19 Ocak 2018 Cuma

“Adalet, Sizsiniz”

                           
Gaziantep, Şanlıurfa ve Mardin’de özgürlüğü kısıtlananlara...

7 Ocak Pazar günü eşim ile birlikte Kozyatağı Kültür Merkezi’nde, Rutkay Aziz ve Taner Barlas’ın “Adalet, Sizsiniz” oyununa gitmiştik. Beş yıldan beri İstanbul ve pek çok ilimizde kapalı gişe oynayan bu oyuna, seyirciler bugün de yoğun ilgi gösterip, salonu doldurmuştu.
Oyundaki pek çok karakteri iki kişi (Rutkay Aziz-Taner Barlas) sırayla; eğer birisi “usta” olmuş ise, diğeri “dipnot” olacak şekilde değişe, değişe canlandırdılar.

Ayrıca seyircileri de unutmadılar, oyunun son bölümünde onları “dipnot” ilan edip, 60 dakikayı ustaca ve "Çav Bella" marşı eşliğinde noktaladılar.

Oyun bitti fakat perdeleri kapanmadı. Sahnede bazı temsili objeler vardı. Bu objeler; arka  duvarın önünde fakat demir parmaklıkların arkasında sıralanmış olarak oturan, yargıç, savcı ve iki jüri üyesi ile, parmaklıkların  önündeki, kırmızı karanfilli iki özgür beyaz güvercindi...

"Tiyatroda çıt çıkmamalı" dese de bazıları... Bunun, hem oyuncuya, hem de seyirciye karşı olduğunu düşünür ve bu anlayış  yanlıştır derim. Eğer salonda seyirci varsa ve oyunun bir parçası olmuşsa; homurdanmaları, "çıt" çıkarıp gülüşleri de oyunun tamamlayıcısı sayılmalı.

Bu oyunda bizler bazen dişlerimizi sıkıp, çıtlar çıkardık, bazen de homurdandık... Ve zalimliklere, adaletsizliklere duyduğumuz öfkeyi içimize-gözlerimize baskılayıp alkışladık ustaları… 


 ***
Adalet, Sizsiniz” oyunun çok önemli dört kahramanı var. Onları saygı ile anarak, özgeçmişlerini kısaca hatırlatmak isterim. 

Sokrates (MÖ 469-399), Antik Yunan filozofu Atinalı taş ustası... Felsefeyi çok sevdiğinden, yaşlanınca; öğretmen olur; çarşıda, pazarda, meydanlarda toplanan gençlerle konuşurmuş. Kendisi sorulara cevap vermez, hep gençler düşünsün, yorumlasın, sorgulasın, konuşsun, tartışsın istermiş. Bu nedenle de onun bu yöntemini, “doğurtma” diye isimlendirmişler... O zamanın egemen güçlüleri de insanların; düşünmesi, soru sorması, sorgulaması ve yorumlamasına karşılarmış ki, hemen kurmuşlar mahkemeyi(!) ve Sokrates'i, “Gençleri ayartmak, şehir tanrılarına inanmamak ve karşı çıkmak…" suçlarını işledi diye ölüme mahkûm etmişler. Sokrates, ölümü için getirilen zehri alıp içer... Ve bu ölüm, asırlardır zalimlerin lanetle anılmasına gerekçe olur...  Sokrates tam 2412 yıl sonra, 2012 yılında Atina'da sembolik bir yargılanma ile beraat etti. 
 *
Galileo Galilei (Roma 1564–1642) İtalyalı filozof, fizikçi, matematikçi, gökbilimci... “Bilime deneyi sokan ilk kişi” kabul edilir...  "Güneş merkezli evren” teorisi Hristiyanlık değerlerine uymuyor diye Vatikan ve Papa'nın şikayetçi olur ve Engizisyon mahkemesi de Galileo'nun “yakılmasına” karar verir... Sonra düşüncelerinden vazgeçtiğini söyleyip yakılmaktan kurtulur. Ancak ömür boyu ev hapsinde kalır. Ev hapsinde de (gizli gizli) bilimsel çalışmalara devam ederken 1642 yılında ölür... Kilise, 300 yıl sonra, 1992’de Galileo’yu mahkûm eden engizisyon kararını kaldırır. 
* 
Nicola Sacco (1891-1927) & Bartolomeo Venzetti (1888-1927) İtalyalı iki devrimci göçmen, ABD'nin Boston kentinde (biri ayakkabıcı, biri balıkçı)... İki kişinin öldürüldüğü bir soygun nedeniyle suçlanır ve yedi yıl süren yargılama sonunda idam edilirler. Hem de, sürekli suçsuz olduklarını söyledikleri ve olayın gerçek failleri suçlarını itiraf ettikleri halde... Suçları; göçmen ve sosyalist olmak... 1977 yılında Massachusetts Valisi, "yargıcın ve savcının göçmenlere ve düzen karşıtlarına karşı taraflı davrandığının ve yargılamanın bir politik histeri atmosferi içinde yürütüldüğünü" belirtip, özür diler... 

İşte Nazım Hikmet’in onlar için dizeleri:

“…dövüştüler yanında dövüşen kardeşlerinin.
Yeni dünyada düştüler eski zulmün pençesine!
Yedi yıl ölümün karşısında gülerek durdular.
Elektrikli iskemleye
kadife bir koltukmuş gibi oturdular… 

Dünya bu 4 kişiyi tanıyıp saygı ile anıyor. Ama hiç kimse onları mahkûm eden; kral, tiran, papaz, yargıç, jüriyi tanımıyor, herkes onlara lanet ediyor. 


***

Bizim yakın tarihimize de; Mustafa Suphi, Nazım Hikmet, Sebahattin Ali, Deniz, Mahir, İbrahim, Erdal Eren..., ve günümüzdeki pek çok acıyı görürüz... Ama bu yazının konusu değil...

Şimdi büyük bir parantez açıp biz bize konuşalım biraz: 
Sahnede izlediğimiz oyun belki çağlar öncesini anlatıyordu, ama izleyiciler bu hukuksuz ve adaletsizliklerin hiç de yabancısı değildi. Sanki günümüzün yaşanmışlıkları sahnelenmişti… Beş yıldan beri yüzbinlerin izlediği bu oyunu  nihayet geç de olsa anlayabilen ve KHK’lerı iyi uygulayan mülki amirlerimiz çıktı ortaya!... Gaziantep, Şanlıurfa ve Mardin’de yasakladılar Adalet, Sizsiniz” oyununu. Aramızda kalsın ama, demek ki İstanbul’dakiler henüz bu işin farkında değiller!.. Gülhane parkındaki ceviz ağacı misali...

Bu yaşanmışlıkları yazmış, oynamış, emek vererek insanlık ayıplarını ortaya çıkarmış olanlar alkışı hak etmiş kişilerdir. Onların emeklerini yok sayan, özgürlüklerine engel olan, "yasak koyucu" kişiler sanmasınlar ki, ileriki yıllarda iyi anılacaklar... 

Adalet, Sizsiniz” söylemi çağlardan beri halkın;  ninnisi, ıslığı, ezgisi, şiiri, türküsü, çığlığı ve öfkesi olmuştur/olacaktır.   

  

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

12 Ocak 2018 Cuma

Sen Kimsin!…


Halkımız kavga ederken bağırıp, meydan okuyanları pek sevmez, onun için de bunlar; kimi yerlerde “efeleniyor, horozlanıyor”, kimi yerlerde de “ce ce yapıyor”  diye tiye alınır ve eleştirilirler. Fakat nedense bizim politikacılarımız bu tarz meydan okuyuşları çok seviyorlar. 

Her gün meydanlara, ekranlara çıkıp rakiplerine sert bir tonda; “Sen Kimsin!…”  diye seslenir, meydan okurlar. Bu tür seslenişte asıl amaçları; kendi ayıplarını, korkularını gizleyip, baskın çıkmak, puan kazanmak ve karşısındakileri küçük düşürüp, aşağılamaktır.

Politikacılar, “Sen Kimsin!…” demenin anlamını ve çağrıştırdıklarını çok iyi bilen akıllı ve hem de çokça danışmanları olan kişilerdir. O halde neden bu istenmeyen konuşma tarzından vaz geçmiyorlar?

İletişim bilimciler ile eğitimciler, söze; “Sen Kimsin!…” diye başlamak biryana, “Sen” diye başlamaya bile karşıdırlar. Onun için de, beğenmeyip eleştirdikleri bu iletişim tarzını “sen dili” olarak isimlendirmişler. Ayrıca yapılan gözlem, uygulama, araştırmalar da;  ‘sen dili’ kullanıldığında, akıcı ve etkili bir iletişim olamayacağını ispatlamıştır.

***

Tüm bu bilinenlere karşın eğer yine de “Sen Kimsin!…” söylemleri devam ediyorsa o zaman; tarihe, psikolojiye, sosyolojiye bakmakta yarar vardır. Çünkü artık konu onlara mal olmuştur.

“Sen Kimsin!…” diye söze başlayan kişilerin derinlerinde, pek çok sosyolojik ve psikolojik sorunları vardır. Ego’nun dışavurumu olan bu sözün arkasında, o kişi veya grubun; korku, öfke, kin ve nefrete dönüşmüş karmaşaları (kompleksleri) vardır. Ve bilindiği gibi: Nefret en büyük insanlık suçudur.

“Sen Kimsin!…” söylemine kaynaklık eden ilkel güç felsefesi; dünyada ve bizim coğrafyada, çokça zalimane uygulamanın gerekçesi olmuştur. İşte bilindik bazı uygulamalar: Köy, kasaba, şehir, bölge adlarını değiştirme/yasaklama… 
Kültür, müzik, isim, kimlik ve anadil yasaklama… Kürt, Arap, Ermeni, Rum, Hristiyan, Alevi, Solcu, Sosyalist, Komünist vb. diye kimlikleri ötekileştirme…  İnanç ve yaşam tarzı dayatma, aşağılama, kapıları işaretleme, mal-mülke el koyma, talan etme, yakma, yıkma, yaralama, öldürme, faili meçhuller, sürgün ve göçler…

İşte tüm bunlar; 1915’de,- Dersim’de,- 6-7 Eylül’de,- Maraş’ta, -Çorum’da, -Sivas’ta, - Roboski'de vb. nice yerde çocuk, genç, kadın, yaşlılara yaşatıldı, yaşatılıyor. 

***

Arno Gruen'in “İçimizdeki Yabancı (nefretin kökenleri)” adlı eserinden: 

✹ “Yabancılara duyulan nefretin, daima, insanın kendisine duyduğu nefretle bir ilişkisi vardır. Eğer insanlara acı çektirip onları aşağılamak istiyorsak önce kendi içimizdeki tiksindiğimiz şeylerle uğraşmalıyız…” (s. 9):
“Nazi zihniyetinin temelinde, insanların kimliklerini ellerinden alma hedefi bulunuyordu.” (s. 30) 
"İnsanlar kendi gerçek acıları için haykırmadıkları sürece, bir Hitler karşısında daima etkilenmeye açık konumda olacaklar.” (s. 37)    

***

“Sen Kimsin!…” sözünde faşist bir felsefe gizlidir. Bu söylemi daha çok 
özsever-kendisine âşık (narsist) olan kişi ve gruplar kullanır. Cesur oldukları için değil, daha korktukları ve kendilerine yönelecek olası tehlikeleri hissettiklerinde, ön almak için, bu söylemi haykırarak kullanırlar. "Mezarlıktan geçerken ıslık çalmak" gibi...

“Sen Kimsin!…” Bu söylem sahipleri ayrıca, “tekçi”, “yerli ve milli” anlayışlara sahiptirler. Onlar, insanların; inanç, kültür, politik görüş ve yaşam tarzlarını tornadan çıkmış aynılıkta olsun isterler. Onların küçük dünyalarında, farklılıklara yaşam hakkı yoktur ve başka sesleri duymak istemezler.

Oysa benzerlikler içinde bile, yaşamsal, inançsal ve genetik pek çok zıtlıklar, benzeşmezlikler vardır. Fiziksel, türsel, psikolojik, sosyolojik farklılıklar insanlığın ortak değerleri, zenginlikleridir. Bu değerleri değerbilmezlerin korkularından, öfkesinden, kininden, nefretinden korumak gerek. 



Sonuç:
Sanırım sıralanan acı yaşanmışlıkları,  bunlar olmamıştır deyip inkâr edecek hiç kimse yoktur. Mutlaka söze "ama-fakat-ancak" diye başlayıp olanları önemsiz gören, aklamaya çalışan, yorumlarımıza katılmayan kişiler de vardır. Bence onları onamasak bile, "bu onların görüşüdür" diye saygı duyup dinlemeliyiz. 

Şimdi geçmişe dönüp bu can yakan yaşanmışlıkları yok edebilmek mümkün olmadığına göre, yarınlarımız için yapabileceklerimizi belirlemeliyiz. Örneğin: 

OHAL ve KHK eşliğinde hâlâ devam edegelen tüm insanlık suçlarına son vermek, benzer suçları tekrarlamamak isteyenlere izin-fırsat vermemek... Bu amaçla, demokratik haklarımızı kullanarak birlik olmak karşı durmak...

“Sen Kimsin!…” sıradan, masum bir söylem değildir. Hele de, parmak sallayarak söyleniyorsa... Bu; çirkin, ırkçı, ayrıştıran, ötekileştiren ve nefret kaynağı olan  söylemler son bulmalı...


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

5 Ocak 2018 Cuma

Kurumları işlevsiz-plansız-denetimsiz Eğitim…

Diğer mesleklerde olduğu gibi biz öğretmenler de sokakta, misafirlikte, toplantılarda karşılaştığımızda, ortak yaşantı ve özlemi çağrıştıran “ah!, ah!” nidaları ile kucaklaşılarak sohbete ortam hazırlarız. Aslında geçmişi tüm yaşanmışlıklar (sevinç-üzüntü-başarı-başarısızlıkları) ile anımsamak kişiyi diri tutar ve herkese iyi gelir.

Sohbetin özel anılarından hemen sonra sıra daha genel mesleki anılara gelir. Böylece, bazen sevinç/özlem, bazen üzüntü içinde titrek dudaklar ve nemli gözlerle anımsanır tüm yaşanmışlıklar…

Eğer zaman varsa; günlük/haftalık/zümre/ünite/yıllık planlar, teftiş anıları, idari haksızlıklar, zümre (branş/dal) toplantıları da konuşulur. Ve böylece birbirini onaylayarak, tamamlayarak sürüp gider bu sohbetler.

Ayrıca "o" yılların ekonomik-sosyal-mesleki sorunları, günümüzle kıyaslanır. Sözcüklere vurgu yapa yapa; evet, o yıllarda da, yoksulluk, yolsuzluk, haksızlık, sürgün, tutuklama, işkence, katliam, sıkıyönetim ve 1402’likler vardı (denir, "ama" - "fakat" ile başlayan, (!) ünlem ve (?) soru ile sonlanan cümleler sıralanır.

Örneğin birisi şöyle diyebilir: “Ama/fakat o yıllarda bazı/bazen az da olsa; yargıçlar, savcılar, mahkemeler vicdanları ile karar verebiliyor, avukatlar savunabiliyor, Yargıtay, Danıştay, YSK denetleyebiliyor, vekiller parlamento kürsüsünde konuşabiliyor, radyo-TV-yazar-gazeteler gerçekleri anlatabiliyordu. Henüz tüm kurumlar tek kişiye bağlanmamış, tüm ülkede OHAL ilan edilip, parlamento yetkisiz ve etkisiz kılınmamış, sadece KHK’lerle yönetilmiyordu ki ülkemiz!…” 

Sohbette bulunan diğeri/diğerleri, bu sıralananları onaylar, hatta eklemelerle uzatabilir de… 

*** 

Bir meslek düşünün ki, onu geleceğe taşıyacak kurumları işlevsiz/kapatılmış, programları bilimsel, demokratik, laik değerlerden uzak,  çalışanları güvencesiz, özgüvensiz, sessiz, plansız, denetimsiz…

Hani ne yapacağı bilinmeyenleri anlatmak için “freni patlamış” derler ya tıpkı onun gibi olmuş, ülkemiz ve torunlarımızın geleceğine yön vermesi gereken eğitim ve eğitimcilik.  Meslekte 40 yıl çalışan biri olarak, şimdi "dışında" tutamıyorum kendimi.

Kuşkusuz tüm bu konular acısı ile tatlısıyla bizim mesleki ve insani sorunlarımız… Bugün sizinle bunlardan sadece ikisini konuşalım istedim.

Birinci konu: eğitimin yok edilen ve işlevsiz bırakılan kaynakları; köy enstitüleri, yüksek öğretmen okulları, öğretmen okulları/liseleri,  eğitim enstitüleri, anadolu liseleri, fen liseleri…

Ey, ülkenin bekası için nutuk atanlar!... Görün işte geleceğe vurulmuş en büyük darbe budur. Bu darbenin vurucu gücü de; 4+4+4, proje ve imam hatip okullarında yetişmekte olan dindar-kindar nesillerdir. Belki de haksızlık yaptım, elinde silahı olmayan, masum ve kurban seçilen bu çocuk/gençlere… Bu çocuk/gençler değil, onlara biat kültürü aşılayarak, cehaleti ülke geleceğine taşıyan failler ve onların dayattığı eğitimedir karşı duruşum. İşte bugünden bir örnek:

Devlet kurumu Diyanet'in fetvalarla, MEB'in böylesi davetlerle dayatmalarda bulunmaları, sizce, demokrasi, laiklik ve gelecek için en büyük tehdit, en tehlikeli silah değil mi?

İkinci konu: eğitimde planlar, teftiş ve denetim sistemi; Planlı olmak, sıradanlığı ortadan kaldıran ana güçtür. Planlı olmak, öğretmenin mesleğine, öğrencisine ve kendisine saygı gereğidir. 

Eğer gelişme ve kalkınmada en önemli alan AR-GE (araştırma geliştirme) ise, eğitimin de AR-GE’si  planlardır. Öğretmeni günceller, güçlendirir, güven verir, öğrenciye de ufuk kazandırır planlar. 

Meslek içinde planlı olmaya ve derse planlı girmeye sadece; her şeyi bildiğini sanan bazı öğretmenler karşı çıkar.  İşini sevmeyen, mesleki yetersizliği olan bu kişiler önce; “ders/konu/süre/amaç/imza...” gibi şekilci, içeriksiz ve işlevsiz bir hale getirdiler planları. Sonra da iktidar partisi içinde kendilerine benzer, eğitimci geçinen  politikacılardan  yardım alıp (popülistçe) yok ettiler planlı olmayı. Tıpkı beş yıllık kalkınma planlarına karşı olanların; “bize plan değil pilav lâzım…” dedikleri gibi...

Tüm hukuk sistemleri ve tüm yaşam alanlarında var olan denge denetim, ülkemiz eğitim sistemine resmi olarak 1826’da girmiştir. Bu teftiş ve denetimlerde amaç; eğitim odaklı etkili bir iletişim ile, öğretmeni işbaşında yetiştirmek, eğitime dinamizm kazandırmaktır.

AKP iktidarı, teftiş/denetim görevlisi olan müfettişleri, önce okullar ve dersliklerden uzaklaştırarak işlevsiz kıldı.  Sonra onları aynı işi yapıp farklı özlük haklarına sahip iki zıt gruba ayırmak için mülakat(!?) masaları kurdu... Oysa onlar denetim görevlisi bir müfettiş olmak için, nice sınavdan geçip gelmiş,  "liyakatlı" olduklarını kanıtlamışlardı. Tüm bu kazanımları yok sayıldı. (Şimdi onlara verilen iş, sadece ifade almak ve hoşa gidecek raporlar yazmak oldu.).

Peki, okullarda teftiş-denetim işini kimeler yapıyor?
- Okul imamı seçilen ehliyetsiz yöneticiler….  


***

Konumuz olan iki soruyu sorup, kısa bir cevap ile noktalayalım:

Eğitim kurumlar niçin kurulmuştu, nasıl işlevsiz kaldılar, neden kapatıldılar?

Eğitimde planlar, teftiş ve denetim sistemi niçin vardı, neden yok edildi?        

-Çünkü iktidar geleceği için;  düşünmeyen, soru/hesap sormayan, yorum yapmayan, planı olmayan, sadece biat edip, itaat eden dindar ve kindar nesiller istiyor.



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız