4 Şubat 2022 Cuma

'Sokağa Dökülmek'


Dünya dönüyor ve karlı, yağmurlu, soğuk havalar, aylar, mevsimler zaman tüneli içinde akıp gidiyorken... Ülkemizin ekonomisi, üç haneli enflasyonun pençesine düşmüş, hazinesi, bilmem eksi kaçla dip yapmış, merhaba diyecek komşusu olmayan bir dünyada yapayalnız kalmışız. 


Diplomalı, diplomasız milyonlar iş arıyor, bir işi olanlar bile yoksullaşmış, onların canı da gıda, elektrik, doğalgaz faturaları ile yanıyor. Üniversite gençleri aç, açıkta kalmış, barınak bulamıyor... 

İşte tam da bugünlerde kargo çalışanı kuryeler, metal işçileri, otomotiv çalışanları, çorap üreteni gibi çokça emekçi ülkenin her yerinde direnişe geçtiler.

Hem de emekçilerin hakları için kurulan ve onların birleşik gücü olan sendikacılığın can çekiştiği, meydanların bariyerlerle çevrildiği günlerde bu direnişlerin başlaması, çok anlamlı ve çok saygıdeğerdir.  

Peki, bu emekçiler ne istiyor; onlar, düne göre daha darda kaldıkları için bu sıkıntılarına son verecek insanca bir hayat istiyorlar. Bunun için de patronlarına sağladıkları kazançtan biraz daha pay almak istiyorlar. Fakat varlık içinde yaşayan bu egemenler, huyları gereği olarak hiçbir zaman kazandıklarıyla yetinmez hep: "daha, daha da fazla..." isterler. 

İşte sınıf çatışması dedikleri şey tam da budur. 

Fakat bir de ne itibardan tasarruf eden ne de savaşçılığına son veren bir iktidarımız var.
 
Barışı unutan, savaşçı anlayışla donanan bu iktidar da hiç boş durmuyor! İnsan hakları ve hukukuna baş kaldırmış... Ülke kaynaklarını eşe dosta satıp savmış... Otoparkı lüks araçlarla dolu, ihtişamlı saraylar dikmiş... Borçları torunlarımızca dolar olarak ödenecek olan; tüneller, yollar, köprüler, havalimanları, hastaneler yapmış... Ayrıca her kalkış ve inişi: 30-35 bin dolar, her sorti ve bombalaması 90-95 bin doları bulan F-16 savaş uçakları ile de dağa taşa durmadan bombalar yağdırıyor...  

Kısaca; ülkemiz, halkımız ve 20 yıllık iktidarımızın kuşbakışı durumu işte böyle...   

***

Tam bir ay önce (4 Ocak 2022), Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, AKP Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısında bakın neler diyordu: 

"Utanmadan sıkılmadan sokaklara döküleceklermiş, meydanlara döküleceklermiş, ya siz 15 Temmuz'u görmediniz mi? Nereye dökülürseniz dökülün, 15 Temmuz'da sokağa dökülenlere bu millet nasıl dersini verdiyse, siz de dökülün siz de aynı dersi alırsınız. Cumhur İttifakı olarak hepinizi önümüze katarız ve gideceğiniz yere kadar kovalarız..." 

Peki, ne demek istiyor bu ayrımcı, öfke ve kin kusan sözleriyle?

Bu bir insanın, insan haklarını aramasını engellemek, etrafa korku salmak için söylenmiş bir kaos duyurusudur.

Oysa insanlar sokağa: 

Toplumsal, ekonomik, politik pek çok sorunları yüzünden, geleceği için yoğun korku ve endişe duyduklarında... 

Üreten emekçi; yoksullaşıp, kölece yaşama zorlandığında...

Hak, hukuk, adalet, demokrasi, özgürlük yok olduğunda... 

Farklı kutsalları, değerleri, inançları olan topluluk ve bireylere saygı duyulmadığında...

Egemenler, ülke zenginliklerini, bitmez tükenmez bir açgözlülükle sömürüp daha, daha çok istediklerinde...

İşte insanlar bu ve daha da uzayıp gidecek olan haklarına dair haklı istekleri için çıkarlar sokağa, inerler meydanlara.

Amaçları; yaşamı zorlaştıran olguların üretmiş olduğu yük ve acılara yeter dur demek, gasp edilen haklarını almak, ses verip ses almak, çoğalmak, farkındalık yaratmak, hemdertlerle buluşmak, bazen de coşku-sevinçleri paylaşmaktır.

İnsanlar, eğer eşit paylaşılırsa herkese yetecek olan bu dünyada, barış içinde insanca yaşamak için çıkarlar sokaklara...

Sokaklara çıkış nedenlerini listelediğinizde; farklı kimliklere, çocuklara, kadınlara, doğa ve hayvanlara dair çokça hikâye duyar, üzülürsünüz. 

Bu insanlara saygı duymak, onlara destek vermek bir insanlık görevi, bunlara duyarsız ve tavırsız kalmak ise en büyük insanlık ayıbıdır.

Unutmadan söylemeliyim, sokağa çıkanların bazıları da: 

Egemenlerin çıkarlarını korumak, asalak bir gruba çıkar sağlamak amacıyla  karanlıkta çıkarlar sokağa. Bunlar, birer halk düşmanıdır. Çünkü bunlar, halkın haklarını gasp eder, darbe yapar, haksız savaşlar çıkarır ve egemenlere alan açıp, çıkar sağlarlar. 

Bazı düşünme yoksunları da bu zulmün sürgit devam edeceğini sanarak, zulüm gören milyonların gücünü unutuyor ve zorbaları korumakla görevli olan militaristlerden medet umarlar. 

Bunlar, egemenlere daha çok alan açıp çıkar sağlamak için kutuplaştırıp, ötekileştirerek, renklere, dillere, söze, saza, şiire, yontuya karşı duran savaş sevici korku ikliminin bir aracı olurlar. Bu iklim; kendilerinden başkasına mutluluk, zenginlik, başarıyı çok gören, bana yetsin yeter diyen, onlar için ise hep acılar, hep karanlık, hep kış isteyenlere hizmet eder. 

Bu korku iklimine karşı çıkmak, bir insanlık görevi ve onurudur.


Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

28 Ocak 2022 Cuma

Coğrafya Kader Mi?

Geçtiğimiz yaz mevsiminde çokça deprem, sel, orman yangının olması, zaten pek çok toplumsal sorunu bulunan ülkemize zor günler yaşattı. 

Belki de bu yüzden: “Coğrafya Kaderdir!” sözü sıkça kullanılır oldu. Aslında bu söz, hem iklimsel (ya da bilimsel) hem de inançsal bir yargıdır. 

Yaşam başladığından beri, her coğrafya ve oradaki her varlığın kendine özgü demirbaşları olmuştur. Bu demirbaşlar, her özneye bazı eksi ve artılar sağlayan fiziksel, biyolojik farklılıklardır. Bu farklılıklar zamanla; değişim-dönüşüm-başkalaşıma uğrasa bile hep var olacaktır. 

Fakat ülkemiz ve benzeri ülkelerde, bu doğasal gerçekliğin bilimsel yönü bile isteye es geçilmiş, sadece insanı çaresiz-pasif kılan ve keder üreten kaderci bölümü öne çıkarılmıştır. 

Böylece bu sözün büyüsüne kapılan insanlar; insan ve emek karşılığı olan haklarını istemek yerine, sadece egemenlerce kendisi için uygun görülenlerle yetinmeyi, pasif ve suskun olmayı öğrenmiştir.

Fakat bilimsel bakışı ve onun araştıran deneysel yöntemi bu kaderci anlayışlara boyun eğmemiştir. Ne yapmalı, nasıl yapmalı diye hep çareler aramış, bulmuş ve uygulamıştır. 

Bu anlayışa varan emekçiler, haklarını bildikleri için verilenle yetinmemiş, haklarını isteyip almış, sömürü çarkı içinde olup-biten haksızlık ve yolsuzlukları açığa çıkarıp hesap sormuştur. Ve böylece haklarını alan emekçiler daha istekle çalışıp, daha çok üretmişler. 

İşte bizim gibi ülkelerde eksik olan, bu bilimsel ve insani anlayıştır!   

Eğer biz ve benzer ülkelerde de bilimsel anlayış egemen olsaydı insanlar; arar, bulur, durmadan istekle çalışır, kurak çöllere bile yaşamı taşırlardı. Böylece, birer doğa olayı olan: deprem, sel ve orman yangınlarındaki insan hataları sonucu  oluşan kayıplar tümüyle engellenmiş olmasa bile, zararlar en alt düzeye inerdi.


Fakat olan olmuş, keder üreten coğrafya, kendisine kaderci bir iktidar ve muhalefet yaratmış, onlar da çaresiz, yılgın, güvensiz halkı, oyalamaya çalışmış ve buna devam ediyorlar.   


***


Şimdi size, çokça tepki çekeceğimi bile bile: 


Yirmi yıllık iktidar ülkede, en çok ırkçı-milliyetçi-İslamcı-savaşçı-çıkarcı olanlara yaradı! 


MHP ve İYİ Partinin ırkçı anlayışı hem iktidara hem de muhalefete kelepçe olmuş, onları kuşatıp kıskaca almıştır!


Bunun için de AKP iktidarı yönetemiyor, sürekli olarak muhalefet içi bir denge arayışında olan CHP de gelişip yol alamıyor! 


Ve sonuç olarak şimdi ülkenin gündemi: 'Kim daha Türk, kim daha İslam' olmuş durumda!


Desem!... 


Ki, dedim bile...


Peki, bu dört cümle sizce yanlış mı?


Kuşkusuz, 'Yanlış!' diyen pek çok kişi de diyecektir ki: 


İYİ Parti başka, MHP başka parti değil mi? 


Gerçi, bir soru, başka bir soru ile cevaplanmaz derler ya, bence bu soru için, bir karşı soru çok gerekli: 

 

Peki, İYİ Parti ve MHP'nin hangi ilkeleri, hangi söylemleri farklı?


Şimdi de geçmişten bugüne bazı sayısal verilere bakalım:


2002'de: AKP: %34,42 / CHP: %19,42  / MHP %8,35 ... oy almış.


Günümüz kamuoyu araştırmalarına göre: AKP ve CHP'nin oyları aynı kalırken, İYİ Parti ve türevi olduğu MHP'nin toplam oyları: %25 olmuş! 


Yüzde 8,35 olan oyları şimdi yüzde 25'e ulaşmış! 


İşte bu sonuç da onların egosunu coşturmuş!


Bu anlayış; ülkemizdeki milyonlarca, Kürdü, onların dili ve kültürünü yok saymakta, onlarla bir arada bulunmak istememektedir. 


Bu, herkesi Türkleştirmek, Turan'da buluşturmak ülküsü olan bir anlayış. Bu anlayışla insanlarımız, ayrışıp kutuplaşmakta, böylece ülke sorunları çözümsüz kalmaktadır. 


Bunun için halkımız, sindirilmiş, yılmış, olup bitenlere duyarsız, suskun kalmış bir durumda. 


Bunun için ülkemizde acılar, bir değil, birkaç değil, sıralansalar katar katar uzayıp gider. 


Örnek olsun diye acı ve yaralarımızı taşıyan katarın, sadece bir vagonuna bakalım birlikte:   


Önlem alınmadığı için aynı zamanda 7 ilde 21 yangında ormanlar, börtü böcek ve nice canlılar yanıp yok oldu. 


Birilerine çıkar sağlasın diye plansızca dere, ırmak yataklarına yapılan barajlar dolup taştı, oluşan seller; köprüleri, evleri, bahçeleri, tarlaları, nice can ve canlıları yok etti.


Çıkar çevrelerine bilmem kaç yıllığına sunulan limanlarımızın, birer kokain geçiş merkezi olduğu söyleniyor.


Gasp edilen insani ve mesleki haklarını isteyen veya bir konuda farkındalık yaratmak isteğiyle sokağa çıkmak isteyen: avukat, doktor, memur, öğrenci, işçi ve köylüler, jandarma ve polislerce kuşatılıp yürütülmüyor, hatta bazen darp ediliyor. Bu evrensel insan hakları ve hukukuna karşı duruştur. 


Askıda ekmek, daha ucuz ekmek alabilmek için uzun uzun kuyruklar!


Çok sık aralıklarla, benzine, mazota, doğalgaza, elektriğe zamlar...


Kısmi afla organize suç liderleri, saldırganlar, dolandırıcılar hapisten çıktı. Onların yerleri de düşüncesini açıklayanlarla dolduruldu.


Ülkemiz, tüm komşu ülkelerle kavgalı iken, çıkarlar üzerine kurulan dostluklarla, Katar ile Suudi Arabistan'ın albenisi arttı.


Ve eril bir anlayışla: Aysel Tuğluk'a yaşatılanlar, Sezen Aksu'nun 'dilini koparma' isteği, Sedef Kabaş'ın gece yarısı gözaltına alınması ve Garibe Gezer'in 'garip' intiharı...


Eğer halkımız, geçen yaz yaşanan yangın, deprem, selleri ve onların yaşattığı acı ve kederleri, çare bulunmaz bir 'kader' sayarsa...


Ve eğer, tüm acıları sorgulayıp bir daha yaşanmaması için iktidarı önlem almaya zorlamazsa, o zaman gelecek yaz ve sonrası yıllarda aynılarını, belki daha da büyüklerini yaşarız. 


Fakat eğer, yangınları söndürecek uçaklar, araç-gereçler, deprem ve seller için de gerekli koruyucu önlemler alınırsa, o kader de kederler de değişir.


Bunun için de bilimsel, demokratik ve barışçıl birliktelikler gerekir. 


Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


21 Ocak 2022 Cuma

GENÇLERİN ÇIĞLIKLARI


Dünyanın her yerinde üniversitelerdeki gençlerin çok karmaşık psikolojik ve sosyal sorunları vardır. Bu geniş alanı biraz daraltıp, daha çok yoksul gençleri mutsuz eden barınma ve eğitim sorununa kısaca değinmek istiyorum.     


Bu sınırlanmış alanda gençlerin üç isteği vardır.

  1. Güvenli, sağlıklı, huzurlu ve temiz aşı olan bir barınak, 
  2. Bilimsel, çağdaş özgür, eşitlikçi bir eğitim almak,
  3. Başarılı bir eğitim süreci sonrasında da bir iş-meslek edinmek. 

Peki, bu istekleri sağlamak kimin görevi?


Bu zorunlu görevin asıl sorumlusu, ülkedeki kaynakların gelirlerini ve vergilerini toplayan devlettir. Devlet, halkı adına; ülkedeki eğitim altyapısını, hukuka uygun, eşitlikçi bir anlayış ve denetime açık bir dürüstlük içinde hazırlayarak hizmet üretmelidir. 


Yeterli ekonomik güce sahip ailelerin, eğitim sürecine katkı vermesi ise daha sonra gelir. Zaten bu yazıya konu olan gençlerimiz de yoksul ailelerin çocuklarıdır.


Çağdaş dünyada, zorunlu olmadıkları halde, eğitim hizmetlerini insani bir görev sayan pek çok gönüllü kuruluş vardır. Devletlerin denetimi ve gözetimi altında olan bu dernek ve vakıflar; ihtiyacı olan gençler daha iyi bir eğitim alsınlar diye barınak ve burs katkısı sağlarlar. Sanırım hemen herkes, kendi çocukları veya tanış çocuklarının böyle bir barınma veya burs alışına tanık olmuştur. 


Bu kurumlar ayırım yapmadan ihtiyacı, tutkusu ve becerisi olanlara el uzatmayı amaçlarlar. El uzattıkları gençleri belki de hiç görmez, onların özel yaşamlarında ne yaptıklarıyla da ilgilenmez ve o kişinin; dini, dili, milliyeti, yaşam tarzı gibi özellerini hiç sorgulamazlar. Hizmetleri için ne diyet borcu ister ne de minnettarlık beklerler. O gencin, akademik başarısı ve isteği sürdükçe de yardım etmeye devam ederler. 


Peki, bizim ülkemizde neler olup bitiyor. Biraz da ülkemizdeki gençler ve onlara sunulan hizmetler bakalım: 


Bizim ülkemizde de devletten; bina, arsa, vergi muafiyeti alarak gençleri barındıran, yemek ihtiyaçlarını karşılayan bazı dernek ve vakıflar vardır.


Fakat bizdeki bu kurumların ezici çoğunluğu tarikatlara ve cemaatlere bağlıdır. Bunlar; emirlerine uyacak, yollarında yürüyecek, 'başkalarını' düşman bilecek militan yetiştirmek amacıyla kurulmuştur. Yani burada çağdaş eğitimi değil, yandaş eğitimi verilmektedir.  


Böylesi bir cemaattin eğitiminden geçerek ülke yönetimini ele almak isteyen bir darbe girişimine çok yakın zamanda ülkece tanık olduk. Fakat iktidar bundan hiç ders almadı, o darbeci kurumun varlıklarına el konup, bu kez başka tarikat ve cemaatler bırakıldı. Böylece bu darbe girişimi, başkaları için bir fırsat oldu!  


Devlet, ihtiyacı olan gençler için yeterli barınak ve burs sağlamadı. Fakat, nice yolsuzluk ve sapkınlıkların yaşandığı bazı cemaatlere verilen koruma, mal, hizmet desteği de artarak devam etti. Ve böylece devlet, yoksul gençleri, militan yetiştiricilerin birer müşterisi yapmış oldu.  


Yurt İdare ve İşletme Dairesi Başkanlığı verilerine göre:


Türkiye genelinde toplam 624 bin 237 barınma başvurusu yapan 440 bin 303’ı kabul almış,183 bin 934 öğrenci açıkta kalmış... 

Tüm Yurt ve Barınma Hizmetleri İşverenleri Sendikası (TÜYİS) Başkanı Umut Gezici'nin, Sözcü Gazetesine anlattığına göre: 

Yoksul gençlerin bir kısmı 50.000 yatak sayısını aşan “Cemaat ve vakıf yurtlarına gidiyorlar. Gençlere, burada sorumlu bir 'abla' veya 'abi' bulunacak, buradaki toplu ibadet, dini sohbet, namaz ve çeşitli programlara zorunlu katılacaklar. Onların yatış kalkış saatleri, giyim tarzları gibi her şeylerine karışılacak. Böylesi bir eğitim sonunda 'Çok azı kendisini bu yapılardan kurtarabiliyor. Çoğu, tarikat müridi oluyor.'

Bir kısım öğrenci de kaçak, ruhsatsız kontrolü olmayan ‘Kız oteli', ‘erkek öğrenci evi' diye tanıtılır. Buralar, uyuşturucu benzeri pek çok tehlike ile doludur. Ve bu tür yerlerde barınanlar da 150.000 kişiyi aşmıştır. 

2006 yılında cemaat, tarikat yurt sayısı 1.723 iken, 2021 yılında %93 artışla 3.331 oldu. 


***


İşte bu iklimde yetişen gençlerimiz:

"Cebimde 4 lira var okulda yemek yiyemiyorum!"

"Yurt yok barınamıyoruz!"


"Geçinemiyoruz!"


"Diplomam var ama işsizim, açım, geçinemiyorum!" 


Ve hiç sonlanmadan dizilip gider gençlerin çığlıkları... 


Köyde-kentte her yerde yoksulluk, anne-babaların belini bükmüşken, onlar bir de diplomalı-diplomasız, işsiz-güvencesiz çocukları için boyun büküp, çaresiz kalırlar.


Böyle bir sessizlikte buluşur milyonlarca aile ile gencin çığlıkları…


Bu çığlıklar milyonların yalnızlığı içinde, bazen gözyaşı olur akar içlerine, bazen de yangına dönüşmeyen bir alevin öfkesi gibi tek tek yakar o canları.


Bu çığlıklara çare bulmakla görevli olanlar ise aklanmak ister ve 'Nankör' ilan ederler o milyonları...


Oysa, yalnız kalan bu milyon çığlıkları:


Birey hak ve özgürlükleri baskılanmış olanların, 


Ana-baba eline, desteğine muhtaç bırakılanların,


Umudunu yitirerek, yükleriyle içe kapananların,


Diyarında bulamadığını, 'el' diyarlarda arayanların,


Belirsizliğe ve bilinmeze doğru yol alanların,


Yenik-çaresiz-takatsiz kalıp da intihar edenlerin,  


Herkesin gelecek umudu ve herkesin en değerlisi olan; evlatların, kardeşlerin sesiydi. 


Evet bunlar bizim gençlerimiz ve onların çığlıkları! 


Bunlar; yüzleşmek zorunda olduğumuz gerçeklerimiz!


Peki, bu herkese yeterli olan coğrafyada, nedir bu yoksulluk, nedendir bu acı ve çığlıklar? 


Bu acıtıcı gerçekler; "sokaklara çıkıp hakkımız olan, demokrasi, eşitlik ve  barışı istemeyelim, bunları yaparsak sonra uf olur, susalım, sinelim sandığı bekleyelim" demekle son bulmaz ki! 


Eyy... "Zaman her şeyin ilacıdır" düşüyle, avunup bekleyenler! 


Zaman, her şeyin ilacı da çaresi de değildir, o, iyileştirmez!


Amaçsız, isteksiz, çabasız olanı, zaman, sadece alıştırıp uyuşturur! 


Ve işte size tarihsel kurallar dizgesinin en ilk maddesi: 


'Zaman, yaşama direnmeyenleri öğütüp yok eder!' 


Bu tarihsel vargıya bir itirazı olan varsa, çıksın konuşsun!


İnsan haklarımızı korumak ve onları elde etmek için istek ve cabalarımız en kutsal mücadeleyi başlatır. 


Acı, çığlık ve yoklukları iyileştirip tüketecek kutsal mücadele; bekleyerek, susup ağıt yakarak kazanılmaz ki!


'Öbür yanağını da çevirenin' çaresizliği içinde yol alınmaz ki! 


Acı, çığlık, yoklukları; birliktelik, isteklilik ve çabalarımız yok eder. 


Olan biteni görmek, gençlerimizi duymak, anlamak, onların seslerine ses katmak, ellerine el vermek, çoğalmak, hep birlikte çareler arayıp bulmak gerekir. 

Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız