21 Haziran 2019 Cuma

“Arkadaş”


Eğer son üç yazımı okuduysanız, üçünde de yıllar öncesi arkadaşlarımı anlattığımı görmüşsünüzdür. Bu arkadaşlarım; söylem, eylem ve ürettikleri ile tanınmış olan kişilerdi. Hoşgörünüze sığınarak bu yazımı da üretken başka bir arkadaşıma ayırmak istiyorum.

Eğer bu dört arkadaşımı tanıtmak için kendimce bir öncelik sıralaması yapmış olsaydım, bugün size tanıtmak istediğim arkadaşıma öncelik verip onu en başa alırdım. Ama öyle yapmadım, onu sona bıraktım.  

Peki, onu neden sona bıraktım?

Çünkü onunla daha eskiye dayanan bir tanışıklığım vardı.

Çünkü bu arkadaşım bana epeyce emek verip, katkı sağlamıştı.

Çünkü onun toplamda 1100 sayfa tutan üç kitabını okumuştum.

Çünkü okuduğum o kitapların her sayfasında; ilgi ve duygularım dile gelmiş, bazen çok üzülmüş-ağlamış, bazen alkışlayıp-sevinmiş, bazen yermiş, bazen de çizgiler çizerek, soru ve ünlemlerle biten notlar almıştım.

Çünkü o 1100 sayfada; yoldaşlarımla karşılaşıp, kendimle yüzleşmiştim.

Çünkü…

İşte böyle bir arkadaşımı tanıtacak ve eleştirecek bir yazı yazmak benim için çok da kolay değildi. Parmaklarım kararsız, sözcükler uçuşuyor, yazmak zorlaşıyordu.

Siz de (haklı olarak) “çünkü” ile başlayan bu cümleleri okuyunca benim durumumu; ‘zoru sona bırakmak kolaycılığı’ olarak tanımladınız değil mi?

Evet, bence ‘zoru sona bırakmak kolaycılığı’ tanısında bulunmanız haklı bir tespit olur. Yani bu ötelemenin asıl nedeni, zordan kaçmanın örtük bir korkusu…

***
Kuşkusuz bu arkadaşlığı daha iyi değerlendirebilmek için biraz da o zamanki ‘beni' tanımanız gerekiyor:

Öğretmen okulu sınavını kazandın!... Gel, seni öğretmen yapalım!... Dediklerinde yıl 1962 ve ben henüz 12 yaşındaydım. Çağrıya uyup gittim, ikinci sınavı da kazandım. Böylece annemden-köyümden çok uzakta olan bir kentte altı yıl parasız yatılı olarak okuyacak ve öğretmen olacaktım.   

1963-1964 yılları, 13-14 yaşlarında bir öğretmen adayıyım, okumayı çok seviyorum. Derslerime çalışmak dışında, elime geçen gazete ve kitapları da okuyorum. Böylece; Çetin Altan, İlhan Selçuk, İlhami Soysal, Fikret Otyam’ı tanımıştım... (Hatta saman yapraklı bir bloknota, Çetin Altan’ın “Taş”, İlhan Selçuk’un “Pencere”  yazılarından kesip yapıştırmış, kendimce bir arşiv bile yapmıştım.) Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Orhan Kemal, Yaşar Kemal … Ve H. Ali Yücel döneminde MEB tarafından çevirileri yapılan dünya klasiklerini okuyarak da dünyaya açılıyordum.

6 yıl sonra Türkye Öğretmenler Sendikası (TÖS) saflarında, muhteşem Tandoğan Yürüyüşü’ne ve düzenlenen boykota katılmış, öğrencileri, köyü, köylüyü, tüm emekçileri seven bir öğretmen olmuştum.

5 yıl ilkokul öğretmeni olarak görev yaptıktan sonra “müfettiş” olmak için sınavı kazanınca, istifa etmiştim. Böylece ekonomik özgürlüğü olmayan bir öğrenci olarak, yeniden anne-baba eline bakar olmuştum.


***

Mukaddes Erdoğdu Çelik

İşte bu durumu ve özellikleri olan biri olarak tanışmıştım o arkadaşla…

Bizi; kim nerede ve nasıl tanıştırdı pek hatırlamıyorum. Bir gün (ismi yerine), kendisini “arkadaş” olarak tanıtan; ufak-tefek bir kız ile tanışmıştım. Bu yeni arkadaş benden (tahminen) 3-4 yaş küçüktü. Bu tedirgin, mahcup, bazen çaktırmadan küt kesilmiş tırnaklarını koparmaya çalışan kızı dinledikçe ona güvenmiş ve saygı duymuştum. 

İlk iki buluşmamızda sohbet konumuz, Dünya ve Türkiye’deki sol-sosyalist gelişmelerdi. Bu konularda bazı açıklamalar yaparak, benim görüş ve katkılarımı istiyordu (böylece beni tanımaya çalışıyordu). Bazı konuları ilk kez ondan duyuyor ve öğreniyordum. Çünkü dünya ve Türkiye'de  güncel olan sosyo-politik konuları iyi biliyordu.

İşte bu görüşmelerde  bazı ortak noktalarımız bulunmuş olacak ki, artık haftada bir, bazen de on beş günde bir buluşmaya başlamıştık. Buluşmalarımız bazen üçlü bazen de ikili oluyordu. Ve artık o benim arkadaşım olmaktan çok, bir öğretmenim olmuştu.

Toplantılarda daha çok, teksirlere yazılmış konuları okuyor ve tartışıyorduk. Çin'de ‘Kültür Devrimi’,  Mao’nun ‘Kızıl Kitap’ı  Arnavuluk’ta Enver Hoca, Hindistan’da Çaru Mazumdar, Üçüncü Dünyacılık, Sovyetler Birliğinde Revizyonizm, Türkiye’nin sosyo-ekonomik tahlilleri, Türkiye Solu'nda olup bitenler v.b konularımızı oluşturuyordu. 

Bir sonraki buluşmamızın tartışma konusunu belirleyip, toplantımızı bitiriyorduk. Bu da bizim sonraki toplantıya hazırlıklı ve etkili katılımımızı sağlıyordu.  

Ülke çapında can güvenliği kalmamış, hemen hemen tüm fabrikalarda, üniversitelerde, yüksekokullarda ve meydanlarda; boykot, grev, işgal eylemleri çoğalmıştı. Öğrenci-işçi dayanışması çoğalmış, soldaki bölünmeler de hızlanmıştı. Polis baskısı arttıkça artmış, polisler bile aralarında Pol-Bir ve  Pol-Der iki bölme ayrılmıştı.

Kimi okulundan atılmış, kimi okulunu bırakmış, kimi işsiz, kimi işinden atılmış, kimi yaralı, kimi büyük acılar çekmiş, kimi sorgu odalarında, sivil-askeri cezaevlerinde işkence görüyor, kimi hayatını kaybediyor. … Kaos yılları…

Böyle bir ortamda o arkadaş ile görüşmelerimiz kesildi ve uzun yıllar, haberleşmez olduk.

İşte o “arkadaş”ın Mukaddes Erdoğdu Çelik olduğunu çok sonra öğrenmiştim. O, ömrünün önemli kısmını, işkenceli sorgu odalarında, hapishanelerde, grevlerde, direnişlerde geçirmiş biriydi. Onun yoldaşı ve kocası da hapishanede tutuklu iken intihar süsü verilerek öldürülmüştü. 

Şimdilerde ise o çok bilindik biri... Nerede bir insan hakkı ihlali varsa orada, bir insan hakları savunucusu aktivist olarak onu görürsünüz.

Mukaddes Erdoğdu Çelik, o acılı yıllardaki yaşanmışlıkları anlatmak için üç dev otobiyografik roman yazmıştır. Bu kitaplarını, özelde İrfan Çelik (eşi), Kutsiye Bozoklar ve ‘Alim’ için yazmış olsa da, aslında o eserler acılarla dolu bir süreci kapsamaktadır. Bu sürecin bilindik bilinmedik pek çok öznesi yer alır bu eserlerde. Bu eserlerde onların; anıları, eylem, söylem, yanılma ve özlemleri anlatılmaktadır.

Bu eserler, resmi tarihin inkâr ve  karalamalarına inat olarak; yaşanmış olan o kanlı-acılı-faşist dönemi gerçek belgelerle gün be gün anlatmıştır. 

Böylece size arkadaşım/öğretmenim Mukaddes Erdoğdu Çelik'i kısaca anlatmış oldum. Fakat onun yoğun emek vererek yazmış olduğu üç eseri ile ilgili görüşlerimi sonraki yazıma bıraktım.

Devam edecek…



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız



7 Haziran 2019 Cuma

Bizim Sofra

Tanışıklıkları 57 yıl öncesine dayanan öğretmen okulundan 33 arkadaş, Muzaffer Yılmaz’ın organizasyonu ile İstanbul ve İzmir’den toplanmış 7 gün sürecek olan Dicle ve Fırat’ın hayat verdiği Mezopotamya gezisine çıkmıştık. İşte o zaman 'Bizim Sofra(*)'dan haberim oldu.

“Bizim Sofra” bir roman, yazarı Turan Yılmaz da okulda “abi” dediğimiz, bizden daha kıdemli biri… Yaz aylarını İzmir’de, diğer mevsimleri de emekli olduğu Almanya’da geçiriyor. Daha önceki okul gezilerimize katıldığı gibi bu gezimize de sevgili eşi Nesrin Abla ile birlikte gelmişti.  

Kitabı alınca imzalatma şansı bulduğum için sevinmiş, hemen çantama koymuş ve okumayı da İstanbul dönüşüne bırakma kararı vermiştim.

Antep-Adıyaman-Urfa-Mardin-Batman-Diyarbakır il sınırları içindeki (şimdilerde kısaca GAP da diyorlar) önemli tarihi dokuyu oluşturan arkeolojik-antik kalıntıları görmeye gitmiştik. Dicle ve Fırat’ın hayat verdiği Mezopotamya denilen bu bitek c
oğrafya; bilindiği kadarıyla 12 bin yıldır yaşam-ticaret olan, dünyanın en kadim bir bölgesi.

Bu toprakların yerli halkları güven içinde yaşamak için, Roma ve Perslerle sık sık görüşme, mücadele, savaşlarını… Kültür-sanat-felsefe-sosyoloji-tarih hakkında bildiğimiz resmi bilgilere ek bilgiler öğrendik. Bu bilgileri, kendi mesleki engin bilgi, kazanım ve anlaşılır sunumu ile anlatan Gagik Tur sahiplerinden ve tur rehberimiz Sn. Engin Pişkin yapıyordu.  Engin bey, geziye katılan her birimizle ayrı ayrı ilgilenmiş, iletişim kurmuş, bir arkadaş, bir dost olmuştu. Bizler de böyle bir dostla tanışma şansı bulduğumuz için mutlu olarak, doyasıya gezdik, gördük, bilgilendik ve ortak sofralarda birlikte olduk. Çok güzel bir hafta geçirdik.

***

Ve bu muhteşem gezinin hemen sonrasında İstanbul’a dönünce, evin o bilindik köşesindeki okuma koltuğuna oturdum ve 
(tüm getirisi demokratik bir kadın derneğine "armağan" edilen) Bizim Sofra'yı okumaya başladım. Aslında okuma hızım oldukça yavaş olduğu halde, kitabın akıcı ve sürükleyici havası, kısa sürede bitirmemi sağladı. 

Turan Yılmaz'ın Bizim Sofra'sında olup-bitenler; 1960'lı yılların son yarısında başlayıp 1985'lere varan bir zaman diliminde  yaşanıyor. Yani; Türkiye'deki faşist baskıların yoğunlaştığı, sendika- işçi-köylü-öğrenci hareketlerinin çok önem kazandığı ve dünyada da sorunlara duyarlı gençliğin ve emekçilerin coştuğu yıllar… 

Ayrıca bu yıllarda Türkiye Solu da kendi içinde küçücük çokça parçaya bölünmüş, kendi aralarında güç birliği yapmak yerine, bazen teorik, bazen de fiziki kavga yapmayı seçmişlerdir.

İşte bu yıllarda bir parti, ya da bir oluşum, ülkede demokratik-özgür bir çalışma ortamı bulamadığı için,  halk düşmanı politikalara  ve  baskılara direnmek için illegal çalışmaları seçmiştir. Bu amaçla bazı kadroları ile yurt içinde, bazı kadroları ile de yurt dışındadır. Yurt içindeki şartları objektif olarak değerlendiremeyen yurt dışındaki yönetici ve bazı kariyerist kişilerin ayrılıkçı, güvenliksiz çalışmaları sonucunda, örgütte kopmalar, dağılmalar ve tutuklanmalar başlamıştır…

Yazar; dar grupçu anlayışların kendi içinde eleştiri ve öz eleştiriye yer vermemelerini eleştirilmekte... Bu amaçla kısaca dünyadaki Sosyalist liderlere, gelişmelere ve sol birikime göndermeler yapılmaktadır.

Türkiye için; "Kürtler demokratik haklarını almadan demokrasi ve demokrasi cephesinin olamayacağı" gerçeği belirtilmektedir. 

Eserde betimlemelere çok fazla yer verilmemiştir. Ancak yalın bir dille yazıldığı için akıcılık kazanıp okuyucuyu kucaklamaktadır. Yazar, her insanda olduğu gibi örgüt içinde de insani duygusallıkların olduğu gerçeğinden hareketle, "Binbir Gece Masalları"ndan yaptığı alıntılar eşliğinde, 4 tutkulu aşka da yer vermiştir.

Romanın başkahramanları iki kişi; biri, feodal bir Kürt ağasının oğlu-varisi Fırat’tır. Diğer kahraman ise hem anne, hem baba tarafı İstanbul ve İzmir’deki büyük sanayi ve hizmet sektöründe ün sahibi olmuş aileden gelmiş ve en önemli varis olan Suda’dır. Suda henüz Fırat’ın ailesini tanımamakta, Suda’nın ailesi de Fırat’ın gerçek kimliğini bilmemektedir…  

Evet, Fırat ve Suda ailelerinden getirdikleri kültüre karşı durup, devrimci bir anlayışa sahip olmuşlardır. Fakat küçük burjuva kültürü ile yetişmiş oldukları için henüz bu özelliklerini kaybetmemişlerdir.

Romandaki diğer kahramanlara gelince onların hepsi de çok iyi eğitim almış, iyi meslek sahibi olmuş  elit kişilerden seçilmiştir. Bu durum benim için düşündürücü oldu…

Aslında 1917 Sovyetler ve Küba Devrim sırasında oluşun önder kadroları içinde  çok sayıda küçük burjuvanın yer aldığını kaynaklardan öğreniyoruz. Bu da insana; “niçin bizde de olmasın?” sorusunu sorduruyor.

Fakat mademki bu öğreti, işçinin-köylünün-gençliğin ya da emeğin ve geleceğin öğretisidir. O halde bu romanda onlara daha fazla yer verilmesi gerekmez miydi?

İşte “Bizim Sofra”yı bu duygu ve düşüncelerle okudum, ama daha bitmemiş, iki cilt daha çıkacakmış… Bekleyelim görelim…

(*) Bizim Sofra-Turan Yılmaz, 2019- Herdem Kitap 

05. 05. 2019 
Emin TOPRAK




Yazarın diğer yazıları için tıklayınız


31 Mayıs 2019 Cuma

Bakan Ziya Selçuk Sınıfta Kaldı!...

Sn. Ziya Selçuk TTK Başkanı olduğu zaman işe hızlı başlamış ve eğitime önemli projeler kazandırmak istemişti. Hatta projelerin tanıtımı için katıldığı hizmet içi eğitim toplantılarında (çok istekli olduğunu belirtmek için): Kervan yolda düzelir  atasözünü slogan yaparak sık sık kullanmıştı.

Ziya Bey'in TTK başkanlığı pek uzun sürmemiş (zamanın bakanı H. Çelik ile anlaşamadığı için) görevi bırakmıştı. Böylece kervan yolda düzelmemiş, önemli çabaları da sahipsiz ve sonuçsuz kalmıştı... 

AKP iktidarı 16 yılını doldurmuş, MEB'i yöneten bakanlar sıkça değişmişti. Fakat başarısız olunmuş; öğrenci, öğretmen, veli ve kamuoyunda büyük bir memnuniyetsizlik oluşmuştu. MEB'deki bu yıpranmışlığı onarmak, oluşan olumsuz algıyı değiştirmek ve kötü gidişi durdurmak gerekiyordu. Bunları yapması için; sakin doğası, güzel konuşması ve akademik donanımı ile tanınan Prf. Dr. Ziya Selçuk atanmış bakan  olmuştu. 

Ve bu atama, partili-partisiz her kesimden büyük bir destek almıştı...  

Aradan yaklaşık bir yıl geçti. Sn. Selçuk bir hafta önce, bütün kanalların verdiği bir canlı yayında (sanki İstanbul yerel seçimi için) konuşuyordu. TTK başkanlığı deneyiminden ders çıkarmış ve daha temkinli konuşuyordu. Konusu; ortaöğretim kurumları için düşünülen değişim idi. Bu konuyu görseller eşliğinde sakin sakin, tane tane anlatıyordu: Değişim için hiç acele edilmeyecek, hedefe yıllar içinde adım adım gidilecekmiş. Yeni vizyon için sloganlar bulmuştu: "Az sayıda ders derinlemesine öğretilecek" - "Öğrencilerin küçük küçük çukurlar kazması yerine, kuyu kazması..." vb. gibi... 

Sn. Selçuk'un bu çağda; derslerin derin öğretiminden ve derin kuyulardan söz etmesi, bence ona hiç yakışmadı. Çünkü, geçen zaman ve bilimsel buluşlar bu derinlikleri sığlaştırıyor veya yok ediyor.

Öğretimde derinlikten çok, özgünlüğe ve sorup sorgulamaya yer vermek gerekir. Dikkat ederseniz Sn. Bakanın burada savunduğu diyalektik metotla yapılan neden-sonuç ilişkisine dayalı öğretim değildir. Sanırım derinlemesine öğretime örnek olarak; ezberci, sorup, sorgulamayan ve cinsiyetçi imam-hatip eğitim anlayışını gösteriyor. Bu anlayış (ismi imam-hatip olsun olmasın); okul öncesinde başlayıp üniversite bitinceye kadar çocuk-genç ayrımı olmaksızın her bireye etkili olarak uygulanmaktadır.  

Herkesin kendisi ve Yaradanı arasında olması gereken inançları, bizim ülkemiz okullarında zorunlu kılınıp herkese dayatılmaktadır.Bir de bize; Dinde zorlama olmaz derler. Şimdi gel de bunlara inan!... 

(Bertrand Russell, "Dinin korku üzerine kurulu olduğunu ve bu korkunun zulmü doğurduğu..." iddiasında bulunur.) 

Şimdi sayın bakana iki sorum olacak:
  1. Bugün eğitim sistemimizi etkisi altına alan imam hatip anlayışında; sormak, sorgulamak yoktur. Söylenenler, anlatılanlar ve yazılanlar sadece ezberlenip, kabul edilir. Bu mudur derinlemesine öğrenmek?
  2. Eğer birinci soruyu hayır diye cevaplandırırsanız ki, bilimsel kimliğiniz hayır demenizi gerektirir. O zaman eğitim sistemimizi bir ayrık otu gibi sarmalayan imam hatip anlayışından neden vazgeçmiyorsunuz?   

***

AKP iktidarında MEB'i yöneten her bakan kendince müfredatı ortaçağ eğitim anlayışına uyumlu kılacak eklemeler yaptı. Böylece kısa zamanda kitaplar, araçlar, yol ve yöntemler değiştirildi... Bu durum bilimsel temeli olmayan, sanki (birilerine yaranmak niyetlisi) bir yarış haline gelmişti. Bu yarışta her bakan bir önceki mevkidaşını geçmeye çalışıyordu. Bu konulara çeşitli yazılarımda yer verdim. Ziya Selçuk bakan olduktan beş gün sonra da; onu tanıdığım kadarıyla anlatan, atandığı için sevinç ve beklentilerimi belirten bir de yazı (o yazı için tıklayınız) yazmıştım.

Ziya Selçuk'u tanıyor ve onun akademik donanımına güveniyordum. Çünkü  onunla iki yıl aynı odada çalışmış bir meslektaşı idim. Bu tanışıklık bana; Onun yönettiği kurumda, birilerine yaranma amacıyla yarışa girmeyeceğini, çağ dışına çıkmış olan anlayışlara karşı duracağını ve MEB'e çağa uygun bir anlayış getireceğini düşündürmüştü. Ayrıca, eğer çaba ve istekleri kabul edilmez ise de, TTK başkanlığından ayrıldığı gibi, bu görevi de bırakacağını sanıyordum. 

Şimdi de diyorum ki, eğer Ziya bey, akademik donanımını kullanmış olsaydı; sorgulamayan bilim dışı anlayışlara karşı durur, bilimsel değişiklikler yapabilirdi. Ama O bu yolu seçmedi/seçemedi, yapılanları uygun bularak kurumun; diyanetin, dinci vakıf ve cemaatlerin denetimine girmesine karşı çıkamadı/çıkamadı.

Ben bilim insanı Ziya Selçuk'un bilimsel bir duruş göstererek, Ama, efendim!? Demesini beklerdim. Anlaşılan O, duygularının kuşatmasında kalmış ve; Peki, efendim. Demiş.  Tabii ki tercih onun...  

Ben ise yanılmışım, üzgünüm...

Önümüzdeki günlerde öğretim yılı bitecek, öğrenciler, dolaysıyla öğretmen ve veliler de karnelerini alacaklar. Ziya Bey'in de 10.07.2018 günü bakan oluşunun birinci yılı doluyor... Eğer bakan olarak ona da bir karne verilseydi, bence sınıfta kalırdı. 

Niçin mi sınıfta kalırdı? 
İşte sadece birkaç neden:
  • Eğitimi ortaçağ anlayışından kurtarmamıştır.
  • Zorunlu din dersi ve eklentilerini kaldırmamıştır.
  • Karma eğitimi yok etme girişimlerine engel olamamıştır.
  • Suçsuz yere KHK ile işten atılan öğretmenlere sahip çıkmamıştır.
  • Köle anlayışı ile çalıştırılan ders ücretli öğretmenlik ayıbını bitirmemiştir.
  • Pozitif bilim yöntemi olup, atıl bırakılan Evrim Teorisini, etkin kılmamıştır. 
  • Felsefenin önemini en iyi bilenlerden olduğu halde, okutmaktan kaçınmıştır. 
  • Bakanlık ve okulların üstündeki; diyanet, dinci vakıf ve cemaatlerin gölgesini kaldıramamıştır.
  • Okulunu okuyup sınavını kazanan müfettişleri atıl bırakıp ücretlerini kısarken, daha fazla ücret alan, hukukla değil, emirle iş gören mülakatçı müfettişlik oluşturuldu. 
  • Öğretmen atamalarında; bilimsel yeterlilik yerine, yandaş arayan mülakatçı anlayışa dur diyememiştir. 
  • ... 
Sizce, Sn. Ziya Selçuk bunca kırık not barındıran karnesi ile sınıfı geçebilir miydi?


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız


24 Mayıs 2019 Cuma

"Bir Umut Bir İnsan"


(Sevgili Okurlarım Merhaba;
Baktım ki, en son yazımı 11 Ocak 2019 günü yazmışım. Bu uzunca bir süre değil mi?  
Bu ara verişimin nedenini soran çokça dostum oldu onlara hep: "İştahım yok" dedim. 
Dostlarım, bu cevabımı belki bir espri olarak düşündüler. Fakat bu benim gerçeğim idi. 
"Peki, bu uzun zamanda ne yaptınız?" soranlara da şu cevabı verdim: 
"Hiç boş durmadım, hep okudum, okudum."  
Neler mi okudum?
1940'lı yıllarda H.Ali Yücel öncülüğünde dilimize çevrilen dünya klasiklerinin Cumhuriyet gazetesince okurları için yenilenmiş olan kitaplardan 30 tanesini...
Üç sevgili arkadaşımın, 1968 sonrası Türkiye'sinde yaşayıp tanığı olduğumuz olup bitenleri anlatan anı-otobiyografik kitaplarını okudum. Bu kitaplar:
  • Mukaddes Erdoğan Çelik'in "Bizim Çakır" ve Kutsiye Bozoklar (Kelepçeye İnat Hayat),
  • Turan Yılmaz'ın "Bizim Sofra",
  • Veli Emektar'ın "Bir Umut Bir İnsan",
  • Tanışamadığım fakat çokça ortak arkadaş ve düşüncelerimiz olan (kelepçe dediği hasta sandalyesine bağımlı kalan ve en üretken olduğu genç yaşta kaybettiğimiz) Kutsiye Bozoklar'ın  "Sosyalizm İnsan Hayat" üzerine makalelerini...  
Mukaddes Erdoğan Çelik-Turan Yılmaz-Kutsiye Bozoklar-Veli Emektar mücadeleci dört yiğit insan, onlardan öğreneceğimiz çokça şey var. İlk üçünün eserleri hakkında düşüncelerimi başka yazılara bırakarak bugünkü yazımı Veli Emektar'ın "Bir Umut Bir İnsan" kitabına ayırmak istiyorum. 
Saygılarımla...)

"Bir Umut Bir İnsan" 

"Bir Umut Bir İnsan", Veli Emektar'ın anı-otobiyografi olarak yazdığı kitabının adı... Bu eserde, benim de yaşadığım veya tanığı olduğum çokça olay anlatılıyor. Hatta eğer bu eserin her sayfasında: arkadaşlarım, ortak duygularım, doğrusuyla yanlışıyla anılarım toplanmış dersem, hiç de yanlış olmaz.

Veli ve sonra eşi olan Günseli ile  okul arkadaşlığımız, Kadıköy-Fikirtepe'de olan Atatürk Eğitim Enstitüsü'nde (şimdiki Fen Lisesi) 46 yıl önce başladı ve iki buçuk yıl kadar sürdü. Veli'nin babasını çok tanımasam da annesi ve kardeşleri bizim de ortak değerlerimizdi diyebilirim. Yani aile boyu bir tanışıklık...

Okuldaki bölümlerimiz farklı olsa da ortak görüşlerimiz vardı. Ülkemizin sorunlarına benzer bakıyor, bu sorunlar için benzer çözüm önerilerimiz ve çıkarımlarımız vardı. Bu da bizleri arkadaş ötesi birer dost, yoldaş kılmıştı. 

Ülkemiz genelinde ve okulumuz özelinde oluşan olaylar sonucunda: Veli il dışında başka bir okula "sürgün" edilmiş, Günseli okulu bırakmış, ben ise okuldan atılmıştım. Sonra herkesin kendisine özel öyküleri, yaşam şartları ve ülkenin politik iklimi nedeniyle ilişkilerimiz ve iletişimimiz uzun süre kesintiye uğradı. 

Veli ile Fetihye'de karşılaştığımızda, kitaptan anlatılan acılar yaşanmış, aradan onlarca yıl geçmişti. İkinci karşılaşmamız geçmişteki acılı yıllarda ortak arkadaşımız ve ünlü bir öğrenci liderleri olan Bülent Uluer için Karacaahmet mezarlığında yapılan cenaze töreninde olmuştu. Sonrasında da ara sıra telefon ve sosyal medya kanalıyla görüşmeler yaptık. En son buluşmamız ise adı geçen kitabın tanıtımı için yapılan "imza günü" söyleşisinde olmuştu. 

***
 Veli Emektar, 1974 yılında başlayarak faşist baskılara başkaldırıp, hakkını arayan binlerce üniversite gencine; okullarda, salonlarda, meydanlarda, boykot, protesto ve işgallerde önderlik yapmış, emekçi grevlerine destek vermiş, etkin ajitasyon gücü olan gençlik liderlerinden birisi idi. 

O yıllarda ülkemiz ve dünyada yaşam koşulları zor, demokrasi, hak, hukuk, adalet eksiklikleri (şimdiki gibi) pek çoktu. Bu durum, işçi-köylü-gençliğin mutsuz olup, düzene karşı çıkmalarına başlıca nedendi.

Kendi varlık nedenini sadece egemen sınıfın hak ve çıkarlarını korumak olarak gören devlet güçleri de, bu insanların, insan haklarını yok sayıyordu. Okul, fabrika, meydan, hapishane yani hayatın her alanındaki en basit, haklı protesto ve karşı duruşları bile zalimce şiddet ve işkencelerle bazen ölümlerle sonlanıyordu. Yakaladıkları gençlik ve emekçi önderlerine karanlık sorgu odalarında fiziki ve psikolojik işkenceler uyguluyor, faili meçhul(!) ölümler ve kapanması çok zor yaralara, acılara neden oluyorlardı.

Ve ülkedeki bu zor günler son bulacağına, daha da azgın bir faşist yönetim 12 Eylül 1980 darbesiyle iktidarı ele geçirmişti. Ülke geleceğinin çok önemli umutları olan gençler ya yurt dışına kaçıyor, ya da yurt içinde halkın kendilerine sahip çıkacağı bazı güvenli bölgelere gidiyorlardı.

Veli yurt dışına  çıkma taraflısı olmadığı için örgütü onu güvenli çalışabileceği "Dersim" bölgesine göndermiştir. Kitabında, bu bölgede iken Kürtlerin yaşam gerçekleri ile karşılaştığını ve o yıllarda yakın çevrede olan bir depremde ise yoksulluk-yoksunluk ve çaresizlikleri görerek çok etkilendiğini detaylı olarak anlatmaktadır.

Bu süreç, Veli'nin kendisini geliştirmesi, üretmesi ve halden anlar olmasında çok etkili olmuştur. Böylece artık örgütüne; ülke ve dünya sorunları için çözüm yöntemleri, mücadele ve güç birliği ilkeleri hakkında katkı sunmakta, yapılan yanlışlara karşı çıkmakta, eleştiri ve özeleştirilerde bulunmaktadır. (Kendi yetilerinin kırsal alandan çok, kentlerde çalışmaya uygun olduğunu düşünmektedir. Fakat örgütü bu görevlendirmeyi yapmamaktadır, bu da onu üzmektedir.) 

İşte sorunların yumak olduğu böyle bir zamanda Veli bölgeden ayrılır ve sonra yakalanır. Sorgulamalar, baskılar, işkenceler ve çok değişik hapishanelerde sürüp giden yıllar...
*** 
1976 yılına kadar birlikte yaşadığımız pek çok olayı unutmuşum, kitabı okudukça hatırlıyorum. Veli, olayları tanıkları, zamanı ve detaylarıyla anlatıyor. Okudukça, Veli'ye hayran oldum, alkış tuttum ve onu kıskanmaya başladım. İçimden de; 
"Onun ya çok güçlü bir belleği var, ya da çok iyi bir arşivi..." dedim kendime.

Veli, kitabın 275. sayfasında 1974'nın Veli'sini yani kendisini şöyle tanımlıyor: "Yarı lümpen, yarı bıçkın, hem de sıkı bir solcu." 
Eğer birisi bana, "Okul arkadaşın Veli Emektar nasıl biri? diye sormuş olsaydı sanırım ben de buna benzer bir cevap verirdim. (Tabii ki 1974'ün Veli'si)

Aslında solculuğa hiç yakışmayan böylesi sıfatlarla kendisini tanımlaması onun özgüven sahibi ve samimi oluşunun bir göstergesidir bence. 

Samimiyet ve açık sözlülükle yazılmış olan bu kitapta Veli, hiç bir hileli yola başvurmadan, kendisini bazen çok önemsemiş, bazen acımasızca eleştirmiş, acılarını, sevinçlerini, sakarlıklarını ve pişmanlıklarını sansürsüzce anlatmıştır. Annesi, babası, kardeşleri, rakipleri, yoldaşları hakkında bazen övgüler, bazen acımasız yergilerde de bulunmuştur. 

Kitaptaki bu ve benzeri ayrıntılar okuyanlar; kimi zaman gülecek, kimi zaman derin derin düşünecek, bazen de ağlayacaktır. Birkaç örnek olarak: ülkücü mafya liderinin koğuşundaki esareti, hapishanede herkes bitlenince "Kimin biti daha besili ve daha hızlı" yarışmasını ve gece yarısı uykusuz kalarak fare besleme olaylarını sayabilirim. Veli yaşamındaki çelişkileri diyalektik bir bütünlük içinde okuyucusuna sunmaya çalışmaktadır. Bence, usta bir el kitaptaki içerikten hareketle bu acılı dönemin bir filmini yada dizisini çıkarabilir.  

Kitabı okuyunca, Veli'nin yaşanan acılar nedeniyle düşmanlarından öç almayı düşündüğü zamanlarda bile, "insan haklarını" savunan ve yaşama hakkına saygı duyan bir hümanist olduğunu göreceksiniz.  

Veli'nin, zamanla kendisini yenileyip geliştirmesi, olgunlaştırması, onun o çocuksu samimiliği ve ergen coşkusunu hiç eksiltmemiş, içindeki çocuk hep diri kalmıştır. 

 Muzaffer Oruçoğlu, bu kitap için; "Ebedi doku zayıftır" demiş. 

Veli de onun bu görüşünü, kitabın tanıtımı için arka kapakta sergilemiş. 

Kitapta çok derin betimlemeler, psikolojik ve sosyolojik tahlillere çok fazla yer verilmediği için belki Oruçoğlu haklı olabilir.  Fakat gerçekleri çok yalın anlatan bu kitabı eline alan her okuyucu; bazen heyecan, bazen üzüntü yaşayarak ve gelecek için umutlar besleyerek, hiç sıkılmadan ve bıkmadan okuyacaktır. 

İşte böyle bir kitaptır "Bir Umut Bir İnsan"
Eline sağlık Velo yoldaş... Devamı gelsin...    



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

11 Ocak 2019 Cuma

Öğretmen bir de şöyle düşünse…


Yarınlarımız daha güzel olsun diye, pek çok kişi okul eğitiminde öğrenciler merkez alınsın ister. Çünkü ancak o zaman çocuk ve gençler kendilerini tanır, özgür, özgün ve özgüvenli olarak becerilerini geliştirebilirler.  

Ama olmuyor!…

Çünkü egemen sistem; çocuk ve gençleri (etiyle-kemiğiyle) kendine teslim edilmiş yoğrulup şekil verilecek hamur olarak görüyor. Ve öğretmenlerin bu hamurdan söz dinleyecek, baş eğecek, itaat edecek tek tip insanlar çıkarmasını istiyor. Demek ki, okul eğitiminin mimarı ve asıl belirleyicisi öğretmendir.

O halde sınıflarda, öğretmenler odası ve öğretmenler kurulları herkes için çok çok önemli. Bunun için buralarda olup bitenleri herkes merek etmeli, önemsemeli ve öğrenmeli.

Çünkü buralarda eğitime yön ve şekil veren potansiyel öğretmen gücü, geleceğimizde olacak olan olumluluk ve olumsuzların belirleyicisidir. Bu güce herkesin çok çok ihtiyacı var.

Çünkü buralardaki hava ya; demokrasi, sevgi, saygı, barış, işbirliği, paylaşma iklimini sağlayacak olan demokratik eğitimin… Ya da; demokratik olmayan kışla eğitiminin kapısını aralayacak.

Çünkü buralarda ya; zorluklar tekrar yaşanmasın diye nasıl yapabiliriz anlayışı ile çocuğa göre, çocuktan yana arayışlar başlar, çözümler aranıp bulunur ve uygulanır… Ya da; zorlukları aşmak için sadece kurallar, yasalar, yasaklarla yetinerek öfke içindeki kindar nesil çoğaltılır.  

Çünkü buralarda esen hava (olup bitenler, varılan sonuçlar); sınıfları, derslikleri ve okulun sınırlarını aşar, eve, sokağa, topluma yansır. 

***

Sınıfların içinde olup bitenler bu yazımızın konusu değil. Konumuz: Öğretmenler odası ve öğretmenler kurullarında neler oluyor, neler konuşuluyor?  

Öğretmenler odasında; öğretmenler sohbet eder, haber alır, paylaşır, sevinir, üzülür, dinlenir, bazen öğrencisini, işini, yöneticisini, eşini, arkadaşını, komşusunu, iktidarı, yoklukları, yoksunlukları konuşur, eleştirir, çekiştirir ve belki biraz rahatlarlar (bunlar herkesin ihtiyaç duyduğu insani veya psikolojik ihtiyaçları. Tabii ki konuşup, paylaşıp, tartışılmalı).

Fakat bunlar öncelikli olmamalı, okulda öğretmenin önceliği, öğrencileri ve eğitim olmalı: Arkadaşlarıyla programları, yöntemleri, uygulamaları tartışıp, eleştirmeli, sınıfta yaşadığı güçlükleri, güzellikleri paylaşıp katkı sunmalı… Meslektaş görüş ve deneyimlerini dinlemeli, dayanışma içinde çözümler arayıp, bulup, uyguladıkça zenginleşmeli.

Peki, öğretmenler odasında, mesleki zenginleşmeyi sağlayacak konuşmalar, tartışmalar hiç olmuyor mu? Hiç olmaz olur mu? Vardır!.. Vardır da eser düzeyde… 

Öğretmenler Kurulu’nda; okuduğu okullarda yıllarca şimdikine benzer yasakçı anlayışla öğrenmiş, ezberledikleriyle sınavlar kazanmış (belki de bazıları mülakatlarda kayrılmış) olarak atanmış öğretmenler vardır.

Burada gündem pek değişmez, birkaç saate sıkıştırılmış ve çok yüklüdür ve genellikle: yasa, yönetmelik, kural, yasak vb. zorunluluklar konuşulur...
Kürsüde müdür oturur ve daha çok o konuşur. Öğretmenler ise sınıftaki öğrenciler gibi sadece dinleyici…

Ha, bir de sınıf, zümre, şube öğretmenleri ve dillere destan veli toplantıları var. Bu ortamlarda da çocuğa/gence görelik konuşulmaz. Gündem yine yasa, yönetmelik, kurallar, yasaklar, geçti kaldı, başarılı, başarısız…

***

Oysa okulda öğretmenin asıl görevi; çocuk ve gencin kendini tanıması, yetilerini geliştirip olgunlaşması için çocuğa/gence göre demokratik bir eğitim ortamı sağlamak olmalı…

Egemen güçlerin isteği ise; bireysellikleri yok edilmiş, aynı niteliğe bürünmüş, aynı düşünen, aynı sözcüklerle konuşan, sorup-sorgulamayan tek tip insanlar yetiştirmek olan zorunlu resmi eğitim…. Yani tornadan çıkmış nesil üretmek…

Okul eğitiminin öğrenci yararına olması için; yasa, yönetmelik ve müfredat değişikliklerinden önce, daha basit ve daha çabuk sonuç alıcı bir yol var!

Eğer pek çok öğretmen ben bilirim, ben yaparım baskın anlayışını terk eder ve ne yapmalı, nasıl yapmalı anlayışı geliştirse; okullarda ve sınıflardaki hava değişir, demokratik bir eğitim iklimi oluşur.

Yukarıda sıralanan yanlışları, aynı çark, aynı tornadan geçmiş olduğum için bir zamanlar ben de yaptım. Ama ben değiştim… Yasaklarla benlikleri yok edip, birileri için “istendik” davranışlı robot insan yetiştirmeye karşı çıktım ve karşı çıkıyorum.

Sevgili öğretmenim;

Her öğretmen aynı zamanda bu çocuk ve gençlerin, anne-baba-kardeş veya bir akrabasıdır.

Peki, bu sevdiklerimizi neden böyle bir eğitim anlayışına teslim ediyoruz?

Peki, onlar için istemediğimiz bu eğitim anlayışını biz niçin sürdürüyoruz?

Belki biraz geç kaldık, ama yine de “ne yapmalı, nasıl yapmalı” demenin tam zamanı. Sevgili öğretmenim...


Emin Toprak- DOSTÇA  

Diğer yazılarım için tıklayınız