23 Haziran 2017 Cuma

Kılıçdaroğlu’nun İnce Uzun Yolu…



Sn. Kemal Kılıçdaroğlu, 15 Haziran günü Ankara’dan başlattığı “Adalet Yürüyüşü”nün gerekçelerini:
·         “Adaletin olmadığı bir ülkede yaşamak istemiyoruz.
·         Her özgür ülke gibi, her uygar ülke gibi kendi ülkemizde barış içinde yaşamak istiyoruz.
·         Bıçak kemiğe dayandı artık 'yeter' diyoruz.
·         Bu ülkeye adalet ya gelecek, ya gelecek.
·         Eğer bir bedel ödemek gerekiyorsa, o bedeli önce biz ödeyeceğiz.
·         Bu ülkenin geleceği için, çocuklarımızın geleceği için hep birlikte mücadele etmek zorundayız.
·         Bu yürüyüşümüzün bir siyasal partiyle ilgisi yok.
·         Bu yürüyüş, kutlu bir yürüyüştür.
·         Bu yürüyüş adalet yürüyüşüdür.
·         Adaleti isteyen herkes bu yürüyüşe destek vermek zorundadır.
·         Hapishaneleri tıka basa dolu olan bir ülkede adalet olmaz…"
Diye sıralamıştı.

Adaletsizliğe dikkat çekip, çözüm arayan bu barışçı sivil protestoyu, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan da; ”Yapılan iş hukuki değildir. Bunu yasal yollardan böyle bir adımı atmak suretiyle yapışınız hükümetimizin bir inceliğidir, daha da ileri gidiyorum bir lütfudur” şeklinde değerlendirmişti.

Oysa ana muhalefet partisinin genel başkanı, yukarıdaki nedenleri sıralayıp, “Bıçak kemiğe dayandı artık yeter” deyip yola çıkarken, bir vatandaş olarak demokratik haklarını kullanıyor ve muhatabı olan hükümetten çözüm istemekte idi.

Bunun cevabı da, “lütufta bulunmak” değildir, olmamalı.

Çünkü lütufta bulunmak; muhtaç olanlara yardım etmek, iyilikte bulunmak veya anlayış göstermek anlamına gelir.

Adalet arayanlar; ne yardım, ne iyilik ne de anlayış istiyor. Onlar sadece, gasp edilen insan haklarını yani; demokrasi, eşitlik, hak, hukuk ve adalet istiyorlar... Hükümetin görevi de, onların güvenliğini sağlayıp, gasp edilen haklar için gereğini yapmaktır.

O Kılıçdaroğlu ki;

Dolmabahçe’de masa devrilince, alkış tutmuş, sonraki gelişmelere sessiz kalmıştı. YSK kararıyla oluşturulan 16 Nisan’ın sonuçlarına karşı çıkar gibi olsa da, o mağdur çoğunluğun sesi, önderi olup, onların haklarını arayamamıştı. 7 Haziran sonuçlarının da istikşafı görüşmelerle zamanaşımına uğramasına neden olmuştu… TBMM’de amacı-hedefi belli olan “dokunulmazlıkların kaldırılması” gündeme geldiğinde ise; kendi vekillerininin ve parti tabanını bile sesini dinlemeden/duymadan, ‘aman sonra bizim için ne derler’ korkusuna kapılmış: “Anayasaya aykırı ama biz evet diyeceğiz” demişti. Ayrıca anayasaya aykırı bu yasa için Anayasa Mahkemesi başvurusuna imza atacak vekillerini de tehdit ederek engellemişti. Böylece HDP’nin eş genel başkanları ve pek çok milletvekilinin, cezaevine girmesine katkı yapan büyük bir paydaş olmuştu... Eğitimin vakıflara teslim edilip imam hatip sistemi kurulmasına ve beyin göçüne hâlâ sessiz olan, yani iktidar için Allah’ın bir lütfu olan birisi iken…

Eyyy iktidarın güçlüleri, tüm bunları ne çabuk unuttunuz?

Ne yaptınız da, size bunca katkı veren Sn. Kılıçdaroğlu’nu bile “Bıçak kemiğe dayandı artık yeter” diyecek noktaya getirdiniz?

***
Mademki "artık yeter” deyip yollara düştü… Artık  O'nun geçmişteki; “Anayasaya aykırı ama biz evet diyeceğiz” inadı/korkusu ile yüzleşmesi ve özeleştiri yapması istenmemeli/beklenmemeli. O’nun Ankara’dan yola çıkarken “Adalet” için sıraladığı gerekçelerin içinde; özeleştirisi ve tüm pişmanlıklarının olduğu varsayılmalı…

Ve O’nun bu noktaya gelmiş olması; anlamlı/önemli/değerli görülüp, alkışlanmalı…

***
Şimdilerde sıkça hatırlatıyorlar bir zamanlar Demirel’in; “Yollar yürümekle aşınmaz” deyişini. Aslında O bir mühendisti ve yürünen yolların aşınacağını çok iyi biliyordu. Bu sözü de belki, düşünmeden, çıplak gözle bakanlar için söyleyivermişti işte!..

Doğrudur, yürünen yollardaki yıpranmaları çıplak gözle göremeyiz…

Ama unutulmasın ki, YSK kararıyla kuvvetler birliğine yol açılsa, kâğıt üstünde her şey kanuni görünse bile… İktidarlar; ıslıklarla, hatta bebeklere söylenen ninnilerle bile aşınır.

Yıllardır vicdanlara akıtılan zehirler; zehirledi, uyku uyutmaz oldu insanlara… İnsanlar, vicdanlarıyla barışık değil, onunla yüzleşmekten korkar oldular. Kolay değil bu…

Bu zehirler, kendilerine akacak bir yol/kanal bulmak zorunda. Bu yol; insan haklarının olduğu, adaletin sağlandığı demokrasilerdedir. Bu yolda yoldaş olmak için de “insan” olmak yeterlidir.


***
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça OHAL ortamında KHK ile ihraç edilen on binlerce kişiden sadece iki eğitimci... Onlar, işlerine dönmek için sessizce direniyor, adalet istiyorlardı. Açlık grevine dönüşen bu direnişin 75. günü (23 Mayıs 2017) tutuklandılar. Ve bugün açlık grevlerinin 107. günü, yani ölüme çokça yakınlar…

Ayşe Kulin’in: “Yalvarırım hayatta kalın ve öyle mücadele edin… Ölüm gençlere yakışmaz çocuklar" çığlığına ortak oluyor… Ve Ayşe Kulin'in; “Merhamet kibirden, bağışlamak cezalandırmaktan, sevgi nefretten üstündür” özdeyişinin de herkesin ortak hayat felsefesi olmasını diliyorum.  



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

16 Haziran 2017 Cuma

Yavuzselimliler Mersin Erdemli’de…



İskenderun’dan başlayan otobüs yolculuğumuz Adana otogarında sadece yolcu indirip, yolcu almak için kısa bir beklemeden sonra sorunsuz olarak Mersin otogarında son buldu.

Erdemli’nin Ayaş Beldesi’ndeki buluşma yerimize gitmek için Silifke midibüsüne binmemiz gerekiyordu, öyle de yaptık. Şoförümüz, bir-iki yolcu alabilmek için tıpkı korku filmlerindeki gibi telaşlı ve akrobatik hareketlerle duraklara dalıp, çıkıyor, her an bir kazaya sebep olacak şekilde başka hatlardaki minibüslerle yarışıyordu. Diğer yolcuların homurdanmaları onların da benim gibi gerginlik yaşadıklarını, “yüreklerinin ağızlarına geldiğini” gösteriyordu. Şoför, bazı büyük duraklarda torpido gözüne sakladığı küçük bir kâğıt parçasını çıkarıp, oradaki “değnekçiye” imzalatıyor ve hemen miktarını bilemediğim metal paraları “haraç” olarak vererek yola devam ediyordu...

Erdemli'ye kadar devam eden bu korkulu yarış, bende büyük bir gerginlik yaratmış olacak ki; 1968-1971’li yıllarda görüp hayran kaldığım bu coğrafyada  görüp, yaşadıklarımı anımsayıp, günümüzle kıyaslama fırsatı bile vermemişti bana. 

İşte böyle bir psikoloji içinde iken, adeta ohhh!.. diyerek varmıştık buluşacağımız otelin kapısına…  

O koşuşturmalı ve korkulu yolculukta fırsat bulamamıştım, bari şimdi geçmişi anımsayıp günümüze gelmek; kıyaslamak, düşünmek, düşündürmek istiyorum kısaca. Siz de bana: “Sen okul buluşmasına gelmişsin, şimdi ne işin var geçmişte…” demeyin lütfen…   

O yıllarda; Mersin’den Erdemli’ye doğru yol alırken; solumuzda kocaman bir deniz, büyük büyük narenciye bahçeleri, sağımızda ise bahçelerin kenarlarına dizili küçük küçük şirin köy evleri, mahalleleri vardı.

Mevsimine, gününe göre, deniz dalgalarının; bazen huzur veren şıpırtılarını ve bazen çığlığa dönüşen iniltili sesini duyardınız. Rüzgâr, deniz dalgalarında yıkanır, nemi ve yosun kokusunu alarak, bahçelerdeki yeşillikleri, dalları, yaprakları, çiçekleri bazen okşar, bazen de sarsarak oralardan size; limon-portakal-mandalina-turunç-muzlardan aldığı karışımın hoş kokularını sunardı.

Peki, şimdi?!... Mersin’den Erdemli’ye kadar, Erdemli Çamlığı, Orman Kampı ve ODTÜ Kampüsü dışında hiç yeşil kalmış mı? Kale ya da hapishane duvarı gibi dizilmiş yüksek yüksek apartmanların, uzaklara attığı, görünmez kıldığı denizi görebiliyor musunuz?  Peki, "limonun başkenti” denen yerdeki limon bahçeleri nerede? Evet, ancak üç nokta ile noktalanır bu tür cevabı zor sorular.

***
Gelenekselleşmiş okul buluşmamızın bu yılki düzenleyicisi Mürüvvet Demirtaş daha doğrusu Nermin-Mürüvvet-Mehlika üçlüsü… Üçkardeş el ele verip, çok çalışmış, çokça yorulmuşlar… Tek amaçları ise, buluşmaya gelen bizleri rahat ettirmek…

Mürüvvet Demirtaş arkadaşımız; Erdemli'de bulunan bir özel okulun müdürü, ayrımsız olarak herkese güler yüzle hitap ettiği ve de güzel konuştuğu için hemen hemen her okul buluşmamızın değişmez sunucusudur kendileri. Otele giriş yapan hemen herkes gibi bizi de ışıldayan gözler ve güler yüzle karşıladı. Kuşkusuz onun da kendine özgü bir dünya görüşü var.  Ama O, 'herkesin görüşü ve inanışı kendi özelidir' diyenlerden… O, bir “Yavuzselimlili” olarak, “İNSAN” olmayı esas alan birisi…

Şimdi gel de günlük politikaya dokunma bakalım: Bugünlerde birbirine tahammülü olmayan kutuplara bölünmüş Türkiye'mizde, böylesi kişilere ne de çok ihtiyacımız var?...
  
***
Öğretmen, abi, abla, kardeş, arkadaş, eş ve torunlarımızın (4 nesil) bir arada olduğu bu buluşmada:

Birinci gün: Bu günümüz öğretmen ve arkadaşlarımızı arayıp bulma, özlem giderip, kucaklaşmalarla geçti. Bazen, karşınıza “Tanıdın mı?” diye çıkarılan birine bakar, “Tabi ama...” der, kekelersiniz, bazen de, çaktırmadan göğüslere asılı tanıtım kartlarına bakıp anımsamaya çalışır, belleğinizi zorlar ve başaramayınca da üzülürsünüz. Kolay değil, görüşmeyeli belki  50, belki daha fazla yıl olmuş, onu unutup silmişsiniz... Ama şimdi bir de o çocuk yıllar içinde anımsarsanız onu, 70’ine yaklaşmış bir çocuk olursunuz...  
İkinci gün: Organizatör Mürüvvet arkadaşımız, bizi planlanan yerlere taşıyacak olan taşıtların geç gelmesi yüzünden sıkıntılı anlar yaşadı. Fakat gecikmeli de olsa geldiler, bizi önce otelimize 3 km uzaklıkta ve Ayaş Beldesi’nin yaslandığı tepedeki “Kanlı divane” antik kentine götürdüler.

“Kanlı divane”; M.Ö:2. ile M.S:7. yüzyıllar arasında yaşamın devam ettiği bir yer olarak bilinir. Merkezindeki obruk (çöküntü) alanı ise; suçluların aslanlara yem olduğu yer... Alanın duvarında bir kaya mezarı ile çeşitli figürler bulunmaktadır. Obruğu çevresinde de; bina enkazları, yüzyıllara direnerek ayakta kalmış muhteşem oymalarla süslenmiş kapı girişleri, taş duvarları,  Zeytin İşleme Atölyesi, Kilise, anıtmezar ve lahitleri görürsünüz. 

Şöyle bir bakınır, düşünür sonra da; bu toprak, bu deniz, bu tarla, bu bahçe ve bu anıtları gereği gibi koruyamamanın mahcubiyeti içinde yanaklarınız alevlenir, üzülürsünüz… Buraları binlerce yıl öncesinden miras bırakanları hayal ederek; inancına, töresine, kimler olduğuna bakmadan saygı duyarsınız. 

Bu güzel ören yeri ziyareti sonrasında; meşhur Erdemli Çamlığı’ndaki piknik alanında dostlarla sohbet edip, peynirli dürümleri iştahla yedik, aşırı klorlu su ile yapılmış ayranları içemedik... Akşam yemeği sonrasında da söyleşi ve Silifke ekibi gösterileri… 
Üçüncü gün: Dünkü ören yerinden sonra bu gün de tarihe yolculuk var. Bu kez Tarsus’a… Eşim Dilek Toprak’la birlikte park yerinde bulunan (rast gele) bir midibüsün ön sırasına oturduk, içeride hiç kimse yoktu, sonra da kafilenin en neşeli taşıtı haline geldi bizimkisi.  Sınıf arkadaşım Vahdettin Kurt’un assolist olduğu Oltulular grubunun alkışçısı, sessizce, içten içe  söyleyeni olmuştuk. Gidiş ve dönüş yolunda sanki çocuk olduk, durmaksızın şarkı-türkü söyleyip,  neşeli, güzel bir yolculuk geçirdik.

Çukurova’nın tarihi başkenti Tarsus

Tarsus’ta St. Pier Kilisesi kalıntıları üzerine yapılmış olan Ulu Camii’nin avlusunda; Hazreti Adem'in oğlu Hz. Şit peygamber ile Lokman Hekim'in temsili mezarları ve Halife Memnu'nun mezarı bulunmaktadır. Yakınında da; Tarsus'a gelmesiyle, bölgedeki kıtlığın son bulduğu, bolluk ve bereketli yılların başladığı söylenen Hz. Danyal’ın (MÖ 4-5. yy.) mezarı kabul edilip halen kazı çalışmaları devam eden bir alan... ( Bu bilgileri bize, bir tur rehberi gibi anlatan cami imamı verdi). Tarsus Şelalesi’ni gezip Belediye aş evinde “kavurma-pilav” yedik… Sonra da Hıristiyan ile Müslümanlarca kutsal kabul edilen Eshabı Kehf (Yedi Uyurlar) Mağarası’na doğru yola çıktık, kapısına tam varmıştık ki, aniden ve şiddetli bir sağanak yağmura yakalandık, ıslandık, üşüdük ve Yedi Uyurlar Mağarası’na hızlıca girip çıktık. Zamanımız sınırlı olduğu için Çukurova’nın tarihi başkenti Tarsus’un pek çok yerini gezemeden noktaladık gezimizi.

Otelimiz; bol ve temiz olan yiyecek listesine (final gecemiz için) bir duble de içki eklemişti, isteyen içti isteyen paylaştı... Öğretmen ve bazı arkadaşlarımız ortak yaşanmışlıklarımızı dillendirerek duygulu anlar yaşatırken, horon, bar ve solo türkülerle de coşkulu anlar yaşadık.

Nermin-Mürüvvet-Mehlika üçlüsü, son gecemizde sürpriz yaparak bir ilke imza attılar: “Palandöken Aydınlığı Yavuz Selim Öğretmen Okulu” isimli bir 50. yıl dergisi çıkarmışlar, böylece bazı anılarımızı yazılı hale getirerek kalıcı kılmışlar. Ve bu dergiyi tüm katılanlara ücretsiz dağıtma inceliğini gösterdiler…

Yarın grubumuzun ayrılık günü... O gece, seneye Trabzon’da buluşalım kararı alındı, fotoğraflar çekildi ve güzel dileklerin sıralandığı vedalaşmalar yapıldı. Yani, yarını beklemeden ayrılığı geceden başlatıverdik…



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız