12 Haziran 2020 Cuma

YAYLAMIZ “DEŞTA ZENAN” (9)


Köyümüzde her hanenin birkaç koyunu, çok sayıda keçisi olurdu. Çünkü meramız keçi beslemeye daha uygundu. Yaylaya gidildiğinde, tüm komşular keçi ve koyunlarını birleştirerek bir sürü oluştururdu. Hazırlanan sıraya göre o gün kim şivan ise, sürü ona teslim edilirdi. 

Yayladaki ilk bir-bir buçuk aylık süre içinde şivanlar, sürüyü süt sağımı ve yavrularla buluşturmak için öğlen ve akşamları herkesin kapısına getirirdi. Hayvanları karşılan sahipleri gelen-gelmeyen yoklaması ve yavru payı bırakacak şekilde süt sağımını yapar, sonra da yavruların olduğu barakanın kapısını açarak ana ve yavruları buluşturdu.

İşte o anda yavruların çığlıkları ile onları özleyip doyurmak isteyen anaların yalvarırcasına melemeleri, heyecanla koşuşturup, yavrularına seslenerek aramaları ve kısa zaman içinde birbirlerini koku, ses ve hisleriyle bulmaları, buluşmaları... Buluşma anında birlikte yaşadıkları sevinç-coşku... Buluşurken anne ve yavruların yalanarak selamlaşması, konuşması, coşku içinde özlem gidermesi... Bu görsellik ve orkestra,  izleyen, dinleyen herkese  hoş anlar yaşatır, onlarda hayranlık ve hayret uyandırırdı. Zaten o oğlak ve kuzular doğdukları günden beri zıplayıp oynayarak, anlamlı anlamlı meleyerek; evlerin, sokakların, köyün, şimdi de yaylanın neşe kaynaklarıydı. 

Mayıs ayının sonuna doğru oğlak ve kuzular artık büyümüş, karınları da yayla ovasında yedikleriyle doymuş olurdu. İşte bu düşünce ile öğleyin süt sağımı için gelecek olan annelerle yavruların  buluşmaları engellenirdi. Ayrıca ; öğleyin süt sağımı için gelecek olan sürü artık herkesin xircit (yayla evi) kapısına değil de, tam karşıdaki yayla düzünde olan derenin kıyısına, oradaki söğüt ağaçlarının gölgeliğine getirilir ve böylelikle Bêrî ile Bêrîvan zamanı da başlamış olurdu.


Bêrî û Bêrîvan

Bêrî, Kürtçede değişik anlamları olan ve çok kullanılan bir sözcüktür. Keçi ve koyunların kırda sağıldığı yer (su ve gölgeliği olan). / Keçi ve koyunları sağmak, /  hasret, özlemek, özleyiş, sıla hasreti, bir daha görmek, kavuşmak arzusu, ... anlamındadır.


Bêrîvan ise bêrî alanındaki keçi ve koyunları sağmaya giden kadın demektir. Her genç kadın ve genç kız bêrî için; en güzel giysilerini giyer, saçlarını tarar, belinden aşağı uzanan örüklerine şekil verir, kokular sürünür ve içi pırıl pırıl kalaylı uzun saplı bakır bakracı eline alarak yola çıkardı. Daha bêrî alanına varmadan diğer bêrîvan arkadaşları ile buluşur ve hep birlikte hem oynar hem de klam söyleyip coşku içinde buluşma yerine varırlardı. Bu da henüz yeni yeni genç kız olmaya başlayanların; kendisini tanıtıp kanıtlaması, öz güven kazanması ve sosyalleşmesi için önemli bir ortam hazırlardı.

Buluşma yerine varıldığında eğlence bitmiş artık herkesin kendi işi için 
koşuşturması başlamıştır . Herkes sürü içine dalar, kendi keçi ve koyunlarının gelip gelmediğini kontrol eder. Bulduklarıyla konuşur, diğerlerini isimleri ile çağırır, arar, bulur ve süt sağımı yaparak işini bitirdi. Bazen koca sürü içindeki  birkaç hayvanını bulamaz, birkaç tur yaptıktan sonra bulur, bazen de hiç bulamaz, hayvanı dağda kalmış, kaybolmuş, belki de kurtlara yem olmuştur!... 

Birden bire önceki neşeli, mutlu, coşkulu hava bitmiş yerini coşkusuz, üzgün, mutsuz, korku ve yorgunluk dolu bir hava almıştır. Zaten gün yarısı, tepedeki güneşin en yakıcı saatleri, hayvanların çıkardığı sesler, kokular, yerden yükselen tozlar bunaltıcılığı varken, üstüne bir de hayvanların kayıp olması yüklenmiştir. 

