3 Mayıs 2015 Pazar

Öğretmen Olmak… (Nurten -Ünsal- Yılmaz’a Saygıyla…)


1962 Baharında köyümün ilkokulunu bitirdiğimde; 12 yaşında, 128cm boyunda, 28 kilo ağırlığında yani (dolaylı anlatıma gerek yok), kavruk kalmış bir köylü çocuğuydum. Öğretmenim, benim de birkaç arkadaşımla birlikte “parasız yatılı öğretmen okulu” sınavına girmemi istiyordu. Bunun için de ilçemize gidip sınava giriş için başvuru bilgi/belgelerini almamız gerekiyordu.

Derelerin çığıltılarına ses verircesine, kekliklerin karşılıklı olarak koro-solo konser verdiği bir mevsimdi. Meşe ağaçları kıvırcık yapraklarını açmış, renk cümbüşü içindeki yaban otları, diken ve çiçekler harmanlanmış, karıncalar koşuşturuyor, mis kokular içinde her taraf. Doğa uyanmış… 

Okul müdürümüz Genç Kemal Yücel, beni ve Ali’yi sabahın çok erken saatinde yanına almış, iki kişinin yan yana zor yürüyebildiği patika yollardan peşi sıra götürüyor… 

Yorulduğumuzu anladığında ise, dağdaki çeşme başlarında veya gölgelik yerlerde kısa molalar veriyor, sonra yeniden, inişli çıkışlı dağ, dere, tepeleri yürüyoruz... 

Saç dipleri ve alnımızda açılmış minik pınarlardan çıkan damlacıklar birleşip ince nehircikler oluşturuyor, gözlerimizi suluyor/yakıyor. Yanak ve burnumuzu aşıp ılık/tuzlu su olarak ağzımızı, çene ve boynumuzu aşıp giysilerimizi ıslatıyordu… 

Ayaklarımız; alevlenmiş yanıyor, çünkü naylon çoraplı ve  terden vıcık vıcık olmuş gislaved lastik çizmelerin içinde...

Bizim bu halimiz ve çocuk adımlarımızla Kiğı’ya varışımız 6 saat kadar sürdü. Oysa yetişkinler 3,5-4 saatte alırmış bu yolu…  Kiğı’nın halk arasındaki bir ismi de “Kasaba” idi. Sonunda Kasaba ’ya ulaşmıştık…

Ali beden biraz boylu ve biraz daha kilolu idi. İkimiz de, başka bir şehir görmediğimiz gibi Kiğı ’ye de ilk kez gelmiştik.  Ve, demek ki böyle oluyor şehir-kasaba diyorduk kendi kendimize…

Gece kalacağımız yeri bulduk yerimizi ayırdık. Ve yorgunluğumuza aldırmadan günün kalan kısmını; çarşı (yaklaşık 300-400 metre uzunlukta) ile Kaymakamlık, İlköğretim Müdürlüğü, Nüfus Müdürlüğü, PTT … gibi devlet dairelerini gezmekle geçirdik.

Gece kalacağımız yerin adı Xan’dı. Otel öncesi de diyebileceğimiz buraya... Xan sadece bize değil ki, alt katında at veya katırlar için de ahır veya barınak vardı… 

Öylesine yorgunduk ki,  uykumuzu, karanlıkta karınca sürüsü gibi dolaşmaya çıkan tahtakuruları bile kaçıramamış, sabaha kadar deliksiz uyumuştuk…

İlklerimize bir de vesikalık fotoğraf çektirmeyi eklemiştik.  Fotoğrafçı Hakkı Amca,  ilçenin ilk ve tek fotoğrafçısıydı. Daha sonra okul arkadaşımız olacak Metin’in de babası. Hakkı Amca’nın ağzında hiç dişi yoktu. Kafasını üçayaklı körüklü fotoğraf makinasının siyah örtüsünün arkasına saklayıp, çekime hazırlık için sayılar sayar ve peltek sesle komutlar veriyordu bize. Biz de garipsediğimiz bu duruma bakıp gülüyorduk. 
Nihayet başvuru için gerekli fotoğraf, bilgi ve formları aldık. Daha sonraki işlemleri de müdürümüz tamamlayacakmış… Karanlığa kalmamak için öğlene doğru müdürümüzle birlikte dönüş yoluna çıkmamız gerekiyordu. Çıktık da…
Dönüş yolculuğumuz da geliş gibi oldukça yorucu geçti. Ama geliş-dönüş yolunda yaşadığımız tüm yorgunluğumuzu unutmuştuk adeta. Çünkü bu “Kasaba” gezisi bize (sanki) bir ufuk kazandırmış ve bizi çok mutlu etmişti...
***
Daha sonra “yazılı sınav” için yeniden gittiğimiz ilçe merkezi bu kez bize daha tanıdık gelmişti. Sınav da iyi geçmişti. Hele hele Refik Halit KARAY’ın Eskici hikâyesinden alınan bir paragraf ve ondan türetilen Türkçe soruları bugün bile unutulmaz bir iz bırakmıştı bende ve arkadaşlarımda… (Ali, bugün bile, sınavda çıkan o uzun paragrafı noktası virgülüne uyarak, bir spiker çabukluğuyla okur.).

