10 Haziran 2020 Çarşamba

DOĞU SİNEMASI ve KAR YOLCULARI


Öğretmen-Gazeteci-Yazar olan Nermin Ergenekon’un Nisan 2019'da çıkan “Doğu Sineması” adlı az sayfalı dev eserini henüz okudum. Eserin tamamı 74 sayfa, içinde de: “Doğu Sineması” ve "Kar Yolcuları" adlı iki öykü var. Hani 'bir çırpıda, soluksuz olarak okunabilecek kitap' derler ya işte onlardan...

Bu az sayfalı dev eserin ilk öyküsü: "Doğu Sineması" (Erzurum, bu sinema ile  1939 yılında tanışır.). 

Bu öyküde, Sinemacı Refik başkahraman, Doğu Sineması ise odak mekan gibi görünse bile, okudukça öykünün çok kahramanı ve çokça mekanının olduğunu görürsünüz. Erzurum'un; Taş Mağazaları, Çifte Minareleri, Kümbetleri, Cumhuriyet Caddesi, ... İstasyonu ve bunları çevreleyen mahalle ile sokaklardaki örtük-saklı hayatlar... 

Okudukça, yaşamımda çokça izi olan Erzurum'a yeniden gittim...  
  
Okudukça, sanki öykünün bir kahramanı oldum, rüya-hülya karışım duygularla; Doğu Sinemasında henüz film başlamamış, taş fırının nefis lahmacunlarını yiyor, bir maşrapa ayranı içiyor, herkes gibi ben de elime "sımışka" dolu bir külahı alıp sinemaya giriyor, koltuğa yerleşerek beyaz perdenin canlanmasını bekliyorum. Sonra da tıpkı ormana salık keçilerin çıkardığı seslere benzer "sımışka çıt çıtları" ile izlediğimiz filmin efektleri karışınca oluşan durumu anımsıyorum...     

Bu az sayfalı dev öykünün, çocuk, dede, nene, kadın, esnaf, hamal, kahveci, faytoncu, asker, bürokratgenelev kadını gibi  8-10 yaştan 80’li yaşlara kadar pek çok kahramanı var. Bu öyküde; hak ve özgürlüğü olmadan kocalarına, babalarına, erkeklere bağımlı olarak yaşamaya mahkûm edilmiş, çaresiz, suskun, kaderci, öfkeli kadınların; avazları, sessiz çığlıklarını var...

Öykü,“Doğu Sineması”nı odak yaparak sizi tüm örtük kalmış olaylarla, onların 'gün görmemiş' kahramanlarıyla tanıştırıyor. Bugün bile yaşam ve dünyaya bakışları pek değişmeyen bu acınası durumdaki emekçiler, çocuklar, kadınlar düşündürüyor sizi.  

Kısacası bu öykü; Erzurum’un kılcal damarlardaki bazı "dokunulmaz" alanlara dokunuyor. Bunu yaparken hem geçmişin hayal olmayan gerçek yaşanmışlıklarını kanıt olarak sunuyor, hem de günümüze kadar süregelen gerçeklere ayna tutuyor.  

Evet, bu az sayfalı dev bir öykü... Çünkü bu öykünün her paragrafında bir romana yetecek içerik var. Çünkü öyküdeki her kahraman, başrol oyuncusu olacak bir donanıma sahip.

***
Bu az sayfalı dev eserin ikinci öyküsü de "Kar Yolcuları"...

Güçsüz düşmüş Osmanlı Sarayının, güçlü komutanı damat Enver Paşa'nın, artı ve eksileri düşünmeden "Büyük Turan" hayaliyle, Çarlık Rusya’sına baskın bir savaş açmak isteği vardır. Öykü, o süreçte askerlerin ve halkın yaşadıklarını anlatıyor (ancak; öyküde, Enver Paşa konusuna hiç yer verilmemiş, bence kısa da olsa yer vermeliydi).

"Sarıkamış Harekâtı" olarak bilinen bu olay, 1914 Aralık ayında (tam da acımasız kış şartlarında) ilan edilen seferberlikle başlar. Yurdun her yerinden akın akın gelen on binlerce asker Allahuekber Dağı'na varır, düşmanla hiç karşılaşmaz,  sadece doğa ile savaşıpkar, soğuk, fırtına ve açlığa yenik düşüp donarak ölürler. Bu olay ülke çapında büyük acılar yaşatır ve tarihimize de kara bir sayfa olarak geçer.

"Kar Yolcuları" öyküsü; Erzincan-Erzurum-Bingöl sınırındaki 80 haneli bir Kürt köyü olan Başköy'de geçer. (Ermenilerin de yaşadığı bu köyde, tehcir sonrasında sadece üç yaşlı Ermeni kalmıştır).  Başköy'ün 43 erkeği askere alınınca, köyde  sadece kadın, çocuk, yaşlı ve sakatlar kalmıştır. 

O faciadan ağır yaralı olarak kurtulan Aras, babası ve köyün feodal ağası olan Beran Ağa'ya, olayı şöyle özetler: “Karşımızda düşman görmedik ki savaşalım. Dağa taşa sığmayan bu kadar canı Urus öldürmedi, soğuk öldürdü Ağam… Koskoca Alahuekber’de kardan, buzdan donmuş onbinlerce civan asker vardı. Payitahtın onları giydirecek parası yok muydu?  Onlara zulmü, katliamı Uruslardan önce payitaht yapmıştır Ağam.”

Eğer bu öyküyü okursanız, o günlerde ve sonrasında Başköy ile yakın çevrede yaşanan unutulmaz trajik olayları daha iyi anlarsınız. 

* 
Okuduğunuz, gördüğünüz, dinlediğiniz bir eser, sizi kapsam alanına alıp, içinizde çağrışımlar yaptığı, hayatınıza dokunduğu kadar etkili ve önemlidir. 

Nermin Ergenekon, (öğretmen-gazeteci-yazar) kimliklerinin verdiği kazanımlar ve becerileriyle yazdığı bu iki güzel öyküye isim verirken, bu kurala uymuş: “Doğu Sineması” ile Erzurumlu ve Erzurum'a  yolu düşenlere, "Kar Yolcuları" ile de ülkedeki herkese seslenip dokunmak istemiş. Ama bu eser okundukça sınır tanımadan herkesi kucaklayacak. 

Bence yazar, yazmaya devam etmeli...  

Diğer yazılarım için: tıklayınız


5 Haziran 2020 Cuma

YAYLAMIZ “DEŞTA ZENAN” (8)

Yaylada Kışa Hazırlık: 

Yaylada yaklaşık 3-4 ay kalırdık, bu sürede yapılan iş ve hazırlıkların hemen hepsi, ev halkını ve hayvanları önümüzdeki aylarda başlayacak olan çok uzun ve sıkıntılı kış aylarına hazırlamaktı. Bu amaçla; Yayla evinde, yağ, çökelek, pastikan (birkaç gün bekletilen tuzlu ayranın kaynatılması ile elde edilen ve keçi postu içinde bekletilen yağsız ekşimik) vb. gibi yiyecekler, bir de Doğadan toplanan; Keleng, kevlo, anıx, güni, êzing gibi ürünler üretilip stoklanırdı.  


Keleng-Kevlo-Anıx-Güni-Êzing  


Keleng (kenger)bol dikenli ve her mevsimde ayrı işlevi olan bir bitki. Bu bitkinin, 5-6 yaşındaki çocuktan tutun da en yaşlı insanımıza kadar herkesin hayatında yeri vardır ve  çok sevilir. Bazı bölgelerde kelenge, sakız otu da derler. 

Yayla ovamız ile dağ ve tepelerin arasında kalan taşlık alan, yaz aylarında adeta bir keleng tarlasına dönüşürdü. Kelengler Nisan ayında henüz yeni filizlenmiş iken, biz onları sivri uçlu çubuklarla kökleriyle birlikte söker, zar şeklindeki kabuklarını soyar ve yerdik. Sütü pıhtılaşarak kuruduğunda da bize sakız olurdu. Birkaç hafta içinde kelengler büyür dal-budak salar, dikenleri daha delici, sütleri daha bol olurdu. Bu kez biz de onların toprak üstü kısımlarını keser, küçük bıçaklarla dikenlerini ayıklayıp zevkle yer ve evdekilere de götürürdük. Tabii ki, sakız toplamaya da devam...  

Sıcak aylar başlayıp dip suları kesilince kelenglerin; yenmesi zorlaşır, renkleri sararır, lifleri çoğalır, tohum taşıyan topuzları koyulaşır ve yaşlanması başlardı. Artık bizim yiyeceğimiz olmaktan çıkmış, hayvanlarımıza yem olmaya başlamıştır. Ağustos, kelenglerin  biçilme zamanıdır, eğer geç kalınırsa kengerler ayakta durmaz, rüzgâr söküp götürür onları uzaklara...

Kimin nerede keleng biçeceği belli olmadığından, erken davrananlar güzel bir yeri seçme şansına sahip olurdu. Tabii ki burada da bazen "orman kanunu" geçerli olurdu. Kuvvetli olan amcalar veya abiler güzel yeri alırdı küçük-güçsüz olanların elinden. Bu durum bazen aileler arası kavgalara bile neden olurdu. Neyse o tatsız hikayelere girmeyelim....

Kenger biçerken onun delici dikenlerinden korunmak gerekirdi. Bunun için, Pencik dediğimiz meşe ya da dişbudaktan yapılmış, uzun saplı üç uçlu toplayıcı ile uzun sap takılmış keskin olmayan bir orak gerekliydi. Orak yardımıyla üçlü çatala sıkıştırılarak yerleştirilen kelengler ayakkabıyla basılarak (bazen dikenler lastik ayakkabımızı delerek canımızı acıtırdı) çıkarılarak düz bir yerde istif edilirdi. İstiflenen her keleng kalıbı için bu işlem dört-beş tekrarla tamamlanır ve sıkıştırması için üstüne büyükçe bir taş konarak kurutulmaya bırakılırdı. 

Güneşin delici ışığı ve yakıcı ısısı altında keleng biçmemiz günlerce sürerdi. 3-4 gün sonra  taşın baskısı ve güneşin kurutması ile istiflenen kelengler bir kalıp haline gelirdi. Bu işin biçmesi kadar, onları yükleyip köye taşımak da çok zordu. Bu kalıpları eşeğe-katıra yüklerken diken geçirmeyen eldivenler takmak gerekirdi. Ve yorularak elde ettiğimiz bu ürünler, kış aylarında hayvanlarımız için oldukça besleyici bir yem olurdu. 

Kevlo: baklagiller familyasından, mor çiçekleri olan bu bitki yaylamızı çevreleyen dağlarda henüz ağaç haline gelmemiş meşe fidanlarının arasında yetişirdi. Bulduğumuz yerde biçer fakat orada bırakmayıp  eşeklere yükler ve yayla evimizin damına sererek kuruturduk (Kuruyunca da çok fire verirdi). Sonra da köye taşır kışlık yem olarak samanlığa istif ederdik. (Kevlo fotoğrafı; Haydar Yarkın’ın objektifinden)


Anıx (kekik); yaylamızı çevreleyen dağların tepelerdeki kıraç toprakta yetişen, keskin kokusu, lezzeti, tadıyla pek çok yemek ve çorbada kullanılan, hemen her sofranın demirbaşı ve bir vazgeçilmezidir.  Bu bitkiyi genellikle kevlo biçmeye ya da odun toplamaya gittiğimiz günlerde toplardık. Sonra gölgede kurutur, ayıklar ve kış kullanımına  hazır hale getirirdik.  


Haydar Yarkın’ın objektifinden
Güni (Geven) Bazen kışlık yemlerinin yetmeyeceği endişesi yaşanırdı, o zaman da bu otlar kökünden sökülür, dikenlerini ateş alevinde yakıldıktan sonra parçalanarak hayvanlara yem olarak verilirdi.  Geleneksel tıpta, birçok hastalıkla mücadele etmek, şifa bulmak amacıyla kullanıldığı da söylenmektedir.(Güni fotoğrafı; Haydar Yarkın’ın objektifinden)
                       
Êzing (Odun); Yayladan köye taşıdığımız en önemli kışlık ihtiyaçlarımızın başında yer alırdı. Odun  toplanacak yeri bulmak, eğer komşu köyün sınırlarına girmişsen onlara yakalanmamak, toplanan odunları taşınmaya hazır hale getiripp eşeğe yüklemek oldukça sıkıntılı olurdu. Hele tek başınaysanız, hele de eşeğiniz biraz güçsüz, biraz huysuz yerinde durmaz cinste ise... Hayvanın bir tarafına odun yüklersiniz  dengesi bozulur, diğer tarafa geçip de o tarafa dengeleyici bir yükleme yapıncaya kadar devrilebilirdi. 


DÜN 

Bu dizi yazı boyunca size hep coğrafyamızın dününü anlata geldim. O günlerde insanlarımız teknolojiden nasibini almamış, sorgulamayı bilmez, çözüm odaklı düşünemez, dededen gördükleriyle yetinirdi. Bu da uğraşları zor, verimsiz, yorucu kılıyor, çoluk-çocuk-genç-kadın-yaşlı tüm insanları mutsuz-yorgun bırakıyordu. Ağır yükleri olan bu insanlar; erken yaşta evlenir, çocuk yaşta çocuk sahibi olurlardı.

Ne yazık ki, bu acılarla-çilelerle dolu yaşam sadece biz insanlar için değildi, hayvanlarımız da pay alırdı bu zorluklardan. Bu zorlukları en çok  da.öküz, katır, hele de eşekler yaşardı. Bu hayvanların çektikleri ve onlar için  benim üzüntülerim hep depreşir, dipdiri durur içimde... 

İşte bir örnek: İnsanlara en çok emek veren, onların eli kolu, başyardımcıları olan hayvan eşeklerdir. Her yıl tam da işlerin en yoğun olduğu günlerde, bu sadık, çalışkan hayvanın sırtında büyük iltihaplı yaralar açılırdı. Çaresiz olan sahipleri bu duruma üzülse de yaraların iyileşmesini beklemez/bekleyemez de, çünkü beklerse işler durur, altüst olur düzeni... Ve bu durumdaki hayvanın açık yaralarının üstüne "palas" denen semer altı yorganı sererek; odunu-gübreyi- yaprağı-buğdayı-sapı-samanı taşıma devam ederdi.  Ve eğer hayvan canı yandığı için huysuzlanır ise de... 

Çaresiz bir izleyici olarak benim de içim acırdı... 

Özet: Belki dünün acıları, yorgunlukları, yoklukları ve bilgi fakirliği  vardı, fakat  insanlar üretici oldukları için başkalarına el açmadan, kıt kanaat da olsa yaşamaya devam ediyordu.   


BUGÜN


Bazı dostlar bana: "bu ara düne saplanıp kaldın" diyor. Haklılar...


Peki, dün, dün de kaldı diyelim, ya bugün?

Özet: Yıllar geçti, darbeler oldu, iktidarlar değişti. Bizim coğrafya belki de tüm yurdumuzda değişim ve dönüşüm başladı: Köyler boşaldı, tarım ve hayvancılık bitti, okullar kapandı. O ürettikleri ile kıt kanaat geçinenler akın akın aktılar büyük şehirlere, ortak oldular şehrin havasına, suyuna, yoluna... Evsiz, aç, işsiz kalsalar da oy deposu oldular!... Politikacılar da "oy" almak için radikal çözümler buldular:  Bu insanların gece kondu yapmalarına göz yumdular, kol kanat gerdiler, bu yeni yerleşkelere de "varoş" dediler. Sonra sadaka niyetine çadırlar kurup yılda bir ay, bir öğün reklam yemeği dağıttılar ve birer de yeşil kart verdiler... 


"Az gittik, uz gittik. Dere tepe düz gittik..." 
Yaşam, "mutlu-mesut" devam ediyor... 

Şimdi de yazımızı noktalayıp devamını gelecek haftalara bırakalım.

Diğer yazılarım: tıklayınız

29 Mayıs 2020 Cuma

YAYLAMIZ “DEŞTA ZENAN” (7)


GOVEND
Mitolojik çağlardan beri her kültürden insanlar, değişik isimlerle ve değişik çalgılar eşliğinde grup oyunları oynarlar.  Govend de Kürt kültürünün bir grup oyunudur. 

Bizim coğrafyada yeniyetme ve gençlerin çok erken yaşta sorumluluk yüklenip, çok çalıştıkları konusunu bu yazı dizisinde birçok örnekle anlatmaya çalışmıştım. Bugün de bu gençlerin, ihtiyaç duyduğu ve coşku ile katıldığı Govend etkinliğini anlatmak istiyorum. Ama daha önce govendi, dilsel-tarihsel-psikolojik-toplumsal dayanak ve iklimleri ile biraz anlatmalıyım.

Dengbej; Kürtçenin, 'deng'(ses) ile 'bej'(söyle) sözcüklerinden oluşmuş olup, doğaçlama ürettiği klamı gırtlak gücüyle -çıplak sesle- söyleyen kişilerdir.

Klam; oyuna katılanların hep birlikte söyledikleri Kürtçe sözlerdir. Türkçe karşılığı türkü sözcüğüdür

Govend; Kurmanci lehçede; söylemek anlamına gelen "gotin" ile Zazaca'da  yürümek anlamına gelen "vendi"nin bir bileşkesidir. El ele, kol kola tutuşarak ileri-geri-U dönüşlerle oynanan, görsel yönü ağır basan, çalgısız bir kolektif oyundur. Kısaca; bir ezgiyi/türküyü birlikte söyleyip, oynamaktır. Bu etkinliğin beğeni alması için; ezgiye uygun ritm ve figürlerle oynanması, ayrıca oyun kurucu ile grup üyelerinin uyumlu olması gerekir. rkçe karşılığı da halay sözcüğüdür. 

***
Şimdi de asıl konumuza dönelim:

Yaylamızın unutulmazları arasında “Mehtaplı Gecelerini” de sayabiliriz. Bu gece de mehtap var, hem de bulutsuz olacak gibi. (Aslında Dolunay’ın köpüren bulutlar arasında saklambaç oynaması da izleyenleri mest eder, ve apayrı bir güzellik katar yaylanın güzelliğine…).

Genç kız ve delikanlılar, yayla yolundaki coşkuları uzasın, sürsün diye, o gece Govend yapmaya karar verdiler. Bilirsiniz, bu yaşlarda gençler; içinde pek çok kırıklık-eziklik taşır, gemileri hemen yakar, çabuk alevlenir ve çokça "ben" deyip ağlar-sevinirler. 

Alınan karara sevinen gençler, gün ve yol yorgunu olarak evine gider; hayvanların gelip gelmediği yoklaması, süt sağımı, yavruların analarıyla buluşması gibi tüm akşam işleri bitirilip, yemek yendikten ve küçükler uyuduktan sonra, evde bulabildiği en güzel giysilerini giyer, varsa kolonya-parfümünü sürerek yavaş yavaş toplanma alanına doğru yol alır ve kısa bir süre sonra yayla düzlüğünde buluşurdu akranlarıyla

Gökyüzü bulutsuz, her noktasını hiç boşluk bırakmadan cıvıl cıvıl oynaşan çapkın yıldızlar basmış sanki aşağıdakilere el edip göz kırpıyorlar. Samanyolu'ndaki yollar döşeli, Büyükayı ve Küçükayı takımyıldızları da el ele tutuşarak dostça bir "govend" başlatmış gibi. Altın gümüş karışımıyla kalaylanmış koca bir tepsi gibi olan Dolunay ışıl ışıl, mağrur bir apoletli edasıyla ortalamış gökyüzünü...  

Yayla düzlüğünde el ele, kol kola giren kızlı-erkekli gençler, klamın ritmi ve çağrışımları etkisinde halka oluşturmuş; ileri-geri-sağa-sola gidiş-dönüş yaparak, yere topuk vurarak coşku içindeydi. Dolunay'ın buzlanmış ışıkları genç yanaklardan akan ter taneciklerini pırlantaya çevirirken, yukarıdan aşağıya doğru gıdıklayıp akan sıcak ter derecikleri, genç ve yorgun bedenleri ılık rüzgârda üşütüyordu. 

İstekle geldikleri halde, govende katılmak için çekinik davranan, nazlanarak davet bekleyenler de olurdu. Ki bunların çoğu sevdikleri orada olanlardı, içlerinin titremesi, yüreklerinin deprem görmüş gibi küt küt atması da bundandı. Bunlar sonra ya davet alarak, ya da utangaç tavırlarla ek olurlardı govend halkasına... (Ben oynama ve söylemeyi pek bilmez -ki, halen öyleyim-, govende katılsam bile devamlıları arasında olmazdım, iyi bir izleyici, iyi bir dinleyici olmakla yetinirdim).

Govend, sevdalıların biraz daha yaklaşıp, el ele tutuşmalarını sağlarken, henüz dile gelmemiş sevdalara da kapıları aralardı.   

Bir yönüyle de govend; gençlerin çevrelerine; “Ben de varım!.. Buradayım!.. Beni görün!..” çağrısı, bir meydan okuma, bir başkaldırı.. Bilirsiniz bu çağın sevdaları da ağlamaları da pek çoktur (hele de küçük yerlerde). Buraların sevdalıları sürekli olarak: “Bizi görürler,  gidip söylerler… Sonra ne yaparız!... endişesi içindedirler. Bunun için de sevdikleriyle uzak uzak bakışarak, "lal dili" ile konuşurlar.  

Oysa çoğu zaman gözler yetmez kalbini sevdasını anlatmaya...  

Klamlar; aşk, öfke, zulüm, kin, ölüm, göç, savaş gibi yaşanmış yoğun acı ve sevinç duygularını dile getirirler. Govend ise klamların solo-koro renk cümbüşü içinde dile getirilmesidir. Yani acıların bal edilme hali... Govend ise lal olmayı önlerdi. 

Tarih, Psikoloji ve Sosyal Psikoloji derinliği olan acı-sevinçleri; bazen bir çığlık, bir zılgıt, bir ıslık, bir tencere-tava vuruşturma, bir yanıp sönen ışık, bir direniş, bir bayram olarak toplumsal boyuta taşır. Böylece gün yüzüne çıkar sindirilmiş duygular... 

Zaman içinde govend bazı biçimsel değişiklikler geçirse bile, onun psikolojik-toplumsal özü hep kalıcı olacak, bu "öz" de insanları el ele tutuşturup, büyük buluşmalar sağlayacak.  

Şimdi de yazımızı noktalayıp devamını gelecek haftalara bırakalım.


Diğer yazılarım: tıklayınız



22 Mayıs 2020 Cuma

YAYLAMIZ “DEŞTA ZENAN” (6)

Yazı serimizin birisinde: “Yaylaya varmak için o bilinmedik insanlara ait harabe ve yazısız mezar taşlarına birkaç adım kala yol ikiye ayrılır”  demiştik ya... 

İşte şimdi o yol ayrımındayız. 


Karşımızdaki yaylada; insanı terleten, üşüten, korkutan, ürküten, acıtan, özgür kılan, sevinçle coşturan ve geçmiş ile geleceği düşündüren bir hava var. 
Bu hava ile geçmişimizle yüzleşebilir ve çıkardığımız derslerle de geleceğin barışık toplumu olabiliriz. Bu havayı solumak, estirmek, dalga dalga, adım adım çoğaltıp ülkeye ve insanlığa yaymak gerek. 

Bu yollar, bizi beş ayrı yayla yerleşkesine ulaştıracak. Fakat burada bir ön açıklama yapmam gerekiyor: Köyümüzde yedi ayrı aşiret olduğu halde, yayladaki Mahalleleri kuran büyüklerimiz komşularını seçerken aşiretçi anlayış ile hareket etmemişler, önceliklerini birinci derece akraba ve iyi arkadaşlar için kullanmışlar. 

Bu mahallelerden dördünün de sırtı birer dağa dayalı, yüzleri ise Deşta Zenan’a dönüktür. Bir mahalle ise adete iki tepenin arasına sıkışmış gibidir. Mahallelere isim veren büyük büyük dedelerimiz, bazı coğrafi özellik ve simgelerden esinlenmiş olacaklar ki buralara“Arê Bozık” (Tepe Yaylası), “Arê Kewan” (Keklik Yaylası), “Arê Qewêx” (Kavak Yaylası), "Arê Bîyê" (Söğüt Yaylası) “Arê Holan” (Yankı Yaylası) isimlerini vermeyi uygun bulmuşlar.

***

Kavşakta yayla ovasını karşımıza alıp, sağ yoldan ilerlersek; 15-20 dakika sonra  “Arê Bozık” (Tepedeki Yayla)’ya varırız. Burası "Vartug" deresinin vadiye girerek yaylayı terk ettiği yerin hemen sağındaki tepeye kurulmuştur. (Ben, 1950 Mart ya da Nisan ayında buradaki bir “Gom”da doğmuşum.)

Vartug deresini geçip yola 15-20 dakika daha devam ettiğinizde “Arê Kewan” (Keklik Yaylası)’na varırız. Bu mahallenin merası ile köy sınırımız biter ve Xajik köyünün sınırı başlar.

“Deşta Zenan”ı ortalayıp Vartug Vadisini takip eden yol, 1960’lı yıllarda Karakoçan-Kiğı kara yolu yapılana kadar Kızılkilise (Nazımiye), Xolxol/Gocag (Yayladere) ve çevre köyleri (yaya ve atlı olarak) Kiğı, Erzincan, Erzurum'a bağlayan tarihi bir yoludur.

Kavşakta yayla ovasını karşımıza alıp, sol yoldan ilerlersek; İlk durağımız  “Arê Qewêx” (Kavak Yaylası) olur. Burada yol yeniden ikiye ayrılır:

Sağa sapıp ‘Vartuk Dersi'ni geçer ve 15-20 dakika kadar yürürsek, iki tepenin arasına sıkışmış gibi yerleşmiş olan “Arê Holan” (Yankı Yaylası)’na varmış oluruz.

Yolumuza 20-25 dakika devam sağımızda olan "Vartug" dersini geçince tam karşımızda, Dat tepesinin eteğine bazen ikili, bazen de üçlü sıra halinde arka arkaya sıralanmış "Arê Bîyê" (Söğüt Yaylası) çıkar. ( 2-3 yaşımdan başlayıp 18 yaşıma  kadar her yaz bu yaylada olduğum için buranın bende çokça anısı/izi vardır.)    

Bu yayla sınırları aynı zamanda köy sınırlarımızın bitimi ve Haftarîç, Deştil ile  Xozavit köy sınırlarının da başlangıcıdır. 1960'lı yılların başına kadar bu yol Kiğı ilçesinden gelen yöre insanları Peri suyunun Kuzey-Batısında yer alan;   Xolxol/Conag (Yayladere) ve Kızılkilise (Nazımiye) ve Mazgirt çevrelerine ulaştırırdı.

***

Tarihsel bir not (1):
 
“Deşta Zenan”ın bir de tarihi tanıklığı vardır: Ekim 1917 Sovyet Devriminin hemen öncesi bahar aylarında Osmanlı-Rus Savaşı vardır. Köyümüze 4-5 saat uzaklıkta olan Bilice köyünde de bir Rus topçu birliği karargah kurmuştur. İşte o günlerde atılan bir top mermisi bizim "Arê Bîyê" (Söğüt Yaylası)'ındaki söğüt ağacına isabet eder ve parçalanıp yanmasına neden olur. 


Tarihsel bir not(2): 
Biz ve komşu köylerimiz halen de Deşta Zenan’ın en güzel yerinde bulunan Şawlet tepesinin önündeki harabelere:“Arê Filan" (Ermeni Yaylası), ovadaki bölüme de: "Deşta Filan" deriz.                                                                               

Dedelerimiz; "Şawlet tepesinin, 1800’lü yılların sonuna kadar, Ermeni Köyü “Hopus”a ait bir yayla olduğunu, bu köyde; kuyumcu, demirci, taş yontucu, duvarcı, ebe, terzi gibi pek çok zanaatkâr insan bulunduğunu... 1915'teki "zorunlu göç" ve sonrasında olan zalimce uygulamalarla “Hopus” köyünün tamamen boşaltıldığını ve bu yaylak alanın da köyümüzün merasına katıldığını..." söylerlerdi. 

Vikipedi-Özgür Ansiklopediden "Hupus" köyü hakkında aldığım bilgiler özetle şöyle: "Bir Ermeni yerleşimi, eskiden Khubs, Khopas, Khups isimleriyle bilinirdi. 1915'te 2400 nüfuslu ve 317 hane. Köy ürettiği şarabıyla meşhurdu. Köyün iki kilisesi, hamamı,  Pazarı, değirmeni ve 1879'da açılmış okulu vardı. Okulda, 1911-1912 ders yılında 201 erkek 152 kız öğrenci okurmuş. 1915'teki 'zorunlu göç' sonunda da bu köy tamamen boşaltılmıştır."

Yukarıdaki "tarihsel not" çok düşündürücü değil mi?

Bence bir de kıyaslama yapmamız gerekiyor: Komşumuz “Hopus” köyüne 1879’da okul açılmış!.. Bizim köyümüz “Zenan”a ise 1950 yılında…

Şimdi de bugünkü yazımızı noktalayıp devamını gelecek haftalara bırakalım. 



Diğer yazılarım: tıklayınız


15 Mayıs 2020 Cuma

YAYLAMIZ “DEŞTA ZENAN” (5)

Yayladaki İlk Günlerimiz
Köyden çoluk-çocuk ve hayvanlarını alıp yaylaya çıkanların, ilk üç-dört hafta içinde çözülmesi gereken çokça işleri ve sorunları olurdu.

Bu zorlukları annelerimiz önceliklerine göre sıralar, onlara kısa zamanda çözüm bulmaya çalışırdı. Tabii ki annelerin çok olan işlerine bunların da eklenmesi onları çok çok yorardı. 

Bu zor günlerde annelere en büyük desteği yeniyetmeler ve gençler verirdi. Köyde henüz ot biçme zamanı gelmediğinden, gençler ilk bir-bir buçuk ay boyunca daha çok yaylada olurlardı. Köye sadece yaşlılara yardım etmek, onlara yayla işi yiyecek-içecek ulaştırmak için ve acil durumlarda giderlerdi.

Yayladaki iş ve sorunları şöyle sıralayabiliriz:
·        6 yaş öncesi çocuklar ve bu yılki yavru hayvanları yeni çevreye alıştırma…
·        Komşularımızla, koyun ve keçilerimizi birleştirip "bugün kim çoban" listesi hazırlama ve uygulama…
·        Günün yarısı olduğunda sahipleri ve yavrularına süt vermeye gelecek olan keçi, koyun ve inekleri karşılama, yavrularla buluşturma...
·        Sütü değerlendirme, yemek hazırlama, hayvan barınakları ve ev temizliği...  
·        (Büyükbaş hayvanlar; geçen yıllardan deneyimli oldukları için pek fazla sorun yaratmazdı. Onlar, boğa ve öküzler koruyuculuğu ile özgürce dağa giderler, yavrusu olan inekler öğlen eve döner, sütünün çoğunu sahibine, kalanını da yavrusuna verir ve yeniden beslenip süt biriktirmek için dağdaki arkadaşlarına katılır ve karanlık olmadan da dönerlerdi. Bunun için de bu grup öncelikler listesinde çok fazla yer almazdı.)
·       Ve çok önemli bir konu da 7-10 yaşında olup, ailede bir emekçi olacak olan çocukları eğitmekti. Onların; buzağı, oğlak ve kuzuları otlatan iyi birer “şivan” (çoban) olması için kural ve yöntemleri öğrenmeleri, bu "işin" sorumluluklarını kavramaları gerekirdi.

Karik-Berxik-Golik û Zarok 

Karik-Berxik-Golik û Zarok” Türkçesi: Oğlak-Kuzu-Buzağı ve Çocuk... Eğer bir genelleme yapacak olursak, bu dörtlünün her birisi birer çocuk…

Nisan sonu Mayıs başında yavrular, anne sütüne ek olarak yeşilliklerle de beslenmeye başlar, çocukların da okulları tatil olurdu. İşte o zaman biz de bir "şivan" olur bu yavrularla çocuk çocuğa buluşurduk. Onlar hem oyun arkadaşımız hem de koruduklarımız idi. Bu coşkulu anlar bana/bize  unutulmaz anılar yaşatmış olacak ki, ta bugünlerde de konuşabiliyoruz.

Önümüze katıp götürdüğümüz yavrular yayla ovasına girer girmez büyük bir coşkuya kapılır, kimi çığlık çığlığa zikzaklar çize çize koşar, kimi uçarcasına zıplar, havada taklalar atardı. Kuşkusuz çocuksu duygulara kapılarak bu coşkuya biz de katılırdık, fakat bir de yoğun olarak “acaba?!..” korkuları yaşardık.

Çünkü biz bir “şivan” (çoban) idik, görev tanımlamamızda; bu yavruları ovada otlatıp doyurmak, olası tehlikelerden korumak, kaybetmemek ve onların anneleri ile buluşturmadan eve getirmek vardı.

Bir süre sonra yavruların coşkusu beslenme telaşına dönerdi, bizler de o anı değerlendirerek kenger toplar, akan sütün kuruyup sakız olmasını bekler ve bize toplayabilirsin denen mantarlardan toplayıp boynumuza asılı azık torbasına koyardık. Unutmadan söylemem gerek, yavrular ovada otlarken bir iki hafta içinde o nazik burunları yaralarla kaplanır, bazen kanar bu da bizi çok üzerdi. 

Koskocaman yayla ovasının ortasında şerit gibi incecik akan dere, bazı yerde gölet olup yeşil kurbağa ile yavru balıklara mesken olurdu. Fazla derin olmayan bu göletler Temmuz sıcağında bizim için yüzme havuzu olurdu. Ovada birkaç söğüt ağacı dışında başka ağaç yoktu. Yüksekte uçan kartallar, çevredeki dağlar arasında avcı uçuşu yapardı. Bizden biraz uzakta ise o gün işi olmayan at, eşek ve yavruları otlar, uzak diyardan gelip eski yuvalarını yenilemekle meşgul leylekler o bilindik melodiye uygun olarak gagalarını çarpıştırırlardı. 
Tanaş'ın Hikayesi

Annemin “Tanaş” adını verdiği bir ineği vardı. “Tanaş”, asabiydi ve biz ondan korkardık, o da bize pek yüz vermez kendisine yaklaştırmazdı. Annemin yıllar boyunca pek çok ineği olmuştu, fakat o en çok “Tanaş”ı sevdiğini söylerdi. Bu nedenle de yıllarca onun soyunu sürdürmek istemişti. Çünkü onun sütü biraz bol, yavruları erkek olursa çok güçlü bir öküz, dişi olursa da annesi benzeri bir inek olurdu. 

Fakat annemin hiçbir inek için Tanaş kadar üzülüp ağlamadığını söyleyebilirim. Tanaş asabi olduğu kadar korkusuz bir inekti, eğer yavrusu sütten kesilmişse o doymadan dağdan inmez, karanlık olunca da orada yatar uyurdu (Tanaş’ı aramaya çıktığımız o günlerde annemin; ağıtlar eşliğinde gözyaşı dökmesini ve “Tanaş, Tanaş, Tanaşşşş!..” diye seslenmesini hiç unutamadım.). 

Kimi gün onu bir kuytuda bulur, sevinç içinde alıp evimize dönerdik. Kimi gün ise bulamaz, üzüntü içinde eve dönerdik... Ve sabah çok erken kalkar, kartal uçuşlarını izlerdik. Çünkü kurtların öldürdüğü hayvanların etinden kartallar da pay alırdı, uçuş noktaları da bize kara haberi verirdi. Biz de acele ile ve korku içinde oralara giderdik. Özet: Bu Tanaş”, hem çok sevilen, hem de çok üzen bir inekti...     

Tanaş'ın bana özel capcanlı bir anısı da şöyle:  Ben yayla ovasının Haftariç köyü yaylasına yakın bir yerde 9-10 yaşlarında bir “şivanım” önümde doydu doyacak küçük bir yavru sürüsü var. Birden bire bir bağırtı duydum, “Tanaş’ın yavrusu golik ”, sesin annesine ait olduğunu anladı, hemen cevabi sesler çıkarıp koşmaya başladı ve kısa zamanda buluştular. Tanaş, önce yavrusunu selam verircesine yaladı ve sonra da haydi emmeye başla der gibi bir pozisyon aldı (alıntılanan temsili fotoğraf gibi): 

Bu buluşmaya engel olmaya çalışırsam Tanaş'ın, sivri uçlu, yarım ay boynuzlarına hedef olacaktım. Bu düşünce ile onlara yaklaşmıyordum. Mutlu buluşma anında yavrunun ağzına aldığı memeyi istekle emişi, o hazla annesine tos vuruşu ve kuyruk sallayışını izleyip, ağlıyordum.

Annem haberi almış, yanımıza varmıştı bile. Ona, kekeleyen kesik kesik hıçkırıkla olanları anlattım. Annem, gözyaşlarımı sildi, saçlarımı okşadı ve “Tışt nabi” (olur böyle şeyler) diyerek uzun uzun öptü.

Gözyaşlarım dursa bile üzüntüm henüz bitmemişti, çünkü Tanaş sütünü önce sahibi olan anneme değil de yavrusuna vermişti. Bu da bana görevini yapamamış olan birisinin mahcubiyetini yaşatmıştı.  

Eğer olay bugün olmuş olsaydı; “ O, kendisine ait sütü emmekle olması gerekeni yaptı” der, sevinirdim. 

Ama o gün ne  çok ağlamıştım!... Ne çok… 
   
Şimdi de yazımızı noktalayıp devamını gelecek haftalara bırakalım.


Diğer yazılarım: tıklayınız