Uçağımız, Nur Dağları, Gâvur Dağları ve Amanos Dağları olarak bilinen sıradağın üzerinden uçuyor ve sanki dağa tepeden bakarak, korkutup, küçümsemek, gözdağı vermek ister tavırlar içinde homurtular çıkarıyordu.
Çok hızlı yol aldığı için bu meydan okuyan tehditkâr tavırları uzun sürmedi. Fakat şimdi de aynı tavırlarını Amik
Ovası'nı turlayıp uçarken yineliyordu.
O Amik ovası ki; üstünde ve altında yaşattığı canlılarla birlikte, yüzlerce
dönüm verimli toprağı,
uçaklar daha rahat inip kalksın diye işgal edilmiş, betonlaştırılmış…
Bizim uçak, "hem suçlu, hem de güçlü..." edasıyla tepeden bakıp uçarken, ben eşim Dilek Toprak'ın sağındaki küçük yuvarlak pencereden izliyor ve düşünüyordum.
İşte böylesi bir gösteri ve büyük bir hışım ile pek çok medeniyete beşik olmuş Amik
Ovasındaki “Hatay Hava Alanı”’na inivermişti uçağımız.
İnsanlar uçaksız hayatın zor olacağını anladıkları için artık alışmıştı, bu
hem suçlu, hem de güçlüye…
Fakat gönül isterdi ki; "İnip kalkarken uzun uzun turlar atmayan, helikopter gibi hooop diye iniveren ve
durduğu yerden hoop diye havalanıp kalkabilen” uçaklar olsun.
Böylece, bu
olmazsa olamaz alanlar için; dünya ve ülkemizde, daha az canlı, cansız çevre katliamı yaşanır, daha az tarım alanı betonlaşırdı.
Biliyorum bu "hoop havalanıp, inebilen " uçaklar er ya da geç olacak, ama ne zaman bilinmez…
Biliyorum bu "hoop havalanıp, inebilen " uçaklar er ya da geç olacak, ama ne zaman bilinmez…
***
Birinci gün:
Ben bu hayalleri kurup, alanla, uçakla uğraşırken; bavullarımız da kimi düz,
kimi ters takla atarak, banda düşmüştü, hemen alıp çıkışa yöneldik.
İskenderunlu Saniye Apaydın arkadaşımız bizi
karşılamaya gelmişti, selamlaşma
ve kucaklaşmadan sonra; “hazır yakına gelmişken” Antakya’yı gezme teklifinde
bulundu. (O Antakya ki, tüm inanç merkezlerini yan yana sıralayabilmiş, geçmişte
de, günümüzde pek çok farklı kimlik ve inanç sahiplerini barış içinde bir arada
yaşatabilmiş …)
Bu teklifi coşku ile kabul ettik, pazartesi günleri müzeler kapalı olduğundan, 2-3 saatlik zamanımızı, tarihi dokusu değiştirilmeyen ve yaşamın sürdüğü eski kent merkezini gezerek geçirdik.
Gezi
kısa da olsa, Antakya hakkında söylenenlerin gerçekliğini, sokaklara yansımış tarihi
dokudan ve insanların yüzlerinden anladık.
Sonra da, bir yakasına Asi Nehri’nin hayat verdiği Amik Ovası ve Antakya’yı,
diğer yakasına da İskenderun ile denizi alarak onların buluşmalarına engel olan Amanos Dağlarını tırmanmaya başladık.
Yukarılarda sıralanmış pervaneler rüzgar enerjisi üretmek için
devamlı dönüyordu (ince-uzun, sakallı, şövalye Don Kişot’u anımsadım)...
Dağın zirvesini biraz aşıp inişe geçince Belen’e, oradan da kıvrıla
kıvrıla iniverdik İskenderun’a…
İskenderun bir ilçe fakat görenlere; hem ekonomik, hem de sosyal gelişmişliği bakımından "il olmayı hak ettiğini" düşündüren bir şehir.
Amanos’un orman
içindeki yemyeşil köyleri ve bıçakla kesilmiş gibi görünen yüksek-derin-ayrık-kayalara yaslamış, Akdeniz’in ışıl ışıl körfezine göz kırpan
bir cennettir İskenderun…
Fakat modaya uyularak bu cennettin tarihi dokusu ve bitek toprakları betonlaşmış.
Denizin sağlayacağı ucuz ulaşım için hiç uğraş verilmemiş, demir çelik sanayisinin körfeze
saldığı zehirlerle yok edilen eko sistemi canlandıracak çareler aranmamış, rant için ha
bire inşaat yapılmış ve egzoz gazını çoğaltmanın peşine düşülmüş…
Hüseyin Apaydın
arkadaşımız bizi, evinin kapısında çok samimi olarak karşıladı ve bir çırpıda yazlıklarındaki acil
onarım nedeniyle havaalanına gelemediğini de söyledi.
Üç cephesi de denize bakan güzel evlerinin tüm oda ve birimleri zevkle donatılmış, odalarından en büyük olanını da bize ayırmışlar. Akşam ve sabahları balkonda deniz havası alarak, sofrada bulunan yöreye uygun nefis ürünleri tadarak, unutulmaz
sohbetlerimiz oluyor.
***
İkinci gün:
Saniye arkadaş, bugün bizi kıyı kıyı giderek Arsuz’a götürmeyi
düşünmüş, bizim görüşümüzü sordu “siz nasıl isterseniz” diyerek kabul
ettik. Arsuz ilçe merkezi İskenderun’a 33 km uzaklıkta. Bu güzergahta yazlıklar
yoğun ve denizin daha temiz... Tarihi doku korumadan, verimli topraklar hiç düşünülmeden, sadece yüksek getiri sağlasın diye, İskenderun şehri yüksek
katlı binalar/siteler dikilerek buralara doğru genişletilmiş...
Okullar tatil olmadığı için yazlıklardaki hayat henüz başlamamıştı. Fakat yeni sezona hazırlık için onarım ve yenileme çalışmaları hızla devam ediyordu.
Okullar tatil olmadığı için yazlıklardaki hayat henüz başlamamıştı. Fakat yeni sezona hazırlık için onarım ve yenileme çalışmaları hızla devam ediyordu.
Arsuz'a geldik. Eski yıllarda yaşayan nüfusun büyük çoğunluğu Hıristiyan
Ortodokslardan oluştuğu için burası; “Hıristiyan Köyü” olarak anılırmış. Fakat
zamanla Almanya, İsviçre ve Fransa’ya göçler başlamış… Şimdi ise; Müslüman,
Hıristiyan, Yahudi inancında olanların bir arada yaşadığı, pek çok dilin konuşulduğu,
her kültürün kendi mutfak ve zanaatlarını sunduğu şirin bir ilçedir burası.
Arsuz’u çok sevdim. Hele hele Amanos’un tepelerinden çağlayarak,
çoğalarak gelmenin yorgunluğunu çıkarırcasına durgunluk/dinginlik içinde, yeşil
ile mavinin iç içe geçmiş tüm muhteşem tonlarını yakalamış olarak, etrafa coşku
ve sevinç salan Uluçınar (Arsuz) Nehri’nin tatlı sularını Akdeniz’e akıtışı...
Hani, İstanbul boğazındaki yalıların kıyıyı kuşatmakla yetinmez, bir de boğazın sularını yoldan
geçenlerden gizlemek için yüksek duvarlar yaparlar ya, böylesi
bir durum yok burada… Aslında burada da, nehrin etrafında boğazdaki yalıları aratmayacak köşkler, balıkçı ve gezi tekneleri sıralanmış, fakat bu güzelliklere bakmak yasaklanmamış
hiç kimseye…
***
Üçüncü
gün:
Bugün gündem yoğun ve yolumuz yaylalara/dağlara doğru. Yeşillikler
arasındaki Soğukoluk'u geçip İskenderun ve denize yukarıdan bakan tepelere
varıyoruz. Güneş şimdi aşağılardakileri yakarken, biz hırkalarımızı giymek
istiyoruz. Kısa süreli bir çevre gezisi ve piknik yaptıktan sonra Payas ilçesine gitmek için inişe geçiyoruz.
Anadolu ile Ortadoğu’yu birbirine ve Akdeniz'e bağlayan Payas, insanlık
tarihi boyunca; kalesi, kervansarayı ve limanı ile nice savaşa/barışa tanıklık,
pek çok komutana, krala ev sahipliği yapmıştır. Bugün bakımsız ve hak ettiği turistik merkez olamamışsa da Payas, geçmişten günümüze önemli miras olan: Payas Kalesi (Onarım ve tadilat yok fakat Kale kapalı!...), Cin
Kulesi ve Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi (Belediyenin bazı hizmet birimleri yerleşmiş)... Burada
ve ayaktalar… Hakları olan değeri alacak günü bekliyorlar.
İşte böyle önemli bir kültür ve buluşma noktası iken Payas, bu tarihi geçmişi
ile ünlenip, öne çıkamamış, bir turizm merkezi olamamış... Fakat 1970’li yıllarda İskenderun Demir
ve Çelik Fabrikası ve yan kuruluşlarının kurulması ile bireden bire sanayi merkezi oluvermiştir. Tabi bu büyüme/gelişme sonrasında; tarım bitmiş, karada ve denizde çevresel
sorunlar artarak devam eder olmuş…
***
Dördüncü
gün:
Bugün 18 Mayıs, okul buluşmamız için Mersin-Erdemli’ye yolculuk var. Yolculuk
saatine kadar da İskenderun meydanını dolaştık, fotoğraflar çektik ve Samandağ'da
üretilen ipekli ürünleri satan "Madam Seta" isimli dükkâna gittik. Dükkân sahibi Sibel Keskin (Saniye'nin arkadaşı); çevre sorunlarına duyarlı, o coğrafyanın kültürü hakkında bilgili, ipekböcekçiliğini
geliştirmek isteyen, ipek üretimi, dokuması ve pazarlaması hakkında projeleri olan çok istekli genç bir işkadını. Çay içerken sohbet edip, ahbap olduk...
İşte böyle, Apaydın ailesi bize misafirlikten öte güzel bir turizim turu düzenledi. Bizim dostlarımıza yorgunluk yaşatan misafirliğimiz de bitti nihayet, onlara teşekkür ederek vedalaştık. Ve Erdemli'de “Yavuzselimlili” arkadaşlarımızla buluşup başka güzel günler geçirmek umuduyla yola çıktık...