Bu psikoloji ile hemen koşar o günkü şivanın yanına ve korkularına dair; ne oldu, ne olmuş olabilir, başkasının da kayıpları var mı... türü soruları sıralardı. Eğer şivan haberi ilk olarak şaşırır, üzülür ve kayıplara neden olabilecek durumları düşünür taşınır. Hangi vakit nerelerde bu kayıplar olabileceği hakkında görüşlerini söylerdi. Sonra toplanmaya başlardı diğer kayıp hayvan sahipleri...

Güle oynaya gelmiş oldukları bugünkü bêrî, bazı bêrîvanlara zehir olmuştur artık. Hemen bakraçlardaki sütü eve götürür, durumu anlatır ve ya kendisi  ya da evden başka biri kayıpları olan komşularla buluşup şivanın söylediği yerlere hayvanlarını aramaya giderlerdi...

Şimdi yazımızı noktalayıp, başka konuları gelecek haftalara bırakalım.


Diğer yazılarım için: tıklayınız
     




10 Haziran 2020 Çarşamba

DOĞU SİNEMASI ve KAR YOLCULARI


Öğretmen-Gazeteci-Yazar olan Nermin Ergenekon’un Nisan 2019'da çıkan “Doğu Sineması” adlı az sayfalı dev eserini henüz okudum. Eserin tamamı 74 sayfa, içinde de: “Doğu Sineması” ve "Kar Yolcuları" adlı iki öykü var. Hani 'bir çırpıda, soluksuz olarak okunabilecek kitap' derler ya işte onlardan...

Bu az sayfalı dev eserin ilk öyküsü: "Doğu Sineması" (Erzurum, bu sinema ile  1939 yılında tanışır.). 

Bu öyküde, Sinemacı Refik başkahraman, Doğu Sineması ise odak mekan gibi görünse bile, okudukça öykünün çok kahramanı ve çokça mekanının olduğunu görürsünüz. Erzurum'un; Taş Mağazaları, Çifte Minareleri, Kümbetleri, Cumhuriyet Caddesi, ... İstasyonu ve bunları çevreleyen mahalle ile sokaklardaki örtük-saklı hayatlar... 

Okudukça, yaşamımda çokça izi olan Erzurum'a yeniden gittim...  
  
Okudukça, sanki öykünün bir kahramanı oldum, rüya-hülya karışım duygularla; Doğu Sinemasında henüz film başlamamış, taş fırının nefis lahmacunlarını yiyor, bir maşrapa ayranı içiyor, herkes gibi ben de elime "sımışka" dolu bir külahı alıp sinemaya giriyor, koltuğa yerleşerek beyaz perdenin canlanmasını bekliyorum. Sonra da tıpkı ormana salık keçilerin çıkardığı seslere benzer "sımışka çıt çıtları" ile izlediğimiz filmin efektleri karışınca oluşan durumu anımsıyorum...     

Bu az sayfalı dev öykünün, çocuk, dede, nene, kadın, esnaf, hamal, kahveci, faytoncu, asker, bürokratgenelev kadını gibi  8-10 yaştan 80’li yaşlara kadar pek çok kahramanı var. Bu öyküde; hak ve özgürlüğü olmadan kocalarına, babalarına, erkeklere bağımlı olarak yaşamaya mahkûm edilmiş, çaresiz, suskun, kaderci, öfkeli kadınların; avazları, sessiz çığlıklarını var...

Öykü,“Doğu Sineması”nı odak yaparak sizi tüm örtük kalmış olaylarla, onların 'gün görmemiş' kahramanlarıyla tanıştırıyor. Bugün bile yaşam ve dünyaya bakışları pek değişmeyen bu acınası durumdaki emekçiler, çocuklar, kadınlar düşündürüyor sizi.  

Kısacası bu öykü; Erzurum’un kılcal damarlardaki bazı "dokunulmaz" alanlara dokunuyor. Bunu yaparken hem geçmişin hayal olmayan gerçek yaşanmışlıklarını kanıt olarak sunuyor, hem de günümüze kadar süregelen gerçeklere ayna tutuyor.  

Evet, bu az sayfalı dev bir öykü... Çünkü bu öykünün her paragrafında bir romana yetecek içerik var. Çünkü öyküdeki her kahraman, başrol oyuncusu olacak bir donanıma sahip.

***
Bu az sayfalı dev eserin ikinci öyküsü de "Kar Yolcuları"...

Güçsüz düşmüş Osmanlı Sarayının, güçlü komutanı damat Enver Paşa'nın, artı ve eksileri düşünmeden "Büyük Turan" hayaliyle, Çarlık Rusya’sına baskın bir savaş açmak isteği vardır. Öykü, o süreçte askerlerin ve halkın yaşadıklarını anlatıyor (ancak; öyküde, Enver Paşa konusuna hiç yer verilmemiş, bence kısa da olsa yer vermeliydi).

"Sarıkamış Harekâtı" olarak bilinen bu olay, 1914 Aralık ayında (tam da acımasız kış şartlarında) ilan edilen seferberlikle başlar. Yurdun her yerinden akın akın gelen on binlerce asker Allahuekber Dağı'na varır, düşmanla hiç karşılaşmaz,  sadece doğa ile savaşıpkar, soğuk, fırtına ve açlığa yenik düşüp donarak ölürler. Bu olay ülke çapında büyük acılar yaşatır ve tarihimize de kara bir sayfa olarak geçer.

"Kar Yolcuları" öyküsü; Erzincan-Erzurum-Bingöl sınırındaki 80 haneli bir Kürt köyü olan Başköy'de geçer. (Ermenilerin de yaşadığı bu köyde, tehcir sonrasında sadece üç yaşlı Ermeni kalmıştır).  Başköy'ün 43 erkeği askere alınınca, köyde  sadece kadın, çocuk, yaşlı ve sakatlar kalmıştır. 

O faciadan ağır yaralı olarak kurtulan Aras, babası ve köyün feodal ağası olan Beran Ağa'ya, olayı şöyle özetler: “Karşımızda düşman görmedik ki savaşalım. Dağa taşa sığmayan bu kadar canı Urus öldürmedi, soğuk öldürdü Ağam… Koskoca Alahuekber’de kardan, buzdan donmuş onbinlerce civan asker vardı. Payitahtın onları giydirecek parası yok muydu?  Onlara zulmü, katliamı Uruslardan önce payitaht yapmıştır Ağam.”

Eğer bu öyküyü okursanız, o günlerde ve sonrasında Başköy ile yakın çevrede yaşanan unutulmaz trajik olayları daha iyi anlarsınız. 

* 
Okuduğunuz, gördüğünüz, dinlediğiniz bir eser, sizi kapsam alanına alıp, içinizde çağrışımlar yaptığı, hayatınıza dokunduğu kadar etkili ve önemlidir. 

Nermin Ergenekon, (öğretmen-gazeteci-yazar) kimliklerinin verdiği kazanımlar ve becerileriyle yazdığı bu iki güzel öyküye isim verirken, bu kurala uymuş: “Doğu Sineması” ile Erzurumlu ve Erzurum'a  yolu düşenlere, "Kar Yolcuları" ile de ülkedeki herkese seslenip dokunmak istemiş. Ama bu eser okundukça sınır tanımadan herkesi kucaklayacak. 

Bence yazar, yazmaya devam etmeli...  

Diğer yazılarım için: tıklayınız


5 Haziran 2020 Cuma

YAYLAMIZ “DEŞTA ZENAN” (8)

Yaylada Kışa Hazırlık: 

Yaylada yaklaşık 3-4 ay kalırdık, bu sürede yapılan iş ve hazırlıkların hemen hepsi, ev halkını ve hayvanları önümüzdeki aylarda başlayacak olan çok uzun ve sıkıntılı kış aylarına hazırlamaktı. Bu amaçla; Yayla evinde, yağ, çökelek, pastikan (birkaç gün bekletilen tuzlu ayranın kaynatılması ile elde edilen ve keçi postu içinde bekletilen yağsız ekşimik) vb. gibi yiyecekler, bir de Doğadan toplanan; Keleng, kevlo, anıx, güni, êzing gibi ürünler üretilip stoklanırdı.  


Keleng-Kevlo-Anıx-Güni-Êzing  


Keleng (kenger)bol dikenli ve her mevsimde ayrı işlevi olan bir bitki. Bu bitkinin, 5-6 yaşındaki çocuktan tutun da en yaşlı insanımıza kadar herkesin hayatında yeri vardır ve  çok sevilir. Bazı bölgelerde kelenge, sakız otu da derler. 

Yayla ovamız ile dağ ve tepelerin arasında kalan taşlık alan, yaz aylarında adeta bir keleng tarlasına dönüşürdü. Kelengler Nisan ayında henüz yeni filizlenmiş iken, biz onları sivri uçlu çubuklarla kökleriyle birlikte söker, zar şeklindeki kabuklarını soyar ve yerdik. Sütü pıhtılaşarak kuruduğunda da bize sakız olurdu. Birkaç hafta içinde kelengler büyür dal-budak salar, dikenleri daha delici, sütleri daha bol olurdu. Bu kez biz de onların toprak üstü kısımlarını keser, küçük bıçaklarla dikenlerini ayıklayıp zevkle yer ve evdekilere de götürürdük. Tabii ki, sakız toplamaya da devam...  

Sıcak aylar başlayıp dip suları kesilince kelenglerin; yenmesi zorlaşır, renkleri sararır, lifleri çoğalır, tohum taşıyan topuzları koyulaşır ve yaşlanması başlardı. Artık bizim yiyeceğimiz olmaktan çıkmış, hayvanlarımıza yem olmaya başlamıştır. Ağustos, kelenglerin  biçilme zamanıdır, eğer geç kalınırsa kengerler ayakta durmaz, rüzgâr söküp götürür onları uzaklara...

Kimin nerede keleng biçeceği belli olmadığından, erken davrananlar güzel bir yeri seçme şansına sahip olurdu. Tabii ki burada da bazen "orman kanunu" geçerli olurdu. Kuvvetli olan amcalar veya abiler güzel yeri alırdı küçük-güçsüz olanların elinden. Bu durum bazen aileler arası kavgalara bile neden olurdu. Neyse o tatsız hikayelere girmeyelim....

Kenger biçerken onun delici dikenlerinden korunmak gerekirdi. Bunun için, Pencik dediğimiz meşe ya da dişbudaktan yapılmış, uzun saplı üç uçlu toplayıcı ile uzun sap takılmış keskin olmayan bir orak gerekliydi. Orak yardımıyla üçlü çatala sıkıştırılarak yerleştirilen kelengler ayakkabıyla basılarak (bazen dikenler lastik ayakkabımızı delerek canımızı acıtırdı) çıkarılarak düz bir yerde istif edilirdi. İstiflenen her keleng kalıbı için bu işlem dört-beş tekrarla tamamlanır ve sıkıştırması için üstüne büyükçe bir taş konarak kurutulmaya bırakılırdı. 

Güneşin delici ışığı ve yakıcı ısısı altında keleng biçmemiz günlerce sürerdi. 3-4 gün sonra  taşın baskısı ve güneşin kurutması ile istiflenen kelengler bir kalıp haline gelirdi. Bu işin biçmesi kadar, onları yükleyip köye taşımak da çok zordu. Bu kalıpları eşeğe-katıra yüklerken diken geçirmeyen eldivenler takmak gerekirdi. Ve yorularak elde ettiğimiz bu ürünler, kış aylarında hayvanlarımız için oldukça besleyici bir yem olurdu. 

Kevlo: baklagiller familyasından, mor çiçekleri olan bu bitki yaylamızı çevreleyen dağlarda henüz ağaç haline gelmemiş meşe fidanlarının arasında yetişirdi. Bulduğumuz yerde biçer fakat orada bırakmayıp  eşeklere yükler ve yayla evimizin damına sererek kuruturduk (Kuruyunca da çok fire verirdi). Sonra da köye taşır kışlık yem olarak samanlığa istif ederdik. (Kevlo fotoğrafı; Haydar Yarkın’ın objektifinden)


Anıx (kekik); yaylamızı çevreleyen dağların tepelerdeki kıraç toprakta yetişen, keskin kokusu, lezzeti, tadıyla pek çok yemek ve çorbada kullanılan, hemen her sofranın demirbaşı ve bir vazgeçilmezidir.  Bu bitkiyi genellikle kevlo biçmeye ya da odun toplamaya gittiğimiz günlerde toplardık. Sonra gölgede kurutur, ayıklar ve kış kullanımına  hazır hale getirirdik.  


Haydar Yarkın’ın objektifinden
Güni (Geven) Bazen kışlık yemlerinin yetmeyeceği endişesi yaşanırdı, o zaman da bu otlar kökünden sökülür, dikenlerini ateş alevinde yakıldıktan sonra parçalanarak hayvanlara yem olarak verilirdi.  Geleneksel tıpta, birçok hastalıkla mücadele etmek, şifa bulmak amacıyla kullanıldığı da söylenmektedir.(Güni fotoğrafı; Haydar Yarkın’ın objektifinden)
                       
Êzing (Odun); Yayladan köye taşıdığımız en önemli kışlık ihtiyaçlarımızın başında yer alırdı. Odun  toplanacak yeri bulmak, eğer komşu köyün sınırlarına girmişsen onlara yakalanmamak, toplanan odunları taşınmaya hazır hale getiripp eşeğe yüklemek oldukça sıkıntılı olurdu. Hele tek başınaysanız, hele de eşeğiniz biraz güçsüz, biraz huysuz yerinde durmaz cinste ise... Hayvanın bir tarafına odun yüklersiniz  dengesi bozulur, diğer tarafa geçip de o tarafa dengeleyici bir yükleme yapıncaya kadar devrilebilirdi. 


DÜN 

Bu dizi yazı boyunca size hep coğrafyamızın dününü anlata geldim. O günlerde insanlarımız teknolojiden nasibini almamış, sorgulamayı bilmez, çözüm odaklı düşünemez, dededen gördükleriyle yetinirdi. Bu da uğraşları zor, verimsiz, yorucu kılıyor, çoluk-çocuk-genç-kadın-yaşlı tüm insanları mutsuz-yorgun bırakıyordu. Ağır yükleri olan bu insanlar; erken yaşta evlenir, çocuk yaşta çocuk sahibi olurlardı.

Ne yazık ki, bu acılarla-çilelerle dolu yaşam sadece biz insanlar için değildi, hayvanlarımız da pay alırdı bu zorluklardan. Bu zorlukları en çok  da.öküz, katır, hele de eşekler yaşardı. Bu hayvanların çektikleri ve onlar için  benim üzüntülerim hep depreşir, dipdiri durur içimde... 

İşte bir örnek: İnsanlara en çok emek veren, onların eli kolu, başyardımcıları olan hayvan eşeklerdir. Her yıl tam da işlerin en yoğun olduğu günlerde, bu sadık, çalışkan hayvanın sırtında büyük iltihaplı yaralar açılırdı. Çaresiz olan sahipleri bu duruma üzülse de yaraların iyileşmesini beklemez/bekleyemez de, çünkü beklerse işler durur, altüst olur düzeni... Ve bu durumdaki hayvanın açık yaralarının üstüne "palas" denen semer altı yorganı sererek; odunu-gübreyi- yaprağı-buğdayı-sapı-samanı taşıma devam ederdi.  Ve eğer hayvan canı yandığı için huysuzlanır ise de... 

Çaresiz bir izleyici olarak benim de içim acırdı... 

Özet: Belki dünün acıları, yorgunlukları, yoklukları ve bilgi fakirliği  vardı, fakat  insanlar üretici oldukları için başkalarına el açmadan, kıt kanaat da olsa yaşamaya devam ediyordu.   


BUGÜN


Bazı dostlar bana: "bu ara düne saplanıp kaldın" diyor. Haklılar...


Peki, dün, dün de kaldı diyelim, ya bugün?

Özet: Yıllar geçti, darbeler oldu, iktidarlar değişti. Bizim coğrafya belki de tüm yurdumuzda değişim ve dönüşüm başladı: Köyler boşaldı, tarım ve hayvancılık bitti, okullar kapandı. O ürettikleri ile kıt kanaat geçinenler akın akın aktılar büyük şehirlere, ortak oldular şehrin havasına, suyuna, yoluna... Evsiz, aç, işsiz kalsalar da oy deposu oldular!... Politikacılar da "oy" almak için radikal çözümler buldular:  Bu insanların gece kondu yapmalarına göz yumdular, kol kanat gerdiler, bu yeni yerleşkelere de "varoş" dediler. Sonra sadaka niyetine çadırlar kurup yılda bir ay, bir öğün reklam yemeği dağıttılar ve birer de yeşil kart verdiler... 


"Az gittik, uz gittik. Dere tepe düz gittik..." 
Yaşam, "mutlu-mesut" devam ediyor... 

Şimdi de yazımızı noktalayıp devamını gelecek haftalara bırakalım.

Diğer yazılarım: tıklayınız

29 Mayıs 2020 Cuma

YAYLAMIZ “DEŞTA ZENAN” (7)


GOVEND
Mitolojik çağlardan beri her kültürden insanlar, değişik isimlerle ve değişik çalgılar eşliğinde grup oyunları oynarlar.  Govend de Kürt kültürünün bir grup oyunudur. 

Bizim coğrafyada yeniyetme ve gençlerin çok erken yaşta sorumluluk yüklenip, çok çalıştıkları konusunu bu yazı dizisinde birçok örnekle anlatmaya çalışmıştım. Bugün de bu gençlerin, ihtiyaç duyduğu ve coşku ile katıldığı Govend etkinliğini anlatmak istiyorum. Ama daha önce govendi, dilsel-tarihsel-psikolojik-toplumsal dayanak ve iklimleri ile biraz anlatmalıyım.

Dengbej; Kürtçenin, 'deng'(ses) ile 'bej'(söyle) sözcüklerinden oluşmuş olup, doğaçlama ürettiği klamı gırtlak gücüyle -çıplak sesle- söyleyen kişilerdir.

Klam; oyuna katılanların hep birlikte söyledikleri Kürtçe sözlerdir. Türkçe karşılığı türkü sözcüğüdür

Govend; Kurmanci lehçede; söylemek anlamına gelen "gotin" ile Zazaca'da  yürümek anlamına gelen "vendi"nin bir bileşkesidir. El ele, kol kola tutuşarak ileri-geri-U dönüşlerle oynanan, görsel yönü ağır basan, çalgısız bir kolektif oyundur. Kısaca; bir ezgiyi/türküyü birlikte söyleyip, oynamaktır. Bu etkinliğin beğeni alması için; ezgiye uygun ritm ve figürlerle oynanması, ayrıca oyun kurucu ile grup üyelerinin uyumlu olması gerekir. rkçe karşılığı da halay sözcüğüdür. 

***
Şimdi de asıl konumuza dönelim:

Yaylamızın unutulmazları arasında “Mehtaplı Gecelerini” de sayabiliriz. Bu gece de mehtap var, hem de bulutsuz olacak gibi. (Aslında Dolunay’ın köpüren bulutlar arasında saklambaç oynaması da izleyenleri mest eder, ve apayrı bir güzellik katar yaylanın güzelliğine…).

Genç kız ve delikanlılar, yayla yolundaki coşkuları uzasın, sürsün diye, o gece Govend yapmaya karar verdiler. Bilirsiniz, bu yaşlarda gençler; içinde pek çok kırıklık-eziklik taşır, gemileri hemen yakar, çabuk alevlenir ve çokça "ben" deyip ağlar-sevinirler. 

Alınan karara sevinen gençler, gün ve yol yorgunu olarak evine gider; hayvanların gelip gelmediği yoklaması, süt sağımı, yavruların analarıyla buluşması gibi tüm akşam işleri bitirilip, yemek yendikten ve küçükler uyuduktan sonra, evde bulabildiği en güzel giysilerini giyer, varsa kolonya-parfümünü sürerek yavaş yavaş toplanma alanına doğru yol alır ve kısa bir süre sonra yayla düzlüğünde buluşurdu akranlarıyla

Gökyüzü bulutsuz, her noktasını hiç boşluk bırakmadan cıvıl cıvıl oynaşan çapkın yıldızlar basmış sanki aşağıdakilere el edip göz kırpıyorlar. Samanyolu'ndaki yollar döşeli, Büyükayı ve Küçükayı takımyıldızları da el ele tutuşarak dostça bir "govend" başlatmış gibi. Altın gümüş karışımıyla kalaylanmış koca bir tepsi gibi olan Dolunay ışıl ışıl, mağrur bir apoletli edasıyla ortalamış gökyüzünü...  

Yayla düzlüğünde el ele, kol kola giren kızlı-erkekli gençler, klamın ritmi ve çağrışımları etkisinde halka oluşturmuş; ileri-geri-sağa-sola gidiş-dönüş yaparak, yere topuk vurarak coşku içindeydi. Dolunay'ın buzlanmış ışıkları genç yanaklardan akan ter taneciklerini pırlantaya çevirirken, yukarıdan aşağıya doğru gıdıklayıp akan sıcak ter derecikleri, genç ve yorgun bedenleri ılık rüzgârda üşütüyordu. 

İstekle geldikleri halde, govende katılmak için çekinik davranan, nazlanarak davet bekleyenler de olurdu. Ki bunların çoğu sevdikleri orada olanlardı, içlerinin titremesi, yüreklerinin deprem görmüş gibi küt küt atması da bundandı. Bunlar sonra ya davet alarak, ya da utangaç tavırlarla ek olurlardı govend halkasına... (Ben oynama ve söylemeyi pek bilmez -ki, halen öyleyim-, govende katılsam bile devamlıları arasında olmazdım, iyi bir izleyici, iyi bir dinleyici olmakla yetinirdim).

Govend, sevdalıların biraz daha yaklaşıp, el ele tutuşmalarını sağlarken, henüz dile gelmemiş sevdalara da kapıları aralardı.   

Bir yönüyle de govend; gençlerin çevrelerine; “Ben de varım!.. Buradayım!.. Beni görün!..” çağrısı, bir meydan okuma, bir başkaldırı.. Bilirsiniz bu çağın sevdaları da ağlamaları da pek çoktur (hele de küçük yerlerde). Buraların sevdalıları sürekli olarak: “Bizi görürler,  gidip söylerler… Sonra ne yaparız!... endişesi içindedirler. Bunun için de sevdikleriyle uzak uzak bakışarak, "lal dili" ile konuşurlar.  

Oysa çoğu zaman gözler yetmez kalbini sevdasını anlatmaya...  

Klamlar; aşk, öfke, zulüm, kin, ölüm, göç, savaş gibi yaşanmış yoğun acı ve sevinç duygularını dile getirirler. Govend ise klamların solo-koro renk cümbüşü içinde dile getirilmesidir. Yani acıların bal edilme hali... Govend ise lal olmayı önlerdi. 

Tarih, Psikoloji ve Sosyal Psikoloji derinliği olan acı-sevinçleri; bazen bir çığlık, bir zılgıt, bir ıslık, bir tencere-tava vuruşturma, bir yanıp sönen ışık, bir direniş, bir bayram olarak toplumsal boyuta taşır. Böylece gün yüzüne çıkar sindirilmiş duygular... 

Zaman içinde govend bazı biçimsel değişiklikler geçirse bile, onun psikolojik-toplumsal özü hep kalıcı olacak, bu "öz" de insanları el ele tutuşturup, büyük buluşmalar sağlayacak.  

Şimdi de yazımızı noktalayıp devamını gelecek haftalara bırakalım.


Diğer yazılarım: tıklayınız



22 Mayıs 2020 Cuma

YAYLAMIZ “DEŞTA ZENAN” (6)

Yazı serimizin birisinde: “Yaylaya varmak için o bilinmedik insanlara ait harabe ve yazısız mezar taşlarına birkaç adım kala yol ikiye ayrılır”  demiştik ya... 

İşte şimdi o yol ayrımındayız. 


Karşımızdaki yaylada; insanı terleten, üşüten, korkutan, ürküten, acıtan, özgür kılan, sevinçle coşturan ve geçmiş ile geleceği düşündüren bir hava var. 
Bu hava ile geçmişimizle yüzleşebilir ve çıkardığımız derslerle de geleceğin barışık toplumu olabiliriz. Bu havayı solumak, estirmek, dalga dalga, adım adım çoğaltıp ülkeye ve insanlığa yaymak gerek. 

Bu yollar, bizi beş ayrı yayla yerleşkesine ulaştıracak. Fakat burada bir ön açıklama yapmam gerekiyor: Köyümüzde yedi ayrı aşiret olduğu halde, yayladaki Mahalleleri kuran büyüklerimiz komşularını seçerken aşiretçi anlayış ile hareket etmemişler, önceliklerini birinci derece akraba ve iyi arkadaşlar için kullanmışlar. 

Bu mahallelerden dördünün de sırtı birer dağa dayalı, yüzleri ise Deşta Zenan’a dönüktür. Bir mahalle ise adete iki tepenin arasına sıkışmış gibidir. Mahallelere isim veren büyük büyük dedelerimiz, bazı coğrafi özellik ve simgelerden esinlenmiş olacaklar ki buralara“Arê Bozık” (Tepe Yaylası), “Arê Kewan” (Keklik Yaylası), “Arê Qewêx” (Kavak Yaylası), "Arê Bîyê" (Söğüt Yaylası) “Arê Holan” (Yankı Yaylası) isimlerini vermeyi uygun bulmuşlar.

***

Kavşakta yayla ovasını karşımıza alıp, sağ yoldan ilerlersek; 15-20 dakika sonra  “Arê Bozık” (Tepedeki Yayla)’ya varırız. Burası "Vartug" deresinin vadiye girerek yaylayı terk ettiği yerin hemen sağındaki tepeye kurulmuştur. (Ben, 1950 Mart ya da Nisan ayında buradaki bir “Gom”da doğmuşum.)

Vartug deresini geçip yola 15-20 dakika daha devam ettiğinizde “Arê Kewan” (Keklik Yaylası)’na varırız. Bu mahallenin merası ile köy sınırımız biter ve Xajik köyünün sınırı başlar.

“Deşta Zenan”ı ortalayıp Vartug Vadisini takip eden yol, 1960’lı yıllarda Karakoçan-Kiğı kara yolu yapılana kadar Kızılkilise (Nazımiye), Xolxol/Gocag (Yayladere) ve çevre köyleri (yaya ve atlı olarak) Kiğı, Erzincan, Erzurum'a bağlayan tarihi bir yoludur.

Kavşakta yayla ovasını karşımıza alıp, sol yoldan ilerlersek; İlk durağımız  “Arê Qewêx” (Kavak Yaylası) olur. Burada yol yeniden ikiye ayrılır:

Sağa sapıp ‘Vartuk Dersi'ni geçer ve 15-20 dakika kadar yürürsek, iki tepenin arasına sıkışmış gibi yerleşmiş olan “Arê Holan” (Yankı Yaylası)’na varmış oluruz.

Yolumuza 20-25 dakika devam sağımızda olan "Vartug" dersini geçince tam karşımızda, Dat tepesinin eteğine bazen ikili, bazen de üçlü sıra halinde arka arkaya sıralanmış "Arê Bîyê" (Söğüt Yaylası) çıkar. ( 2-3 yaşımdan başlayıp 18 yaşıma  kadar her yaz bu yaylada olduğum için buranın bende çokça anısı/izi vardır.)    

Bu yayla sınırları aynı zamanda köy sınırlarımızın bitimi ve Haftarîç, Deştil ile  Xozavit köy sınırlarının da başlangıcıdır. 1960'lı yılların başına kadar bu yol Kiğı ilçesinden gelen yöre insanları Peri suyunun Kuzey-Batısında yer alan;   Xolxol/Conag (Yayladere) ve Kızılkilise (Nazımiye) ve Mazgirt çevrelerine ulaştırırdı.

***

Tarihsel bir not (1):
 
“Deşta Zenan”ın bir de tarihi tanıklığı vardır: Ekim 1917 Sovyet Devriminin hemen öncesi bahar aylarında Osmanlı-Rus Savaşı vardır. Köyümüze 4-5 saat uzaklıkta olan Bilice köyünde de bir Rus topçu birliği karargah kurmuştur. İşte o günlerde atılan bir top mermisi bizim "Arê Bîyê" (Söğüt Yaylası)'ındaki söğüt ağacına isabet eder ve parçalanıp yanmasına neden olur. 


Tarihsel bir not(2): 
Biz ve komşu köylerimiz halen de Deşta Zenan’ın en güzel yerinde bulunan Şawlet tepesinin önündeki harabelere:“Arê Filan" (Ermeni Yaylası), ovadaki bölüme de: "Deşta Filan" deriz.                                                                               

Dedelerimiz; "Şawlet tepesinin, 1800’lü yılların sonuna kadar, Ermeni Köyü “Hopus”a ait bir yayla olduğunu, bu köyde; kuyumcu, demirci, taş yontucu, duvarcı, ebe, terzi gibi pek çok zanaatkâr insan bulunduğunu... 1915'teki "zorunlu göç" ve sonrasında olan zalimce uygulamalarla “Hopus” köyünün tamamen boşaltıldığını ve bu yaylak alanın da köyümüzün merasına katıldığını..." söylerlerdi. 

Vikipedi-Özgür Ansiklopediden "Hupus" köyü hakkında aldığım bilgiler özetle şöyle: "Bir Ermeni yerleşimi, eskiden Khubs, Khopas, Khups isimleriyle bilinirdi. 1915'te 2400 nüfuslu ve 317 hane. Köy ürettiği şarabıyla meşhurdu. Köyün iki kilisesi, hamamı,  Pazarı, değirmeni ve 1879'da açılmış okulu vardı. Okulda, 1911-1912 ders yılında 201 erkek 152 kız öğrenci okurmuş. 1915'teki 'zorunlu göç' sonunda da bu köy tamamen boşaltılmıştır."

Yukarıdaki "tarihsel not" çok düşündürücü değil mi?

Bence bir de kıyaslama yapmamız gerekiyor: Komşumuz “Hopus” köyüne 1879’da okul açılmış!.. Bizim köyümüz “Zenan”a ise 1950 yılında…

Şimdi de bugünkü yazımızı noktalayıp devamını gelecek haftalara bırakalım. 



Diğer yazılarım: tıklayınız