Aylar geçti… Babamla birlikte orakla buğday biçerken sınav kazandığımı bir akrabamız karşı tepeden bağırarak haber vermişti... Sevinç çığlıklarıyla babamı tarlada tek başına bırakıp, yokuş yukarı koşa koşa evdeki anneme varışımı, ona sarılıp mutluluğumu onunla paylayışımı hiç ama hiç unutamam…

İlçemizden sınava katılan yüzlerce kişiden sadece 6’sı kazanmıştı. Bunlar; Ali, Selim ve ben, Kiğı’ya yakın bir köyden Zülfü ve adını hatırlayamadığım 2 kişi idi. Sınavın ikinci aşaması olan sözlü sınava katılmak için bizi, Erzurum Ilıca’daki Yavuz Selim İlköğretmen Okuluna çağırıyorlardı.

Babam beni imam hatip okuluna gönderme taraflısı idi. Bunun için sınavı kazanmama pek sevinmemiş gibiydi. Ben ise sınavını kazandığım okula gidip, öğretmen olmak istiyordum. Annem de beni destekliyor fakat babamı ikna edemiyorduk. Babamı ikna edebilecek kişinin dedem olduğuna karar verip hemen dedeme koştum, ağlayarak anlattım tüm olanları… Eskiden köyümüzün imamı olan dedem beni dikkatle dinledi ve “sen git babanı çağır bana gelsin” dedi. 
Hemen koşup çağırdım babamı... 

Ve konuşmalarını kapı arkasından dinlemeye başladım. Babam dedemden çok çekinir, karşısında pek konuşamazdı… O nedenle de daha çok dedemin sesini duyabiliyordum. Ve O’nun, sert ve kızgın bir ses tonuyla babama; “Çocuk başarılı olmuş kazanmış sen neden engel oluyorsun?”,  “Ben yıllarca imamlık yaptım da ne oldu?”, “Bırak, istediği gibi okusun!..”  dediğini duyunca sevinçle, koşa koşa anneme gittim. 

Sorun böylece çözülmüştü. Sıra bizi Erzurum’a götürecek birini bulmaya ve orada yapılacak sözlü sınavı (mülakat) kazanmaya kalmıştı…

Babalarımız Zülfü isimli yeni arkadaşımızın amcası ile görüşüp anlaştılar. Artık yeni bir ‘Haydar Amcamız' vardı… O, bizi Erzurum’a götürecekti.

Gün geldi, bir kamyonun brandalı kasasına tahta bavullarımızla sığınarak Bingöl-Elazığ- Erzurum yolculuğuna başladık... Detaylarını pek hatırlamadığım bu uzun ve yorucu yolculukta ve Erzurum’da otelde kalmalarımız, Ilıca’daki okula gidip gelmelerimizde hep ‘Haydar Amca’ bize sahip çıktı, bize rehberlik yaptı ve bizim için unutulmaz biri oldu…
***
Sözlü sınavı iki ayrı derslikteki Türkçe-Sosyal ve Fen-Matematik komisyonları yapıyordu. Türkçe-Sosyal komisyonundan Nurten Yılmaz, Fen-Matematik komisyonundan ise Meftune Özer isimli unutamadığım iki öğretmen tanımıştım…

Türkçe-Sosyal komisyonunda birkaç bilgi sorusundan sonra Nurten Yılmaz öğretmenim bana, “Kaç kardeşin var?” diye sormuş, “Beş kardeşim var.” Cevabıma karşı ise, “Kaçı kız, kaçı erkek?” sorusunu sormuştu. O an yanlışımın farkına vardığımdan; yanaklarım alevlenmiş, kekelemiş, sara nöbeti geçirircesine titremiş, kısık bir sesle ve utanç duyarak “Beş erkek, üç kız” cevabını vermiştim. Komisyondaki erkek öğretmenler bu cevaba gülmüş, Nurten öğretmenim ise önüne bakmıştı…

Sınav sonuçları belli olduğunda, bizim ilçeden: Ali Çinko, Zülfü Gürbey ve ben sınavı kazanmıştık. Kazanamayanlar ile kazananların üzüntü ve sevinç çığlıkları okulu adeta çınlatmış, sevinç ve üzüntü gözyaşları bir olup akıtmıştı…

Haydar Amca ile birlikte “Heyet Raporu” için Numune Hastanesine başvurduk. 

Parasız yatılı okuyacağımız için noterden “Kefalet Senedi” verilmesi gerekiyordu. Bu iş için de babalarımızın Erzurum’a gelmesi gerekiyordu, çağırdık. Geldiler… Ve tüm işleri bitirip bizi, birbirimize ve okulumuza ve teslim ederek köylerine geri döndüler… 

Ali, Zülfü ve ben; peş peşe sıralı okul numaraları almış (tesadüf mü bilemem), aynı sınıfa kayıt olmuştuk. (Şimdi de İstanbul’dayız ve dostluğumuz devam ediyor.).

Okullar açıldıktan iki ay sonra 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı; her yıl bu bayramda askeri düzen ve komutlarla gündüz kutlamaları dışında bir de gece fener alayları düzenleniyormuş…

O yıl da coşkulu olarak gündüz törenleri yapıldı. Akşam yemeğinden sonra hava kararmaya başlayınca öğretmenlerin gözetiminde bütün öğrenciler toplandı. Fener taslarına, odun külüne gazyağı katarak hazırlanan çamurumsu malzeme konup yakıldı. Fener alayı başlamıştı… Büyük bir coşku ile marşlar eşliğinde okulumuzdan çıkıp tüm Ilıca’yı dolaştıktan sonra okula geri dönüyorduk... Görevli öğretmenlerimiz bizimle birlikte yürüyor. Diğer yönetici ve öğretmenlerimiz ise okulun otobüsüne binmiş ağır ağır korteji izliyorlardı. Ben, en arkalarda coşkulu bir yorgunluk içinde yürüyordum… Birden yönetici/öğretmen otobüsü durmuştu. Nurten öğretmen inmiş beni, kolumdan tutarak, “sen benimle gel bakalım” deyip, otobüse bindirmişti… Bir anne öngörüsü ile benim ne durumda olduğumu hissetmiş, bana elini uzatmıştı… 
***

Aradan yıllar, yıllar geçti. 51 yıl sonra 2013 Mayıs’ın son günlerinde, Aydın-Kuşadası’ndaki okul buluşmamızda Nurten Yılmaz ve eşi Burhanettin Yılmaz öğretmenlerimi birlikte görünce çok mutlu olmuştum. Bir öğrenci ürkekliği ve saygısıyla yanlarına gidip sohbet etmiş ve o iz bırakan iki anımı anlatmıştım… 

Unutulmadıklarını düşünerek çok mutlu olmuşlardı… 2014 Mayıs’ın son günlerindeki Uludağ buluşmamızda da yine onlar, yüzlerce öğrencileri arasında, birer anıt gibi duran, onlarca öğretmenimizle birlikte yerlerini almışlardı…

2015 Haziran buluşması için de sözleşmiştik… Bu kez bizim için daha da anlamlı bir yerde, okulumuzun olduğu Erzurum’da yapacağız buluşmamızı… Yine yüzlerce öğrenci içinde, birer anıt gibi duran onlarca öğretmenimiz olacak. Fakat bu kez 

Nurten Yılmaz öğretmenimiz bir ışık olarak, uzaklardan gülücükler gönderip el sallayacak bizlere…


Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 


Bu yazı Radikal Blog’da:
http://blog.radikal.com.tr/egitim/ogretmen-olmak-98926

21 Nisan 2015 Salı

TÜRGEV ve İmam Hatiplerle… “Paralel Eğitim”



“17-25 Aralık” sonrasında kürsüye çıkan her iktidar mensubu ve havuzlarda yapay yemlerle yetiştirilen medya bülbülleri, münazaradaki çocuklar gibi kendisine verilen başlığın taraftarı oldular. İşlerine gelmeyen her tür toplumsal olayı “Paralel işi” olarak yaftalayıp bu gizemli(!) sözü can simidi olarak kullandılar, kullanmaya devam ediyorlar.

Sözlükte, “paralel=koşut= Yan yana ve birbirine kavuşmadan uzayıp giden…”    Olarak tanımlanır. (Geometrik kavram olarak da sonsuza kadar kesişimi olmayan…). Oysa biz o paralel olarak ilan edilenlerle, ne kadar kesişerek, birlikte yürüdüklerini gördük ve yaşadık. Aslında yazı konumuz da paralellik değil eğitim…

Cumhuriyet Gazetesi 11 Nisan günü, Bilal'in hedefine bir yılda varıldı manşetiyle “Geçen yıla göre ortaokul ve lise ile birlikte imam hatipli sayısı yaklaşık 658 binden yaklaşık 932 bine yükseldi.” Haberini vermişti: 

Bakanlık, “Bilal’in Hedefine Bir Yılda Varıldı” Haberine İlişkin Açıklama”sı ile haberi yalanlamış (!) ve de söz konusu haberdeki sayıları açıklama yapmak yerine; “…Bakanlığı aleyhine yürüttükleri sistematik bir karalama ve dezenformasyon kampanyası…” olarak değerlendirmişti.

Fazla değil altı gün sonra, o meşhur cevabın henüz mürekkebi kurumadan (belki izlediniz, okudunuz veya duydunuz), 17 Nisan (Köy Enstitülerinin kuruluş günü! “manidar”…) günü, Bilal Erdoğan ve kız kardeşi Sümeyye Erdoğan’ın katılımıyla, Diyarbakır İl genelindeki İmam Hatip Okulu müdürleriyle basına kapalı bir toplantı yapıldı.

