etik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
etik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Şubat 2017 Cuma

78’liler Buluşması

Buluşma yerimiz; İstanbul’da yaşamış olan hemen herkeste acı-tatlı bir iz bırakan ‘Taksim Meydanı’na cepheli otelin 9. katındaki bir salon.  Salonun meydana bakan tarafı da boydan boya bir balkon. O balkona daha çok sigara içenler çıkıyordu, ben ise, hem hava almak, hem de geçmişi hatırlamak için çıktım. Saat 20.30, balkon ışıksız, loş, yanımda da yıllardır okuru olduğum Sn. Aydın Engin var. Bu loşlukta hem onunla, hem de içimdeki ben ile konuşuyor ve 30 yıl öncesine uzanan bir filmi izlercesine etrafa bakıyorum.

Bu balkondan bakan herkes mutlaka Kanlı 1 Mayıs’ı, Ecevit Mitingi’ni, DİSK’le bütünleşen tüm emekçileri, çocukları faili meçhul(!) cinayetlerle yok edilen Cumartesi Annelerini ve Gezi Direnişi’ni anımsar. Orada yapılan engellemelerde, kurulan barikatlarda, tomalar, coplar, gazlar, silahlarla, kimi ölen, kimi yaşam boyu sakat kalan; emekçi, genç, çocuklar ve onlar için acı çeken sevenlerini düşünür, o acıları hisseder.

İçinizi titreten bu duygular içinde ve hüzünlü gözlerle balkondan kuşbakışı baktığınızda; hemen aşağıda Taksim Anıtını… Sol tarafta İstiklâl Caddesini ve Kanlı 1 Mayıs’ın faşist faillerinin sığınağı olan Sular idaresinin çatısını, onun hemen arkasında da yıllardır inatla tartışılan Taksim Camii inşaat hazırlığını… Tam karşınızdaki Taksim Meydanı ve Gezi Parkını… Sağ tarafta cezalandırılan Atatürk Kültür merkezini görürsünüz. (Fakat hemen sağ tarafınızda olup, bazılarımızın ölümden tesadüfen kurtulduğu, pek çok cana mezar olmuş, “Kazancı Yokuşu’nu göremezsiniz.)

İşte böylesi bir yerde toplamış bizi “78’liler Girişimi” (seçimde bu yaşanmışlıklar etkili olmuş mu bilemiyorum). Toplantıyı düzenleyenler içinde ikisi de birer can olan, Yunus Bircan ve Celalettin Can arkadaşlarım var.

Onları bir arda yakalayınca; “Ben, 68’de 18 yaşında TÖS üyesi bir öğretmendim. 78’de de epeyce acıyı ve öğrenciliği geride bırakarak, yeniden öğretmen oldum. Bilin bakalım ben 68’li mi, 78’li miyim?” diye bir soru sordum, gülüştük...

Duvarlarda; Deniz, Mahir, İbrahim ve günümüz mağdurlarının görselleri… Kürsüde; saygı duruşu, sunuş konuşması, onurluluk ödülleri sunuşları ile yurdumuz ve dünyadan canlı müzik dinletileri… Masalarda; dostların sohbetleri…

Toplantıya gelen herkesin gözaltı ve boyunlarında halkalar olsa da, gözlerinin içinde bir ışıltı, dudaklarında aydınlık, vakur gülücükler vardı: Çünkü bizler; 68’lerde halk için doğan, 78’lerde “dar grupçuluk” anlayışlarını aşmaya çalışıp gelişen ve 2013 GEZİ’de kucaklaşan… İnadına umutlu, inadına özgürlükçü ve inadına barışçı geleneğin taşıyıcısıydık…

***
Korku iklimi

Geçmişte yaşananlar insanda derin izler bıraksa da, bazen “geçmiş işte” der geçersiniz. Peki, bugün yaşananlara ne diyeceksiniz?

İçeride ve dışarıda çıkartılan savaşlar eşliğinde gelişip, ülkemizi saran bir baskı-sindirme-korku iklimi içinde yaşıyoruz. Psikoloji ve Sosyal Psikoloji bilimi: otorite ve çıkarlarını yitirme endişesi duyanların, korktukları için, bilerek, tasarlayarak korku iklimini yarattıklarını söyler.

Aslında korku herkeste var olan insani bir duygudur, kaldı ki böylesi bir iklimde sadece cahiller korkmaz. Önemli olan korkuyu etkisiz kılacak önlemler almak, onunla başa çıkmaktır. Cesaret de, bu olsa gerek. Yani zorda ve darda olan insanların; baskı-sindirme-korku iklimini etkisiz kılacak önlemleri arayıp bulmaları asıl cesarettir.

7 Haziran sonrasında tarihi ve kültürel değerleri ile birlikte yakılan-yıkılan Kürt kentleri, öldürülen pek çok çocuk, kadın, yaşlı… Sağ ve yaralı kurtulanlar ise; evsiz-barksız-sahipsiz kaldıkları için kendi ülkelerinde göçmen oldular. Nedense yetkili ve etkili hiç kimse bu insanların; nerede, nasıl, ne yapar olduklarını, barınakları-yiyecekleri ve okullarını sormaz, hatırlamaz, ilgilenmez. Fakat  onların başına yıkılan enkaz yerlerine Suriyeli göçmenlerin yerleştirilmeleri...

Dünyada birinci olduk, haklarını savunsun/arasın diye seçilip meclise gönderilen vekilleri ve toplumsal sorunları dillendiren, haber veren, yazıp, çizenleri 4 aydan beri tutuklu kılmakla. Hem de, daha suçları belli değilken ( iddianame yok), sanki öç alırcasına,  nedamet getirip boyun eğsinler diye...

“Savaş değil barış istiyoruz” diyen binlerce akademisyenin; okulundan, kürsüsünden ve öğrencilerinden uzaklaştırarak işsiz bırakılışları…  

Meclis TV’yi karartarak, haber alma-verme hakkını yok ederek, yapay algı, demagoji ve telaş ile mecliste yaşatılanları…

Vekillerin; kendilerini etkisiz-yetkisiz ve yok sayan bir düzen için, etik kuralları çiğneyerek, gizli oylarını açıklama cesareti(!) / Uzlaşı olmadan, çoğulculuğu/demokrasiyi yok edip, oy fazlası ve canhıraş çabalarla ile tek adamlık düzeni kurmanın gelecek tarihimiz için kara leke oluşunu…

Milliyetçi popülizmin şaha kalktığı bir OHAL ortamında ve iktidar gücü desteğindeki bu tuhaf anayasal tuzağın referanduma sunulma hazırlıkları ve uygulamaları için başlatılan ötekileştirmelerin yaşandığı günlerde…

İşte tam da bu günlerde yapıldı 78’liler toplantısı.

Eski TİP Milletvekili Sn. Mehmet Ali Aslan’ın gecede anlattığı bir fıkra ile sonlandıralım: 

“Kendisini taşlayanlar arasında; bir gözü kör, bir kulağı sağır, bir bacağı ve kolu olmayanı birisini gören Şeytan, hemen onun yanına giderek; Gözüne ne oldu?/ Kulağına ne oldu?/ Bacağın ve koluna ne oldu? Sorularını sorar. Ve tüm sorularına da: –Allah’tan… cevabını alınca şaşırır ve hayretle:

Peki, ben sana ne yaptım ki, sen beni neden taşlıyorsun?!” der. 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

4 Kasım 2016 Cuma

Demokrasi-Özgür Düşünce-Bilim

Bir an için içte ve dışta yaşamakta olduğumuz savaşı, savaşın nedenlerini, neden olanlarını ve sonuçlarını unutalım. Sadece dört gün önce aynı gün içinde yaşadığımız üç olaya bakalım:
Bir, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş başkanları”nın tutuklanması.
İki, Cumhuriyet Gazetesi yöneticileri ve yazar-çizerlerinin gözaltına alınması.
Üç, Barış istiyoruz diye imza atan akademisyenlerin görevlerine son verilmesi.
Bu üç olay sonunda sadece mağdurlar değil, toplumun değerler sistemi büyük yara aldı. Kısaca:

  • Seçilmiş Eş başkanlara yapılanlarla, demokrasiye,
  • Gazete yöneticisi ve gazetecilere yapılanlarla, özgür düşünceye,
  • Akademisyenlere yapılanlarla da, bilime
Bu yapılanların nedenleri çokça konuşuldu, daha da konuşulacak...
Şimdilik sadece üç mağdurun “niçin/neden…” sorularına vermiş oldukları üç kısa yanıtla yetinelim:

  • “Eş başkanlar” için; “mesele sindirmek ve gözdağı vermektir" dendi.
  • “Cumhuriyet”  çalışanları için; "Cumhuriyet'te çalışıyorum yetmez mi?" dendi.
  • "Akademisyenler" için de: “Nürnberg Mahkemesi filmini izleyin” dendi.

Ama eğer siz isterseniz, bu cevaplardan sadece birini, hani o akademisyenin dünya diliyle söylemiş olduğu, “Nürnberg Mahkemesi filmini izleyin” cümlesini, her üç durum için de söylenmiş kabul edebilirsiniz.
Şimdi biraz da sesli düşünelim:
Eğer o, tutuklanıp makamları acele ile kayyuma devredilen seçilmiş Eş başkanlar; biat edip, onların taraflısı olsalardı, kollanıp, korunmayacaklar mıydı?
-Hem de, “Bunlar halk iradesinin temsilcisi” diyerek…
Eğer o, gazete yöneticisi ve yazar-çizerler biat edip, onların taraflısı olsalardı, havuzda yüzüp, avlanmaları bedava olmayacak mıydı?
-Hem de, “Basın hürdür sansür edilemez” diyerek…
Eğer o, görevlerine son verilen bini aşkın akademisyen (ki daha önce bu akademisyenlere  meydanlarda, ekranlarda hakaretler yağdırmışlardı), onlara biat edip, övgülerde bulunsa, cehaleti kutsayan konuşmalar yapsalardı, onları kucaklayıp,   bağırlarına basarak ve rektör-dekan olmanın yollarını bile açmazlar mıydı?  
 -Hem de, “Bunlar çok değerli ilim adamları...”  diyerek…
***
İçselleştirme-içselleştirememe-toplumsal zehirlenme
Eğitimde sıkça kullanılan bir terimdir içselleştirme; bilginin kabul edilip kavranması ve uygulanabilir/yapılabilir olarak uzun süreli kalıcı olması durumudur. İçselleştirmenin karşıtı olan ezberleme ise; içselleştirilmeyen, kalıcı olmayan ve birey için bir yük kabul edilen bilgiler karmaşasıdır.
Organizmanın kabullenmeyip, kendine yük saydığı durumlar için bir genelleme yapacak olursak; eğitimde, içselleştirememe, tıpta, doz aşımı, iktidarda güç aşımı sonuçları doğar. Böylece içselleştirilmeyen bilgi, kabul görmeyen doz ve güç aşımları toplumsal zehirlenmelere yol açmaktadır.
Ülkemizde bu gün yaşananların özeti de bu…
Haksızca elde edilen taşıma sularla yapay havuzlar, bu havuzlardan alınan can suları ile de yapay bir medya oluşturuldu. Bu medya mesleki etik kurallara uymadığı gibi,tüm ahlaki ve insani değerleri de yadsıyarak iktidara kılavuzluk yapmaktadır. Nifak odağı olan bu medya; kalemleri ve haberleri ile her gün yeni algılar oluşturmakla görevli. Bunun için her gün yeni senaryolar, karartmalar, kurmacalar, karalamalar hazırlamakta, öteki gördüğü insan ve kurumları hedef göstermektedir.
Hani yıllardır toplumu iki zıt kampa bölmüşlerdi ya yüzde bilmem kaç diye diye. Önceleri sanıyordu ki, bu karşı taraftaki ötekiler, baskılardan yılıp, zamanla pes edecek ve kendilerine biat edecekler. Ama olmadı, şimdi o taraftan kendilerine hiç destek gelmeyeceğini anladılar. Bundandır ki, baskıları daha da arttırıp, zıtlıkları düşmanlık düzeyine çıkarmak istiyorlar. Asıl amaçları da (hiç değilse), şu an kendi taraflısı görünenleri ellerinde tutmak…
İşte şimdiki tüm telaş ve korkuları bundan…
Biz olanların talanlarını, yalanlarını, hırsızlıklarını nasıl içselleştiremedikse, onlar da bizim demokrasi, barış, özgürlük, hak, hukuk, adalet isteklerimizi içselleştiremediler, olay kısaca bu…

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız