/yaptıranları teşhir edip cezalarını çektirmek ve böylece listeye yenilerin eklenmesini önlemek…

Roboski anneleri; Ekmek parası için çalışan çocuk yaştaki yavruları katır sırtında iken -savaşta bile görülmeyen katliam-, kendi yurdunun savaş uçaklarında atılan bombalarla yok edildiler. Çok olmadı, henüz yaraları çok sıcak. Ama Soma faciasında yok edilen emekçilerin ailelerini ziyaret edip acılarını paylaştılar:
Amaçları;  daha çok, daha çok kazanmak için emekçilerin terini/kanını kara kömüre katkı yapıp onlara bu acıyı çektirenlere yeter artık dur deyip listeye yenilerin eklenmesini önlemek…

İşkence hanelerde, darağacında yok edilenleri, (alıp gideni belli, öldüreni belli olmayan) “faili meçhuller(!)”, “fıtrat ölümleri”, insan olmanın haklarını ve demokrasi istediği için oyun çağında öldürülen/sakat kalan çocuklar, gençler… Hepsinin de bir annesi var... O annelerin sadece isimlerini yazsak bile sayfalar, sayfalar tutar… Bir de öyküleri var ki (her birinin), yürek parçalayan…

İşte bu anneler yüreklerinde birer kor taşıyor ve Musa Eroğlu’nun sözleriyle;  Ben yandım eller yanmasın diyorlar…

 “İşkence hanelerde, darağacında yok edilenler, (alıp gideni belli, öldüreni belli olmayan) “faili meçhuller(!)”, “fıtrat ölümleri”, insan hakkı ve demokrasi istediği için oyun çağında öldürülen çocuklar… Hepsinin bir annesi var.” Dediğim için bana aşağıdaki soruları sorduğunuzu duyar gibiyim:

  -Peki bu caniliği yapan ve bunların kıyım emrini verenlerin bir annesi yok mu?
  -Peki, O anneler nerede?
  -Neden dur demiyorlar yarattıkları bu canavarlara?…

Bu haklı sorularınıza cevabımdır:

Bu annelerin de büyük çoğunluğu çığlık atıyor ama biz onları duymuyoruz. Bu konuyu bilip susan anneleri de, o meşhur yüzdeliklerle konuşan çan eğrisinin doğruları ile anlatabiliriz ancak. Bilirsiniz çan eğrisinin doğrularına göre; her çoğunluğun %4’ ü, istenmedik davranışlar gösterir/gösterebilir…

İşte size bu %4’lükler için örnek bir anne (bir zamanlar ülkemizi de yönetmişti); Ölüm listesi hazırlanan (alıp gideni belli, öldüreni belli olmayan) “faili meçhuller(!)” onun zamanında ve onayıyla olmuştu. O dönemde pek çok cana kıyılmış, toplu işkenceler yapılmıştı. Halen her Cumartesi günü çığlıklarını duymakta olduğumuz Cumartesi anneleri’nin de varlık nedeni olmuştu…

Çığlık çığlığa, omuz omuza gelen bu annelerin, tek bir amaçları var: Şimdiki ve gelecek yavruları ile toplumunu koruyup kollamak. Yani anaçlık…

Siz ey politikacılar! Sizler ki, şimdilerde hep ötekileştirerek, ayrıştırarak, vuruşturarak, hakkını arayana saldırarak, yasaklar ve mağdurluğa sığınarak, ben, sen, öteki, yaratıp yolsuzlukları kapatarak, kendinize politik çıkar ve güvenli gelecek sağlama yarışına girenlersiniz.

Bu çığlıklar, yavrularını/geleceğini tehlikede gören annelerin çığlıklarıdır.

Bu annelerin çığlıklarını neden duymuyorsunuz?

Bu çığlık atanların apoletleri, tankları, topları, tomaları yok diye mi?

Bence bunların öfkelerini sınamayın !

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 


Bu yazı Milliyet Blogda:

18 Mayıs 2014 Pazar

Müfettişler - denetleme(me) ve Meb

Son yıllarda Meb’de kafalar karışık. Sadece bünyesinde bulunan müfettişler konusunda bile pek çok zikzaklar çizildi/çiziliyor. Defalarca isimleri değiştirildi, ilköğretim müfettişi, bakanlık müfettişi, eğitim müfettişi, denetmen, denetçi. En son değişiklik ile de, kurum içindeki iki ayrı yapıyı birleştirerek (ki, yapılması gereken bu idi) maarif müfettişi isminde karar kıldı. Fakat bu değişikliği yaparken çok garip şeyler yaptılar.

Aynı isim altında birleştirdiler fakat maaşları farklı! Sanki bir bölümü saf kan müfettişmiş gibi, onlara ait maaş ve ödeneklerini farklı tutup… Çoğunlukta olan bölümü mahcup/mağdur etmek anlaşılır gibi değil!..

En önemlisi ise; müfettişliği eğitim-öğretimin bir parçası olmaktan çıkarıp, dosya-defter-kâğıt ve üzerindeki yazılara…, göreinceleyip, karar veren mekanik bir meslek haline getirmek istiyorlar. Aslında bu tür denetimler için (genellikle, okuldan okula fakslanan veya kes-yapıştır) üretilmiş, ezberlenmiş formatlar kullanılır.

Eğer işbirliğine dayalı, rehberlik amaçlı bir denetim yapılması isteniyorsa; bulunduğunuz sınıfın/okulun/kurumun, havasını, grup içi dinamiklerini, kullanılan iletişim tekniklerini, öğrenci merkezli eğitimini, okul- aile-çevre ilişkilerini… gibi eğitimin olmazsa, olmazlarını görüp öğrenmemiz gerekmez mi?

Bu iki tür denetimin olumlu ve sakıncalı yönlerini en iyi bilecek kişilerden birisi de iletişim uzman olan şimdiki bakanımızdır diye düşünüyorum.

Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’un önderliğindeki Köy Enstitüleri,  eğitim tarihimiz ve dünya eğitim tarihinde önemli bir yere sahiptirler. İmece anlayışı ile çalışılan bu kurumlar, 1940-1948 yılları arasında ülkenin pek çok sorununa (eğitim-sağlık-tarım-el sanatları…) kısa bir sürede çözüm bulmuşlardır. Bu gelişmeden ürken ağalar ve politikacıların oyunlar ile kapatıldıkları için de bu kurumlara Yarım Kalan Mucize ismi verilmiştir.

Köy Enstitülerinin tarihi incelendiğinde, köylerden toplanan kızlı-erkekli çocukların oluşturduğu; eğitmen, öğretmen ve ilköğretim müfettişlerinin bu kurumların yaratıcı itici gücü olduğu görülecektir.

Köy Enstitüleri 8 yılda neler yapmış:
Köy Enstitüleri (özet olarak): “Gündüz iş, gece ders yaparak”; okul binalarını yapmış, ağaç dikerek bataklıkları kurutmuş, salgın hastalıklara savaş açmış, bilimsel tarımı başlatmış, dünya klasiklerini insanlarımıza tattırmış, güzel sanatlar ve el sanatlarını yaygınlaştırmış, kısacası ülkeye ışık saçmıştır.
İnanıyorum ki; eğer bu anlayış, değişip gelişerek devam etmiş olsaydı, bu gün Soma ve diğer madenlerimizde yaşanan insanlık faciaları yaşanmamış ve ülkemiz her alanda çağdaş ülkelerin standartlarını yakalamış olacaktı. Ve de 'önce insan' diyen bir felsefeye sahip olacaktı…

Bu günkü iktidar 12 yıllık dönemde eğitim için neler yaptı?
(özet olarak):

Bilimsel temele dayalı bir Talim Terbiye Kurulu oluşturmak için Ziya Selçuk’u başkan seçtiler. Tam da güzel çalışmalar yapmaya başlamıştı ki ayrılmak zorunda bıraktılar o da ayrıldı...

Hayal ettikleri İmam Hatip Okulları projesini gerçekleştirmek için 4+4+4 sistemini kurdular. (Bu işi o kadar ustalıkla yaptılar ki yasayı çıkarırken Milli Eğitim Bakanlarını bile devre dışı bıraktılar.) Ve bu yasa sayesinde hayal ettikleri İmam Hatip Okullarını coşturdukça coşturdular.

Akademik insan yetiştiren Anadolu Liseleri ve Fen Liseleri, sıradanlaştırılarak yok edildiler.

Böylece eğitimdeki son bilimsel kırıntıları da ortadan kaldırıp soru sormayan, deney yapmayan, bağımsız düşünmeyen nesiller yaratmaya başladılar.
Biri bakan, biri genel müdür

Bu günümüze ışık tutması için iki örnek vererek sürdürelim...

Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik,  pek çok ilde olduğu gibi İstanbul’da da yönetici ve öğretmenleri toplayıp icraatlarını anlatıp sizi müfettişlerden kurtarıyorum diyerek alkış bekliyor ve alıyordu…

Hüseyin Çelik bu muradına eremeden bakanlıktan ayrıldı. Mesleğimizi bitirmedi/bitiremedi fakat işlevsiz kıldı. Fakat bu anlayış ondan sonra da devam etti…

İstanbul Milli Eğitim Müdürü iken, Öğretmen Yetiştirme ve Eğitimi Genel Müdürü olan Ömer Balıbey, yönetici ve öğretmenlerin bulunduğu  "Öğretmen 

Yetiştirmede Yeni Gelişmeler" konulu panelde; “Hadi yine iyisiniz, müfettişliği kaldırıyoruz!..."diyerek müjde vererek alkış alıyordu. O, Ömer Balıbey ki, İstanbul Milli Eğitim Müdürü iken müfettişlerin hemen, hemen her toplantısına gelir ve siz eğitim-öğretim için vazgeçilmezsiniz deyip bizden de alkış alırdı.
İşte böyle, Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’un makamına oturup tribünlere oynayan bir bakan ve  bir genel müdür...

İyi güzel de, bu müfettişlerin ortak suçu ne? 

Öğretmenden; öğrencileriyle işbirliği içinde çalışma programına uygun, ders etkinlikleri hazırlaması, böylece sınıfı veya dersine planlı olarak girmesini istemek… Yani özetle öğretmenden; eğitim sürecini (rast gele değil) programlı, planlı ve öğrenci odaklı olarak düzenlemesini istemektir ‘müfettişlerin suçu(!)’…

Peki, bu bilimsel ve eğitsel isteğe kim/neden karşı çıkabilir?

Mesleğini ve öğrencisini seven öğretmen, buna karşı çıkmaz!.. Dersem haksız mı olurum sizce?
(Ben eğer halen çalışıyor olsaydım, bu ortak suçumuzu işlemeye devam edecektim.)

Düşünebiliyor musunuz?.. Hüseyin Çelik sayısal gücü fazla olan bir iktidarın bakanı…. Bakın, kimlerle uğraşıyor! Bakanlığına bağlı bir meslek grubu olan müfettişlerle…

Peki müfettişlerle neden uğraşıyor?!

Kendisi, sadece dedikodu yaparcasına konuşup, bilimsel verilere dayalı olmayan açıklamalarda bulunduğu için bunu bilemiyorum. Fakat, acaba, politikacı olmadan önce öğretmenlik yaptığı yıllardan kalma bir kini/ezikliği mi vardı? Diye düşünüyorum kendimce. Siz ne dersiniz?

Bilirsiniz, başarısız olanlar; var olan başarısızlıktan kendilerini sorumlu tutmaz ve kendisi dışındakilerin sorumlu olduğunu öne sürerler… Psikolojide de buna savunma mekanizması denir.  Ne yazık ki; müfettişlerle ilgili karalama ve genellemeleri yapanlar da mesleklerinde başarısız olan kişilerdir. Ve bu kişiler, görevini hakkıyla yapan diğer çoğunluğu da etkilemeye çalışmaktadırlar.

Evet, bu anlayış, öyle bir anlayıştır ki, istediği raporu yazacak müfettiş buluncaya kadar görev emirlerini yeniler... Bilmiyorum ama, Soma’da  da böyle olmuşsa şaşmamak gerek….

Sonuç:

Elbette her meslekte olduğu gibi müfettişlik mesleğinde de eylem ve söylemini onaylamadığımız, yanlışlar yapan bazı kişiler vardır. Bunları savunan (kol kırılır yen içinde kalır) gibi bir anlayışa sahip değilim. Ve bu kişilerin ortaya çıkarılıp gereğinin yapılmasını da istiyorum. Yönetim, bu görevini yapacağına (bir anlamda onları koruyarak) tüm mesleği karalamak ve işlevsiz bırakmak kolaycılığına düşmüştür…

Denetlemek; hayatın her basamağında var olan ve gelişmenin en önemli dinamiklerinden birisidir. Denetim sürecinde; denetlenecek olan kişiler, denetleniyor olmanın gerginliğini yaşarlar. Bu doğal bir durumdur. Denetleyecek kişi bu gerginliği, empatik anlayışla değerlendirip, denetleyenin kendisini rahat hissedeceği bir iletişim ortamı yaratmalıdır. Böylece ortak amacın (üzüm yemek olduğu) anlaşıldığında, var olan gerginlik son bulur ve başarıya ulaşmak daha da kolaylaşır…

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

Bu yazı Milliyet Blog'da:

http://blog.milliyet.com.tr/mufettisler---denetleme-me--ve-meb/Blog/?BlogNo=461435

8 Mayıs 2014 Perşembe

Üçü bağıran, dört eski bakan.

Dört bakan yolsuzluk nedeniyle, ağır, ağır, eksiklerini tamamlayıp, ortam düzenleyerek işlerinden ayrıldı. Bazı toplum bilimciler bu toplu ayrılmaya: Bir hükümetin başına gelebilecek en büyük felaket dedi. Hükümet  ise eski alışkanlığı olan mağduriyet nedeni sayıp; bağırdı meydanlara, bağırdı polislere, bağırdı savcılara, bağırdı yargıçlara…

Hukuksal yönden aydınlatma ertelendi, bir de seçim geçti üstünden. Baktılar olmayacak bir şeyler yapmak gerek. Topladılar meclisi hem de, tatil olduğu gününde, amaç; halka duyurmamak, saklamak konuşmaları, dosyaları...

Zaman iletişim çağı, bu oyun da sonuçsuz kaldı. Görüverdik, duyu verdik (tatildeki tv’ye rağmen)  üçü bağıran, dört eski bakanı…

Neden bağırıyorlar! Bilmiyorum desem olmaz, fakat psikologlar bunu çok daha güzel anlatır onlara bırakalım.

Asıl merak ettiğim, susan bakan… Neden sustu?!..

Bu suçta ortaklarım da var dercesine ilk karşı çıkan bakan.

Neden sustu?!..   

Aslında o bağıranların anlamasın diye çırpınışları boşuna, halkın %90’ı için bu işin (%10 olanlardan habersiz), gizlisi-saklısı kalmamış artık. Her şey ayan beyan ortada…

Fakat, bence taraftar dostça davranmadı bakan ve başbakanlarına. Diyemedi; bağırmayın, ben size güveniyorum, onlar siz değilsiniz. Haydi, siz de çıkın ortaya kanıtlayın; bu sesin, bu evin, bu kasanın, bu paraların, bu takıların size ait olmadığını, çıkın karşısına savcının, hâkimin aklanın. Demediler, diyemediler.

Taraftar takım tutarcasına; vicdanın sesini bastırıp, pek çok şeyi yok sayıp, helal olsun der gibi: Bal tutan parmağını yalar. Veya Yedi, fakat iş de yaptı… Deyip, aklamaya çalışıyor yolsuzluğu kutsayan sözlerle.

Karşı taraf ise; vay be!.. Bunca bilgi, bunca belge yok sayıldı, bu kez de onlar kazandı, biz yenildik! Deyip kendi dışında aradı/arıyor suçluları…  

Kaynaksız güç olmaz. Bu güç bir olmaktır, ötekileştirmeden, severek, sayarak çoğalmak, biz olmaktır ayrımsız.

Kaynaksız ışık huzmesi olmaz. Işık huzmesi oluşturmak ise; hep birlikte, görmeyeni bir daha, bir daha görmekle, saflara katmakla…

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

Bu yazı:
http://blog.milliyet.com.tr/ucu-bagiran--dort-eski-bakan/Blog/?BlogNo=460025

4 Mayıs 2014 Pazar

Pulur Köy Enstitüsü=Pulur İlk Öğretmen Okulu=Yavuz Selim İlköğretmen Okulu…


Erzurum’un 15 km uzağında  (şimdi hemen hemen bitişmiş gibi) olan Ilıca; ılıcası, şeker fabrikası, harası, askeri birlikleri ve hepsinden önemlisi Öğretmen Okulu ile ünlü önemli bir merkezdir.

Yurdumuza ışık saçan “Köy Enstitüleri” 1940 yılında açmaya başlamıştı. Bu okulların en sonuncusu ise, 1942 yılında Ilıca merkezdeki İlkokul binası içinde 200 öğrenci ile öğretime başlamış olan Pulur Köy Enstitüsü’dür. 1943 – 1944 öğretim yılında diğer köy enstitüleri tarafından gönderilen ekiplerce, Ilıca Bucağı’nın 850m güneyinde ve 1700 dönümlük arazi içine yapılan binalara taşınarak eğitim-öğretime başlamıştır.

Kuruluşundan beri karma eğitim-öğretim yapan okulda bulunan kız öğrenciler, politik nedenlerle, 1952 yılında İzmir’deki “Kızılçullu Köy Enstitüsü”ne nakledilmiş ve yalnız erkek öğrencilerle öğretim yapılmaya devam edilmiştir.

Bence, burada ara verip güncel bir parantez açmak gerekiyor. (İşte bu Kızlı-erkekli eğitimi politik çıkarlarına alet eden niyet okuyucu anlayışlar, yurda ışık saçan köy enstitülerini fiziki olarak kapattırdı/bitirdi... Fakat durmadılar… Kızlı erkekli okumanın son bulması gerektiğini TBMM Başkan Vekili yüksek sesle dillendirdi. Hem de kendisini 2014 yılı 14. Ulusal Çocuk Forumu nedeniyle ziyarete gelen Bakan Fatma Şahin ve 81 ilden Kızlı-erkekli öğrenci grubu önünde… Bu günlerde de, MEB bu anlayışa uygun okulları çoğaltma arayışına başladı. İşin garibi bakanın uzmanlık alanı da İLETİŞİM…)

Bu paranteze de bazı sorular/ünlemler eklemesek eksik kalır sanırım:
Peki, ne olmuş da kızlı erkekli eğitime karşı çıkıyorlar?

Sen aşk mektubu yazdın ben de okulunu kapattım anlayışı çağdaş devlete ait olabilir mi?  

Peki, sadece kız veya sadece erkeklerin olduğu kurumlarda yaşanan olumsuzlukları biliyor musunuz? 

Bazı yanlış işler her kurumda olur, devletin görevi bunları önlemek değil midir?

Bizler de bu karma eğitimli okullarda okuduk ne oldu?

Ne yaptık: O çağımızda belki bazımız, sevdalandı okul arkadaşına, kimimiz, mektuplar yazdı kimilerine, bazıları, okul bitiminde evlendi okul arkadaşıyla, mutlu yuva kurup çocukları oldu…

Bunların hangisi suç?!

Çok merak ediyorum!...

Hangi dinde sevmek, aşık olmak yasak ki?

Aşksız, sevgisiz bir din olur mu ki!?

Asıl konumuza devam…

1954 yılında “Pulur İlk Öğretmen Okulu”, 1958 yılında da “Yavuz Selim İlk Öğretmen Okulu” adını almış ve 1962-1963 yılında tekrar karma eğitim-öğretime geçilmiştir.

En son açılan Köy Enstitüsü olması, okulumuza, çok önemli eğitsel ve tarihi bir değer katmaktadır. Çünkü, okul yerleşkesinin içindeki binaların her biri, diğer köy enstitülerinden gelen öğrenci-öğretmenlerin el emeği göz nuru ile yapılıp bizlere hediye/miras bırakılmış...

Yazıklar olsun!... 1700 dönümlük muazzam düzlük dururken, tarihine, emeğine saygı duymayan bir anlayışla bize miras bırakılan binalar yok edilerek yerine dev binalar yapılmış…  Ve adını bu kez Yavuz Selim Anadolu Öğretmen Lisesi yapmışlar. Daha doğrusu, çevresiyle, öğrenciyle ilişkisi olmayan mekanik bir lise yapmışlar…

Erzurum, Trabzon, Gümüşhane ve Bingöl illerinde ilkokulu bitirip sınav kazanarak gelen,12-18 yaş grubu öğrencilerin parasız-yatılı olarak okuduğu bir kurumdu okulumuz. Çok acıdır, politik çıkarlar nedeniyle yapılan karalama ve çamur atmalar etkili olmuş olacak ki, Ilıca ve yakın çevresinden çok az öğrenci okulumuza başvurup okumaya gelmiştir.

Bu kurumdaki yaşamın hangi basamağına dokunsanız ciltler dolusu anı yakalar, kitaplar yazar, diziler çekebilirsiniz. Ama özetle; 12 yaştan başlayıp 18-19 yaşlara doğru giderek şekil değiştiren hem genci hem de öğretmenlerini yoran pek çok maddi ve manevi sorunla başa çıkmak kolay bir iş değildir.

Bir an gözünüzü kapayıp 12-18 yaşlarında yüzlerce öğrencinin yaşadığı; yemek, banyo, temizlik, yatmak, ders çalışmak, gezmek, eğlenmek, sınavlar, atölye-tarla-bahçede çalışmak, korkular, üzüntüler, sevinçler, aşklar ve daha pek çok şeyi düşünün bakalım…

Bu yaşta tek bir ergen çocuğu olup onunla pek çok sorun yaşayan ana-babalar çok iyi bilir/anlar, günün 24 saatini yüzlerce ergenle yaşamak zorunda olan öğretmenlerimizin halini...

İşte tüm bu sorunlarla ilgilenmek zorunda kalan öğretmenlerin, çalışanların, öğretmen olmak tutkusu ile yatıp kalkan öğrencilerin yaşamları yılın 10 ayında sürüp gider.

Bu nedenlerden dolayı, öğretmenler, bizim anamız, babamız, arkadaşımız ve sonra da öğretmenlerimizdi.

Ha, bir de bizden bir sınıf önde olan “abiler” “ablalar” vardı ki, onlar da bizi kollar, korur, uyarırdı.

Yıllar sonra gelenekselleşen toplantımıza, bu yıl 64 yaşımda katılacağım. Sadece benden büyük abla-abiler, benden küçük kardeşlerim olmayacak burada. Hepimizin öğretmeni olmuş, öğretmenlerimiz de olacak aramızda. Kuşadası’ndaki dipdiri, güler yüzlü, sevecen, hoşgörülü duruşlarıyla…

Bu buluşmalarda çocukluk bayram günlerinde olduğu gibi, hızlanıyor kalp atışlarım… Bir öğretmenimizle karşılaştığımızda, önce bizi hatırlamaya çalışıyor, hatırladıkça da;  anıları dillendiriyor bize dair ve kendinde saklı bizim bilmediklerimizi…

Bizden önce, bizimle birlikte ve bizden sonra da öğretmenlerimiz politik karalamalar ve ilkel anlayışlardan kaynaklı uyduruk nedenlerle kıyıma uğramıştı. Kimi sinemada sol tarafta oturduğu için, kimi şiir-roman okuduğu veya önerdiği için, kimi bize arkadaş-dost olduğu için sürgün edilmişti.

Biz de çocuk vicdanımızda,  mahkum etmiştik öğretmenlerimize kıyan o zalimleri.
Şimdilerde düşünüyorum; acaba, sürgün edilmeyip okulda kalan öğretmenlerimiz, sürgün edilme psikolojinin yılgınlığı/korkusu ile mi bize; okulumuzun tarihçesini, felsefesini, o güzelim binalarımızın öykülerini hiç anlatmamışlardı diye...

Peki, hiç sorun yaşadığımız öğretmenimiz yok muydu?

Vardı elbette, biz de onları cezalandırmak için toplu kopya çeker, aşk mektubuna Lale Pastanesi’nde buluşalım diye yazıp onu saatlerce ağaç ederdik… Ama yine de severdik ve sayardık… Hele hele, rahmetle andığımız Tarım öğretmenimizi Rıza Keskin’i kızdırıp bize küfür etmesini sağlamak için, döner sermayeli tarlada, “millet malı” havuçlardan ne de çok çalardık…

Önceki toplantılarda sınıf arkadaşlarımızla birlikte çocuk olduk, sevgi ile baktık 60 yaşlarındaki küçücük(!) kardeşlerimize, önümüzü ilikleyip selam durduk öğretmenlerimize…

Duyuru:

Bu yılki gelenekselleşmiş buluşmamızı, 30 Mayıs-1 Haziran günlerinde her zamanki gibi, öğretmenlerimiz, arkadaşlarımız ve torunlarımızla birlikte… Kızlı-erkekli olarak bu kez Bursa Uludağ’da yapacağız…

İşte bu duygularla ve “dostluğun sevgisiyle biz…” toplandık birkaç defa, ömür olursa toplanacağız pek çok defa… 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

Bu yazı Milliyet Blog’da:
http://blog.milliyet.com.tr/pulur-koy-enstitusu-pulur-ilk-ogretmen-okulu-yavuz-selim-ilkogretmen-okulu-/Blog/?BlogNo=459499