Bu toplantının içeriğini bilmiyoruz. Fakat toplantı öncesinde, Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı (TÜRGEV) Yönetim Kurulu üyesi olan  Bilal Erdoğan’ın yaptığı konuşma: “Biliyorsunuz eğitim faaliyetlerinin önemini. Özellikle bu bölgedeki imam hatiplilerin gelecekte daha iyi bir seviyeye ulaşması ile ilgili özel çalışmalarımız var onlara devam ediyoruz. İnşallah çalışmalarımız da tesirli olur. Bütün bölge için, sadece Diyarbakır için değil. Burada gençlerimizin çok daha öz güven ile çok daha ciddi bir şekilde donanımlı olarak yetişmesini ve geleceğin yeni Türkiye’sinin kurulmasında da bu bölgenin insanının daha büyük bir şekilde katkısı olması için mücadele edeceğiz inşallah” dediğini Milliyet Gazetesinden öğrendim. 

Bu konuşmada her şey apaçık, yoruma gerek yok…

Sizce bu sözler, bir liderin, bir Milli Eğitim Bakanının sözleri gibi değil mi? 

Kaldı ki, 4+4+4 (bu anlayışın yol planı) yasası o dönemin Milli Eğitim Bakanı’na bile haber verilmeden hazırlanmış, kendisine ancak meclisteki görüşmeler sürecinde haber verilmişti.

Yukarıdaki sayılar, 4+4+4 yasası ve söylemler gösteriyor ki; yılların sorunlu, hantal, yorgun, gerici … eğitim sistemine, paralel bir ortaçağ eğitim sistemi oluşturulmuştur. Bu sistemle, karma eğitimsiz, zorunlu din dersi okutulan, … “Dindar ve kindar bir nesil” yetiştirilmesi istenmektedir.

MEB verilerinden hareketle, 4 Eylül 2013 günü Milliyet Blog’da Anadolu Liseleri neden kimsesiz kaldı? Ya İmam-Hatipler!... Başlığı ile bir yazı yazmıştım. http://blog.milliyet.com.tr/anadolu-liseleri-neden-kimsesiz-kaldi--ya-imam-hatipler-/Blog/?BlogNo=427950

O yazımdan sonra olaylar beni doğrularcasına daha da hızlandı.  İl ve ilçelerde bulunan milli eğitim müdürü ve şube müdürleri hele hele 20-30 yıllık okul müdür ve müdür yardımcıları kazandıkları sınavlar, kazanılmış hakları hiçe sayılarak görevlerinden alındı... Ve iktidarın sarı sendikasından onay almayan hiç bir atama yapılmadı… Mahkeme kararlarına da uyulmadı… Eğitim şuraları dini eğitimin gölgesinde yapıldı. Karma eğitim ilkesi ortadan kaldırılmaya başlandı…

İktidar tarafından kurulan bir sarı sendika bakanlığın tüm makam ve okul yönetimlerini ele geçirmiş, “eğitim şurası” ve uygulama alanlarında kraldan çok kralcı savunmalarda bulunmuş haksızlıkları sahiplenmiştir… 

Ve şimdi herkes gördü ki tüm yapılanlar, İmam Hatiplere uyarlı bir “Paralel Eğitim” düzenini kurmak içinmiş…

Sizce bu sayılar ve anlatılar, TÜRGEV ve İmam Hatiplerle “Paralel Eğitim” yazı başlığımızı doğrulamıyor mu?

Muhalefette bulunan tüm siyasi partiler, iktidarın diğer alanlardaki uygulamalarına kısık sesli de olsa zaman zaman karşı çıkışlarda bulunmuş, bazı “Salı Konuşmaları”nda ses tellerine zarar verircesine söylevlerde bulunmuşlar... Ancak ne yazık ki eğitim politikalarının bu denli bozulmasına sebep olan İmam Hatiplerin serpilip gelişmesi konusunda neler oluyor? Diye farkındalık yaratma yoluna gitmemişlerdir. “Belki o alandan da oy alırız” beklentisinin yarattığı ürkeklikle sessiz kalmışlardır. 

Peki, veliler, STK’lar hele hele öğretmen, dernek ve sendikaları ne yaptılar?! Kimi saman alevi gibi bitiveren çıkışlarda bulundu, kimileri ise sessizce bekliyor…
Amaçlarına ulaşmak için “her tür yöntemi mubah gören” anlayışların en sık kullandığı yöntem “algı yönetimi” dir. 

Bizde de iktidar ülkenin eğitim politikasını değiştirip dönüştürürken “algı yönetimi”ni kullanıyor. Eğitim konusunda da istediklerini yapabilmek için (28 Şubat faşist anlayış ve uygulamalından kaynaklı), “İmam Hatipli mağduriyeti” söylemini her ortamda kullanarak eylemlerine destek ve güçlerine güç kattılar…

Algı yönetimi uygulayanlar; her farklı anlayışı, eleştiri ve toplumsal olayı kendisine/kendilerine karşı görürler ve böylece: 

1. Bu karşı çıkışları sindirmek için öfkeli söylem ve orantısız güç kullanımı ile saldırıya geçerler.

2. Aidiyeti, dini inancı, kimliği vb gibi özelliklerini hedefe koyar, ötekileştirir böylece yalnızlık yaratıp korkutmaya çalışırlar.

3. Olaylara değişik anlam ve motifler ekleyerek asıl anlamlarından uzaklaştırır ve saptırmalar yaparlar… 

Sonuç olarak insanlarda; yalnızlık, yılgınlık, korku yaratır, olayların izleyicisi konumundaki sessiz çoğunlukları da çaresiz-çözümsüz bırakarak yanına çekmeye çalışır, büyük ölçüde de başarılı olurlar.

Tarihte, özellikle soğuk savaş dönemlerinde, (sosyal psikoloji uzmanlarınca) sıklıkla kullanılmış olan algı yönetimi, faşist yönetimlerin toplumları sindirme aracı olmuştur.

Ama dünya tarihi; insanları kul-köle haline getiren despot yönetimlerin, haklıların haklı mücadeleleriyle son bulduğu, haklıların haklarını aldığı pek çok örnekle doludur. Onun için bu ortaçağ özlem ve özentileri de bir gün mutlaka son bulacaktır. 

İnsan Hakları’nı temel alan, barış, demokrasi ve laiklik ilkelerini bayraklaştıran bir eğitim sistemi için el ele, omuz omuza…


Not: İki gün önce hazırladığım bu yazı için görsel ararken, bugün Sn. Musa Kart’ın çok şey anlatan o muhteşem çizgilerini bulmam büyük bir şans…


Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

Bu yazı Radikal Blog’da:

16 Nisan 2015 Perşembe

İmam Hatipler, Köy Enstitülerinin Yerine Mi?..

Faşizmin, İtalya ve Almanya’da gelişip serpildiği yıllarda Türkiye’deki tek parti yönetimi de onlardan etkilenmiş, bazı ırkçı yaklaşım ve uygulamalar içine girmişti. Fakat aynı yönetim aynı yıllarda; Osmanlı’nın yolsuz, okulsuz, yoksul olarak sıtma… ve bitlerle baş başa bıraktığı Anadolu’ya da sahip çıkarak hizmet götürmüştür.

Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç ekibince 1937-1948 yıllarında (tüm yurdu kapsayacak şekilde) kurulan 21 Köy Enstitüsü’nden 17 bin öğretmen-eğitmen-teknik eleman, 3 bin sağlık memuru ile az zamanda çok büyük işler başarılmıştı. Köy Enstitüleri uygulamaları ve başarıları nedeniyle UNESCO tarafından dünyaya örnek gösterilen kurum haline gelmişti…

Aynı yönetimce yapılan yanlış bir uygulama (konumuzla ilgili olan) da; resmi bir devlet dini yaratmaya yönelmiş olmasıdır. Tek din, tek mezhep anlayışı ile kurulan bu kurum ise günümüzün Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Bu uygulama sonucu olarak, günümüzde okul yönlendirme sistemi tümü ile bozulmuş, zorunlu din dersleri ile başka din ve anlayışlar yok sayılmış, ötekileştirilmiştir.

Bugün tüm siyasi partilerin/politikacıların basit günlük ve popülist çıkarları uğruna duyarsız ve sessiz kaldıkları çok önemli bir konu var. Geleceğimize yön verecek olan eğitim politikalarımız… Bu politikaların 4+4+4 ve İmam Hatip Okulları ile amaçlanan hedefleri düşünerek, kısa zamanda ulaşılan sayısal verileri hatırlatmak ve istedim.

Genelde toplumsal gelişim-değişimler ileriye dönük devrimci bir öz taşırlar. Ama ne yazık ki bazen de devrimci bir öz yerine, geçmişe özlem duyan gerici bir kara akım esiverir toplumsal değişim/gelişimlerde. İşte biz de toplum olarak o yılları ve günleri yaşıyoruz…

2002 yılından başlayarak ülkemiz öylesine bir girdap içine girdi, öylesine bir değişim geçirdi ki; bu değişimin ne veliler, ne öğrenciler, ne öğretmenler ne de politikacılar farkına varamadı. Tek tük farkına varanlar ise, yüzme taktiklerini bilemediklerinden debelenip duruyorlar… İşte bu süreçte ülkemiz, dünya eğitim sıralamalarının en sonlarda yer almaya baladı.

Eğitimin itici gücü olan öğretmenleri yetiştiren onlara mesleki yeterlilikler kazandıran Öğretmen Okulları, Yüksek Öğretmen Okulları, Eğitim Enstitüleri gibi öğretmen yetiştiren kurumlar zaten kapatılmıştı. Son olarak Anadolu öğretmen liselerini kapatıp ve Anadolu Liselerini itibarsız sıradan okullar haline getirdiler...

Ve Anaokuldan başlayarak her tür eğitim kurumuna dini motifler eklediler. Daha önce çeşitli dernek ve vakıflar kanalı ile yaptırılan İmam Hatip Okulları’ açmak artık, MEB’in en önemli görevi haline geldi. Bunun için her semtin en merkezi okuluna veli isteği (!)  diye el koydular. Böylece, Milli Eğitim Bakanlığı adeta Milli İmam Hatip Bakanlığı’na dönüştürüldü…

Böylesi kurumlarda ancak dinsel eğitim yapılır. Dinsel eğitim-öğretim yöntemi ise; ezberlemektir. Ezberlemek o tür okuldaki öğrencinin yaşamında her şeydir…
Bu yaşamda kişiye; Neden?, Niçin? Nasıl? Acaba?  Ne yapmalı?  Nasıl yapmalı? … gibi mantıksal düşünme ve kişilik oluşumunu sağlayan, kişiye öznellik kazandıran, güven veren ve en önemlisi bilimsel gelişmenin kapılarını açan bu soruları sormak, kuşkuları yaşamak hakkı verilmez… O yaşamda kişi ancak, iç dünyasında kendisiyle (iç konuşmalarla) bu tür soruları paylaşabilir.  Bu durumda da aldığı (yasakçı-günah) eğitim nedeniyle bazı suçluluklar yaşar bu sorular nedeniyle...

Peki bu soruları soramayan, bu kuşkuları yaşamayan bir kişi veya kişilerle  sizce nasıl bir toplum oluşturur?!..

Cevabınızı duyar gibiyim;

"İtaat eden, kaderci toplumlar!…"

Evet, evet bildiniz!..

Böylesi toplum ve gruplarda verilen emir üzerine; pusu kurulur, tarif üzerine tanımadığı başka bir kişinin yolu kesilir, kurşunlanır, kendisi gibi olmayanlara yaşam hakkı tanınmaz, kılıçla kafalar kesilir…

Size, 17 Nisan anısına düşündürücü (manidar) bir örnek vererek yazıyı noktalamak istiyorum.

Köy Enstitülerinin kurucusu İsmail Hakkı Tonguç, sadece bizim eğitim tarihimize değil, dünya eğitim tarihine de ismini yazdırmış değerli bir eğitim öncüsüdür. 

Konya-Selçuk’ta, İsmail Hakkı Tonguç adını taşıyan okulun yeni adı: İsmail Hakkı Tonguç İmam Hatip Ortaokulu olarak değiştirilmiştir…

Bizler eğer İsmail Hakkı Tonguç’un eseri olan Köy Enstitüleri’ni yıkmak için savaş açan toprak ağaları, şeyh ve imamları hatırlarsak bu yeni isimlendirme ile verilmek istenen mesajı daha iyi anlarız…

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

Bu yazı:

13 Nisan 2015 Pazartesi

Güvenlikçi Anlayış Öfkeyi Kine Dönüştürür!..

Öfke: “Engelleme, incinme veya gözdağı karşısında gösterilen saldırganlık tepkisi, kızgınlık, hışım, hiddet, gazap.” Olarak tanımlanır.

Zaman zaman her sağlıklı insanın yaşadığı bir durumdur öfkelenmek. İnsanlar, yok sayıldığı, aşağılandığı, hataları yüzüne vurulduğu, kırıldığı ya da haksızlığı uğradığı zamanlarda öfkelenirler. Bu duyguyu bireyler tek tek yaşadığı gibi toplumsal grup olarak ortaklaşa da yaşayabilirler…

İşte bu bireysel ve grupsal öfkelenmeleri gidermek/boşaltmak ve böylece huzuru/barışı sağlamak için çeşitli yollar vardır.

Öfkelenince bazı bireyler; somurtarak, küserek, kayıtsız kalarak, bazıları ise ani çıkışlarla, bağırarak, söylenerek tepki gösterirler.

Öfkelenen gruplarda (bireyler gibi) karşı gruplara/bireylere; küser, kayıtsız kalır, bazen de ani çıkışlarla, bağırır, söylenir veya protesto ederek tepki gösterirler.

Bu eylem ve söylemler, eğer öfkeye neden olanlarda farkındalık yaratır, onları; pişman olma, özür dileme (bir daha aynı davranışta bulunmama) noktasına getirmeyi sağlarsa, sorun büyük ölçüde çözülür. Bu durumda öfke kontrol edilmiş olur ve hem birey, hem çevre, hem de toplum rahatlar, huzura kavuşur.

Aksi durumlarda ise öfke; ilişkilerin bitmesi, dostlukların sonlanması veya düşmanlıklara kapı aralanmasına neden/maya olup kin’ e dönüşür…

Kin: “Birine karşı duyulan öç alma isteği, garez.”  olarak tanımlanır.
Kin, bireylerin ve toplumsal grupların kalbine yerleşen bir virüstür. Hem bireye, hem gruba, hem de topluma uzun süreli çok büyük zararlar verir. Tüm, ırkçı, dinsel, mezhepsel, grupsal cinayet ve savaşların en temel itici gücü, ustaca oluşturulmuş kindir.

Bakın Yunus Emre barışın en büyük düşmanı kin için ne diyor:

“Adımız miskindir bizim
Düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmayız
Kamu âlem birdir bize”

***

Ülkemizden son görüntüler:
Savcı Mehmet Selim Kiraz Çağlayan Adliyesi'ndeki odasında rehin alındığında Berkin Elvan’ın babası yaşanmışlığından kaynaklanan çığlıkla terörist gençlere  “Kan kan ile yıkanmaz!.” Dedi ise de,  “Bebeklerden katil yaratan karanlık” devam etti/ ediyor…

Ama Çağlayan Adliye Sarayı’nda gerçekleştirilen terör olayı ile bize:
Başarısızca yönetilen bir kurtarma (!) sürecini,

Acıyı paylaşmak yerine; ayrıştırmayı, ötekileştirmeyi, yok saymayı,
Musalla taşındaki cenazeden bile siyasi rant sağlamayı,
Taziye evinde bile ses düzeni kurdurup mitingler yapmayı,
Haber alma haklarını yok sayıp öz-medyası dışındakileri sansürleyip yasaklamayı…
***

Ve aranan suçlu bulunmuştur dercesine avukatlara fatura çıkarmayı,
Ve farklılıkları düşmanlaştırıp, öfkelerden ekşi maya ile kin demlemeyi… Gösterdiler.
***
Mecliste sabahlayıp, haftalarca süren kavgalı-dövüşlü-sövgülü oturumlarda; insan haklarına karşı, çevreye düşman, hukuku olmayan güvenlik yasaları çıkardılar…

Bu yasalarla, öfkenin gerginliğini boşaltacak alan ve kanalların baskıyla kapatılması amaçlanmıştır. 
Ama eğer:
Benim dediğim alanda, benim istediğim dilde, benim istediğim sloganla, benim istediğim pankartla kendini ifade et dersen…

Öfkesini alanlarda haykıracakları dinleyip, onlara çare bulup koruyacağına, onlara toma ile, panzer ile, tazyikli su ile, gaz ile, cop ile, gaz kapsülleri ile saldırıp onları cansız, kör, sakat bırakırsan…

Bütçenin büyük paylarını güvenlikçi-militarist alanlara ayırırsan…
Evde, sokakta, gönüllerde, beyinlerde; insana, çevreye, hukuka, insan haklarına saygıyı var edemezsen…
“Hep bana” anlayışıyla; insanları yok sayıp, ayrıştırıp, ötekileştirip onlarda  (karşılıklı olarak) öfke ve kin birikimi sağlarsan…

Hiçbir zaman bulamasın dirliği/birliği/ huzuru…

Sanılmasın ki, oluşturulan bu öfke-kin onların tayfasını korur. Gün gelir bu öfke-kin döner dolaşır onları da bulur.

Bu sorunlar buyrukla, zorlukla çözülemez.. Ancak; inanarak, güvenerek, severek, sayarak, paylaşarak; çevreyi ve tüm canlıları koruyup dünya mirasını geleceğe taşıyan insanlar yetiştirerek çözülebilir... Bu da öncelikle bir eğitim sorunudur eğitim!..

Bu eğitim de, dindar ve kindar nesiller yetiştiren bir eğitim değildir!..

***
Yasakların, polislerin ve tomaların olduğu günlerde Taksim ve civarında 1 Mayıslarda yaşatılan kanlı günleri de…
Yasakların olmadığı, polislerin sadece görevini yaptığı 1 Mayıslarda Taksim’deki muhteşem kutlamaları da yaşadınız, biliyorsunuz.

***
Şimdi de size ülkemiz dışından bazı görüntüler:
Münih Teknik Üniversitesi, Edinburgh Üniversitesi ve Zürih Teknik Üniversitesi (ETH). Bunlar yurt dışında gittiğim üç şehirdeki üç üniversite…
Hiçbir bariyer, hiçbir güvenlik elemanı, hiçbir kimlik kontrolü görmeden, sorgulanmadan, dersliklerine, kütüphanelerine, laboratuvarlarına bir turist olarak girmiş, görmüş ve çıkmıştım.

Evet, evet, ne kontrol, ne bariyer, ne polis, ne sorgu-sual… Bu “özgürlükçü ve güvenli” anlayışın ülkemde de olması istek, özlem ve kıskançlığı içinde… Gezip çıkmıştım her üç üniversiteyi de… Ve demek ki güvenlik, sadece güvenlikçi önlemlerle olmuyormuş dedim kendi kendime…

***
Nazım Hikmet’in ‘TARANTA – BABU’YA SEKİZİNCİ MEKTUP’  şiiri şu dizelerle son buluyor:
“...Mussolini çok konuşuyor TARANTA – BABU
çok korktuğu için
çok konuşuyor!.”

Ve biz de yazımızı, güncelliğini sürdüren bu dizelerle bitirmiş olalım…



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

Bu yazı Radikal Blog’da:
http://blog.radikal.com.tr/egitim/guvenlikci-anlayis-ofkeyi-kine-donusturur-96449

12 Mart 2015 Perşembe

Doğa dostu, insan dostu… Kemal SÜREKLİ


O güzel insan da Yaşar Kemal'in peşi sıra...
"GÜZEL İNSANLAR GÜZEL ATLARA BİNİP GİTTİLER"

Mardin-Cevizli (Cevzat) köyünün (5 sınıfı bir arada) İlkokulu öğretmeni iken sınavını kazandığım Atatürk Eğitim Enstitüsü Eğitim Bölümü’nde okumak için görevimden istifa edip İstanbul’a gelmiştim. Bu bölümün sınavına girebilmenin ön koşulu en az 5 yıl ilkokul öğretmenliği yapmaktı. Okulu bitirdiğimizde ise, o büyük amacımız gerçekleşecek ya Öğretmen Okulları Meslek Dersleri Öğretmeni ya da İlköğretim Müfettişi olacaktık…

Ekim 1973 Bakanımız Mustafa Üstündağ, bu tarih ve sonrasında yaşamımızı etkileyen önemli değişiklikler oldu. O güne kadar yatılı öğrenci alan okulumuz artık bizi barındırmayacak ev arayacağız… Sınavı kazanmış olmanın sevincini yaşayıp mesleğimizden ayrılmamızdan yaklaşık bir ay sonra, sınavı kazananlar yedek listesinde olan arkadaşlarımız, öğretmen olarak İstanbul’a atandı ve yeni açılan gece bölümümüzün öğrencisi oldular… Biz ise 5 yıllık mesleğimizi bırakıp öğrenci olmuştuk. Bu da, en az 3 yıl ana-baba parası yemek zorunda kalacağımız anlamına geliyordu…   Okulumuza yakın yerlerde kiralık öğrenci evleri arıyor, bazılarımız barınma ve karın tokluğuna yatılı okullarda etüt ablası/abisi olarak çalışıyoruz. Kimliğimiz değişmiş; müdür-öğretmen-hane reisi iken öğrenci olmuştuk.

Eğitim Enstitüsü Eğitim Bölümlerine “Amcalar Bölümü” de denirdi. En küçüğü 23 yaşında olup peş peşe dizili (bazı iletişim güçlükleri olmasına karşın) sıralarda kızlı-erkekli oturduk dersliklerimizde. Dersliklerimizi Üniversitelerin 400-500 kişilik derslikleri ile karşılaştırınca kendimizi daha şanslı sayardım. Çünkü bu dersliklerde kendimizi daha iyi ifade eder, öğretmen ve arkadaşlarımızı daha iyi tanırdık…

Özet olarak; öğretmen iken öğrenci olmuş, sahip olduğumuz kürsümüzü/masamızı kaybetmiş öğrenci sırasına oturmuş, ders verirken ders verilen olmuş,  anlatırken anlatılanlar olmuş ve öğrenci psikolojisine girmiştik…  Okulu bitirmeye bir yıl kala, tüm ülkede sular ısındı; hak arayışları, grevler, boykotlar, mitingler, işgaller ve sokaklarda öldürülen gençlerimiz/insanlarımız…

İşte bu acılı yıllarda, öğrencilerine değer veren, onları dinleyen, onlara sahip çıkan, ufuk kazandıran, yaşamımıza renk katan, öğretmenliğine hayran olduğumuz pek çok öğretmenimiz oldu. Bunların ilk sırasında da KEMAL SÜREKLİ öğretmenimiz yer tutmaktadır…
Öğrencisi olmaktan onur/gurur duyduğum ve ilkleri yaşadığım KEMAL SÜREKLİ;
  • O,  istese mevcut bilgileriyle 40 değil, 400 dakika da ders anlatırdı. Fakat O, her dersi için özel bir hazırlık yapar konu ile ilgili kaynakları tarar böylece her gün kendisini güncelleyen bir öğretmendi.
  • O, sınıfa girip cebinden küçücük kâğıt parçalarına yazdığı güncel notları önüne koyduğunda hepimiz dikkatle ve hayranlıkla onu dinler, notlar alır sorular sorardık. Bize reçete cevaplar vermez, karşı sorularla, soruyu sorana cevaplatmaya çalışırdı… 
  •  O, alışık olduğumuz sınav sistemini uygulamazdı. Sorusunu sorar, kitap defter açık şekilde sınav yapardı. Çünkü O, öğrencisinde yaratıcılık ve öznellik arardı. 
  •  O, öğrencisini sadece okulda, derste değil, sokakta evinde de ziyaret eder, sosyal ve psikolojik sorunlarına Rehber olurdu… 
  • O, (herkesin esas duruşta dinlediği) 12 Eylül paşaları/albaylarına okulun açılış töreninde demokrasi dersi veriyordu… 
  •  O, çevre tutkunu bir insandı. Her dersin bir bölümünde, plansız kentleşme sonucunda olası çevre felaketlerini anlatır orman ve denizlerde yaşamın son bulmasını insan yaşamının da sonu olarak görürdü... 
  • O’nu ben 3 yıllık öğrenci gözlemlerim ve duygularımla anlattım. Oysa O, 91 yıllık bir çınar;  Akçadağ Öğretmen Okulu, Bolu Öğretmen Okulu, Sivas Öğretmen Okulu, Edime Öğretmen Okulu Müdürü olarak, Atatürk Eğitim Enstitüsü ve Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesinde ülkemize nice eğitimciler kazandırmış bu iyi insan…
İşte O değerli insanı 10 Mart 2015 günü kaybettik. Ama anılarıyla, öğrencileriyle, öğretileriyle yaşayacaktır.  Umarım ve dilerim çocukları da onun “notlarını” kitaplaştırarak paylaşırlar…

Tüm eğitimci, akraba ve dostlarının başı sağ olsun.
Işıklar içinde yatsın...

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

Bu yazı Milliyet Blog'da: