16 Haziran 2017 Cuma

Yavuzselimliler Mersin Erdemli’de…



İskenderun’dan başlayan otobüs yolculuğumuz Adana otogarında sadece yolcu indirip, yolcu almak için kısa bir beklemeden sonra sorunsuz olarak Mersin otogarında son buldu.

Erdemli’nin Ayaş Beldesi’ndeki buluşma yerimize gitmek için Silifke midibüsüne binmemiz gerekiyordu, öyle de yaptık. Şoförümüz, bir-iki yolcu alabilmek için tıpkı korku filmlerindeki gibi telaşlı ve akrobatik hareketlerle duraklara dalıp, çıkıyor, her an bir kazaya sebep olacak şekilde başka hatlardaki minibüslerle yarışıyordu. Diğer yolcuların homurdanmaları onların da benim gibi gerginlik yaşadıklarını, “yüreklerinin ağızlarına geldiğini” gösteriyordu. Şoför, bazı büyük duraklarda torpido gözüne sakladığı küçük bir kâğıt parçasını çıkarıp, oradaki “değnekçiye” imzalatıyor ve hemen miktarını bilemediğim metal paraları “haraç” olarak vererek yola devam ediyordu...

Erdemli'ye kadar devam eden bu korkulu yarış, bende büyük bir gerginlik yaratmış olacak ki; 1968-1971’li yıllarda görüp hayran kaldığım bu coğrafyada  görüp, yaşadıklarımı anımsayıp, günümüzle kıyaslama fırsatı bile vermemişti bana. 

İşte böyle bir psikoloji içinde iken, adeta ohhh!.. diyerek varmıştık buluşacağımız otelin kapısına…  

O koşuşturmalı ve korkulu yolculukta fırsat bulamamıştım, bari şimdi geçmişi anımsayıp günümüze gelmek; kıyaslamak, düşünmek, düşündürmek istiyorum kısaca. Siz de bana: “Sen okul buluşmasına gelmişsin, şimdi ne işin var geçmişte…” demeyin lütfen…   

O yıllarda; Mersin’den Erdemli’ye doğru yol alırken; solumuzda kocaman bir deniz, büyük büyük narenciye bahçeleri, sağımızda ise bahçelerin kenarlarına dizili küçük küçük şirin köy evleri, mahalleleri vardı.

Mevsimine, gününe göre, deniz dalgalarının; bazen huzur veren şıpırtılarını ve bazen çığlığa dönüşen iniltili sesini duyardınız. Rüzgâr, deniz dalgalarında yıkanır, nemi ve yosun kokusunu alarak, bahçelerdeki yeşillikleri, dalları, yaprakları, çiçekleri bazen okşar, bazen de sarsarak oralardan size; limon-portakal-mandalina-turunç-muzlardan aldığı karışımın hoş kokularını sunardı.

Peki, şimdi?!... Mersin’den Erdemli’ye kadar, Erdemli Çamlığı, Orman Kampı ve ODTÜ Kampüsü dışında hiç yeşil kalmış mı? Kale ya da hapishane duvarı gibi dizilmiş yüksek yüksek apartmanların, uzaklara attığı, görünmez kıldığı denizi görebiliyor musunuz?  Peki, "limonun başkenti” denen yerdeki limon bahçeleri nerede? Evet, ancak üç nokta ile noktalanır bu tür cevabı zor sorular.

***
Gelenekselleşmiş okul buluşmamızın bu yılki düzenleyicisi Mürüvvet Demirtaş daha doğrusu Nermin-Mürüvvet-Mehlika üçlüsü… Üçkardeş el ele verip, çok çalışmış, çokça yorulmuşlar… Tek amaçları ise, buluşmaya gelen bizleri rahat ettirmek…

Mürüvvet Demirtaş arkadaşımız; Erdemli'de bulunan bir özel okulun müdürü, ayrımsız olarak herkese güler yüzle hitap ettiği ve de güzel konuştuğu için hemen hemen her okul buluşmamızın değişmez sunucusudur kendileri. Otele giriş yapan hemen herkes gibi bizi de ışıldayan gözler ve güler yüzle karşıladı. Kuşkusuz onun da kendine özgü bir dünya görüşü var.  Ama O, 'herkesin görüşü ve inanışı kendi özelidir' diyenlerden… O, bir “Yavuzselimlili” olarak, “İNSAN” olmayı esas alan birisi…

Şimdi gel de günlük politikaya dokunma bakalım: Bugünlerde birbirine tahammülü olmayan kutuplara bölünmüş Türkiye'mizde, böylesi kişilere ne de çok ihtiyacımız var?...
  
***
Öğretmen, abi, abla, kardeş, arkadaş, eş ve torunlarımızın (4 nesil) bir arada olduğu bu buluşmada:

Birinci gün: Bu günümüz öğretmen ve arkadaşlarımızı arayıp bulma, özlem giderip, kucaklaşmalarla geçti. Bazen, karşınıza “Tanıdın mı?” diye çıkarılan birine bakar, “Tabi ama...” der, kekelersiniz, bazen de, çaktırmadan göğüslere asılı tanıtım kartlarına bakıp anımsamaya çalışır, belleğinizi zorlar ve başaramayınca da üzülürsünüz. Kolay değil, görüşmeyeli belki  50, belki daha fazla yıl olmuş, onu unutup silmişsiniz... Ama şimdi bir de o çocuk yıllar içinde anımsarsanız onu, 70’ine yaklaşmış bir çocuk olursunuz...  
İkinci gün: Organizatör Mürüvvet arkadaşımız, bizi planlanan yerlere taşıyacak olan taşıtların geç gelmesi yüzünden sıkıntılı anlar yaşadı. Fakat gecikmeli de olsa geldiler, bizi önce otelimize 3 km uzaklıkta ve Ayaş Beldesi’nin yaslandığı tepedeki “Kanlı divane” antik kentine götürdüler.

“Kanlı divane”; M.Ö:2. ile M.S:7. yüzyıllar arasında yaşamın devam ettiği bir yer olarak bilinir. Merkezindeki obruk (çöküntü) alanı ise; suçluların aslanlara yem olduğu yer... Alanın duvarında bir kaya mezarı ile çeşitli figürler bulunmaktadır. Obruğu çevresinde de; bina enkazları, yüzyıllara direnerek ayakta kalmış muhteşem oymalarla süslenmiş kapı girişleri, taş duvarları,  Zeytin İşleme Atölyesi, Kilise, anıtmezar ve lahitleri görürsünüz. 

Şöyle bir bakınır, düşünür sonra da; bu toprak, bu deniz, bu tarla, bu bahçe ve bu anıtları gereği gibi koruyamamanın mahcubiyeti içinde yanaklarınız alevlenir, üzülürsünüz… Buraları binlerce yıl öncesinden miras bırakanları hayal ederek; inancına, töresine, kimler olduğuna bakmadan saygı duyarsınız. 

Bu güzel ören yeri ziyareti sonrasında; meşhur Erdemli Çamlığı’ndaki piknik alanında dostlarla sohbet edip, peynirli dürümleri iştahla yedik, aşırı klorlu su ile yapılmış ayranları içemedik... Akşam yemeği sonrasında da söyleşi ve Silifke ekibi gösterileri… 
Üçüncü gün: Dünkü ören yerinden sonra bu gün de tarihe yolculuk var. Bu kez Tarsus’a… Eşim Dilek Toprak’la birlikte park yerinde bulunan (rast gele) bir midibüsün ön sırasına oturduk, içeride hiç kimse yoktu, sonra da kafilenin en neşeli taşıtı haline geldi bizimkisi.  Sınıf arkadaşım Vahdettin Kurt’un assolist olduğu Oltulular grubunun alkışçısı, sessizce, içten içe  söyleyeni olmuştuk. Gidiş ve dönüş yolunda sanki çocuk olduk, durmaksızın şarkı-türkü söyleyip,  neşeli, güzel bir yolculuk geçirdik.

Çukurova’nın tarihi başkenti Tarsus

Tarsus’ta St. Pier Kilisesi kalıntıları üzerine yapılmış olan Ulu Camii’nin avlusunda; Hazreti Adem'in oğlu Hz. Şit peygamber ile Lokman Hekim'in temsili mezarları ve Halife Memnu'nun mezarı bulunmaktadır. Yakınında da; Tarsus'a gelmesiyle, bölgedeki kıtlığın son bulduğu, bolluk ve bereketli yılların başladığı söylenen Hz. Danyal’ın (MÖ 4-5. yy.) mezarı kabul edilip halen kazı çalışmaları devam eden bir alan... ( Bu bilgileri bize, bir tur rehberi gibi anlatan cami imamı verdi). Tarsus Şelalesi’ni gezip Belediye aş evinde “kavurma-pilav” yedik… Sonra da Hıristiyan ile Müslümanlarca kutsal kabul edilen Eshabı Kehf (Yedi Uyurlar) Mağarası’na doğru yola çıktık, kapısına tam varmıştık ki, aniden ve şiddetli bir sağanak yağmura yakalandık, ıslandık, üşüdük ve Yedi Uyurlar Mağarası’na hızlıca girip çıktık. Zamanımız sınırlı olduğu için Çukurova’nın tarihi başkenti Tarsus’un pek çok yerini gezemeden noktaladık gezimizi.

Otelimiz; bol ve temiz olan yiyecek listesine (final gecemiz için) bir duble de içki eklemişti, isteyen içti isteyen paylaştı... Öğretmen ve bazı arkadaşlarımız ortak yaşanmışlıklarımızı dillendirerek duygulu anlar yaşatırken, horon, bar ve solo türkülerle de coşkulu anlar yaşadık.

Nermin-Mürüvvet-Mehlika üçlüsü, son gecemizde sürpriz yaparak bir ilke imza attılar: “Palandöken Aydınlığı Yavuz Selim Öğretmen Okulu” isimli bir 50. yıl dergisi çıkarmışlar, böylece bazı anılarımızı yazılı hale getirerek kalıcı kılmışlar. Ve bu dergiyi tüm katılanlara ücretsiz dağıtma inceliğini gösterdiler…

Yarın grubumuzun ayrılık günü... O gece, seneye Trabzon’da buluşalım kararı alındı, fotoğraflar çekildi ve güzel dileklerin sıralandığı vedalaşmalar yapıldı. Yani, yarını beklemeden ayrılığı geceden başlatıverdik…



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

9 Haziran 2017 Cuma

Amanos Dağının İki Yakasında...

 

Uçağımız, Nur Dağları, Gâvur Dağları ve  Amanos Dağları olarak bilinen sıradağın üzerinden uçuyor ve sanki dağa tepeden bakarak, korkutup, küçümsemek, gözdağı vermek ister tavırlar içinde homurtular çıkarıyordu. 

Çok hızlı yol aldığı için bu meydan okuyan tehditkâr tavırları uzun sürmedi. Fakat şimdi de aynı tavırlarını Amik Ovası'nı turlayıp uçarken  yineliyordu. 

O Amik ovası ki; üstünde ve altında yaşattığı canlılarla birlikte, yüzlerce dönüm verimli toprağı, uçaklar daha rahat inip kalksın diye işgal edilmiş, betonlaştırılmış… 

Bizim uçak, "hem suçlu, hem de güçlü..." edasıyla tepeden bakıp uçarken, ben eşim Dilek Toprak'ın sağındaki küçük yuvarlak pencereden izliyor ve düşünüyordum. 

İşte böylesi bir gösteri ve büyük bir hışım ile pek çok medeniyete beşik olmuş Amik Ovasındaki “Hatay Hava Alanı”’na inivermişti uçağımız

İnsanlar uçaksız hayatın zor olacağını anladıkları için artık alışmıştı, bu hem suçlu, hem de güçlüye… 

Fakat gönül isterdi ki; "İnip kalkarken uzun uzun turlar atmayan, helikopter gibi hooop diye iniveren ve durduğu yerden hoop diye havalanıp kalkabilen” uçaklar olsun. 

Böylece, bu olmazsa olamaz alanlar için; dünya ve ülkemizde, daha az canlı, cansız çevre katliamı yaşanır, daha az tarım alanı betonlaşırdı. 

Biliyorum bu "hoop  havalanıp, inebilen " uçaklar er ya da geç olacak, ama ne zaman bilinmez… 
 ***
Birinci gün:
Ben bu hayalleri kurup, alanla, uçakla uğraşırken; bavullarımız da kimi düz, kimi ters takla atarak, banda düşmüştü, hemen alıp çıkışa yöneldik. 

İskenderunlu Saniye Apaydın arkadaşımız bizi karşılamaya gelmişti, selamlaşma ve kucaklaşmadan sonra; “hazır yakına gelmişken” Antakya’yı gezme teklifinde bulundu. (O Antakya ki, tüm inanç merkezlerini yan yana sıralayabilmiş, geçmişte de, günümüzde pek çok farklı kimlik ve inanç sahiplerini barış içinde bir arada yaşatabilmiş …) 

Bu teklifi coşku ile kabul ettik, pazartesi günleri müzeler kapalı olduğundan, 2-3 saatlik zamanımızı, tarihi dokusu değiştirilmeyen ve yaşamın sürdüğü eski kent merkezini  gezerek geçirdik. 

Gezi kısa da olsa, Antakya hakkında söylenenlerin gerçekliğini, sokaklara yansımış tarihi dokudan ve insanların yüzlerinden anladık.

Sonra da, bir yakasına Asi Nehri’nin hayat verdiği Amik Ovası ve Antakya’yı, diğer yakasına da İskenderun ile denizi alarak onların buluşmalarına engel olan Amanos Dağlarını tırmanmaya başladık.

Yukarılarda sıralanmış pervaneler rüzgar enerjisi üretmek için devamlı dönüyordu (ince-uzun, sakallı, şövalye Don Kişot’u anımsadım)... 

Dağın zirvesini biraz aşıp inişe geçince Belen’e, oradan da kıvrıla kıvrıla iniverdik İskenderun’a…

İskenderun bir ilçe fakat görenlere; hem ekonomik, hem de sosyal gelişmişliği bakımından "il olmayı hak ettiğini"  düşündüren bir şehir. 

Amanos’un orman içindeki yemyeşil köyleri ve bıçakla kesilmiş gibi görünen yüksek-derin-ayrık-kayalara yaslamış, Akdeniz’in ışıl ışıl körfezine göz kırpan bir cennettir İskenderun…

Fakat modaya uyularak bu cennettin tarihi dokusu ve bitek toprakları betonlaşmış.

Denizin sağlayacağı ucuz ulaşım için hiç uğraş verilmemiş, demir çelik sanayisinin körfeze saldığı zehirlerle yok edilen eko sistemi canlandıracak çareler aranmamış, rant için ha bire inşaat yapılmış ve egzoz gazını çoğaltmanın peşine düşülmüş…

Hüseyin Apaydın arkadaşımız bizi, evinin kapısında çok samimi olarak karşıladı ve bir çırpıda yazlıklarındaki acil onarım nedeniyle havaalanına gelemediğini de söyledi.

Üç cephesi de denize bakan güzel evlerinin tüm oda ve birimleri zevkle donatılmış, odalarından en büyük olanını da bize ayırmışlar. Akşam ve sabahları balkonda deniz havası alarak, sofrada bulunan yöreye uygun nefis ürünleri tadarak, unutulmaz sohbetlerimiz oluyor.

***
İkinci gün:
Saniye arkadaş, bugün bizi kıyı kıyı giderek Arsuz’a götürmeyi düşünmüş, bizim görüşümüzü sordu “siz nasıl isterseniz” diyerek kabul ettik. Arsuz ilçe merkezi İskenderun’a 33 km uzaklıkta. Bu güzergahta yazlıklar yoğun ve denizin daha temiz... Tarihi doku korumadan, verimli topraklar hiç düşünülmeden, sadece yüksek getiri sağlasın diye, İskenderun şehri yüksek katlı binalar/siteler dikilerek  buralara  doğru genişletilmiş... 

Okullar tatil olmadığı için  yazlıklardaki hayat henüz başlamamıştı. Fakat yeni sezona hazırlık için onarım ve yenileme çalışmaları hızla devam ediyordu.

Arsuz'a geldik. Eski yıllarda  yaşayan nüfusun büyük çoğunluğu Hıristiyan Ortodokslardan oluştuğu için burası; “Hıristiyan Köyü” olarak anılırmış. Fakat zamanla Almanya, İsviçre ve Fransa’ya göçler başlamış… Şimdi ise; Müslüman, Hıristiyan, Yahudi inancında olanların bir arada yaşadığı, pek çok dilin konuşulduğu, her kültürün kendi mutfak ve zanaatlarını sunduğu şirin bir ilçedir burası.  

Arsuz’u çok sevdim. Hele hele Amanos’un tepelerinden çağlayarak, çoğalarak gelmenin yorgunluğunu çıkarırcasına durgunluk/dinginlik içinde, yeşil ile mavinin iç içe geçmiş tüm muhteşem tonlarını yakalamış olarak, etrafa coşku ve sevinç salan Uluçınar (Arsuz) Nehri’nin tatlı sularını Akdeniz’e akıtışı... 

Hani, İstanbul boğazındaki yalıların kıyıyı kuşatmakla yetinmez, bir de boğazın sularını yoldan geçenlerden gizlemek için yüksek duvarlar yaparlar ya, böylesi bir durum yok burada… Aslında burada da, nehrin etrafında boğazdaki yalıları aratmayacak köşkler, balıkçı ve gezi tekneleri sıralanmış, fakat bu güzelliklere bakmak yasaklanmamış hiç kimseye… 

 ***

Üçüncü gün: 
Bugün gündem yoğun ve yolumuz yaylalara/dağlara doğru. Yeşillikler arasındaki Soğukoluk'u geçip İskenderun ve denize yukarıdan bakan tepelere varıyoruz. Güneş şimdi aşağılardakileri yakarken, biz hırkalarımızı giymek istiyoruz. Kısa süreli bir çevre gezisi ve piknik yaptıktan sonra Payas ilçesine gitmek için inişe geçiyoruz.

Anadolu ile Ortadoğu’yu birbirine ve Akdeniz'e bağlayan Payas, insanlık tarihi boyunca; kalesi, kervansarayı ve limanı ile nice savaşa/barışa tanıklık, pek çok komutana, krala ev sahipliği yapmıştır. Bugün bakımsız ve hak ettiği turistik merkez olamamışsa da Payas, geçmişten günümüze önemli miras olan: Payas Kalesi (Onarım ve tadilat yok fakat Kale kapalı!...), Cin Kulesi ve Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi (Belediyenin bazı hizmet birimleri yerleşmiş)... Burada ve ayaktalar… Hakları olan değeri alacak günü bekliyorlar.

İşte böyle önemli bir kültür ve buluşma noktası iken Payas, bu tarihi geçmişi ile ünlenip, öne çıkamamış, bir turizm merkezi olamamış... Fakat 1970’li yıllarda İskenderun Demir ve Çelik Fabrikası ve yan kuruluşlarının kurulması ile bireden bire sanayi merkezi oluvermiştir. Tabi bu büyüme/gelişme sonrasında; tarım bitmiş, karada ve denizde çevresel sorunlar artarak devam eder olmuş… 

***

Dördüncü gün:
Bugün 18 Mayıs, okul buluşmamız için Mersin-Erdemli’ye yolculuk var. Yolculuk saatine kadar da İskenderun meydanını dolaştık, fotoğraflar çektik ve Samandağ'da üretilen ipekli ürünleri satan "Madam Seta" isimli dükkâna gittik. Dükkân sahibi Sibel Keskin (Saniye'nin arkadaşı); çevre sorunlarına duyarlı, o coğrafyanın kültürü hakkında bilgili, ipekböcekçiliğini geliştirmek isteyen, ipek üretimi, dokuması ve pazarlaması hakkında projeleri olan çok istekli genç bir işkadını. Çay içerken sohbet edip, ahbap olduk... 

İşte böyle, Apaydın ailesi bize misafirlikten öte güzel bir turizim turu düzenledi. Bizim dostlarımıza yorgunluk yaşatan misafirliğimiz de bitti nihayet, onlara teşekkür ederek vedalaştık. Ve Erdemli'de “Yavuzselimlili” arkadaşlarımızla buluşup başka güzel günler geçirmek umuduyla yola çıktık...



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız