savaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
savaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Şubat 2022 Cuma

‘Sezen Aksu Olayı’


Fizik-Kimya-Biyoloji, Sosyoloji, Psikoloji bilimlerinin tüm varlıkları ayrımsız olarak ilgilendiren değişmez kural ve yasaları vardır. Fakat, akıl vicdan sahibi varlıklar olan insanlar, barış ve güven içinde yaşanacak bir toplumsal düzeni kurmak için bunlarla yetinmemiş; ayrıca hak, hukuk ve adaleti sağlayan  bir değerler sistemini de geliştirmişlerdir.  

Toplumsal yaşam, işte bu nesnel yasa ve değerler sistemlerinin değişim, dönüşüm ve gelişimleri sonucu ayakta kalmıştır. İnsanlık tarihinin hemen her döneminde 'önce ben' diyen sağduyu yoksunu çıkarcı, ırkçı, tekçi egemen güçler olmuştur, Bunlar, her ne zaman ki dara düşer, albenileri azalır ve güçsüz kalırlar, işte o zamanlarda saldırganlaşır ve kurulu barışçı dengeyi bozmak isterler. 

Çünkü bunlar çatışma ve düşmanlıklarla beslenip güç-çıkar sağladıkları için  hedeflerinde büyük çoğunluk olan yoksul halk vardır. Onları; kimlik ve inançlarına göre parçalara ayırıp, düşmanlaştırır ve çatıştırırlar. 

İşte böyle başlar tüm kavga, çatışma ve savaşlar!  

İşte bunun sonucudur, sınırlı sayıda zengin ve sayısı bilinmez çoklukta yoksulların oluşu! 

Ve bundandır halkın sömürülmesi, zulüm-işkence görüp, çaresiz-takatsiz-güçsüz kalması...

Oysa demokratik, sosyal, laik devletlerin öncelikli görevi; tüm kurumlar arasında denge ve işbirliği sağlayıp, yurttaşların güvenlik ve özgürlüklerini korumak, onlara eşitlikçi anlayışla hizmet sunmaktır. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 21.01.2022 günü Çamlıca Camii'nde mikrofonu eline alıp: “Hakaretlerin bini bir para. Bütün bunların karşısında dimdik duracak olanlar sizlersiniz. Hz. Âdem efendimize kimsenin dili uzanamaz. O uzanan dilleri yeri geldiğinde koparmak bizim görevimizdir. Havva validemize kimsenin dili uzanamaz. Onlara da had bildirmek bizim görevimizdir." 

Diyen bu kindar sözleriyle birilerine, birilerini hedef göstermişti. 

Bu sözlerden hemen sonra, zaten işaret bekleyen, 'ak' ve 'ulusalcı' troller ortaya çıkmış, hedef kişinin Sezen Aksu olduğunu ilan etmişti.

Sonra da  'ak' trollerin kimi ekranlarda kimi kapısında kimi de sosyal medyada Sezen'i tehdit edip lanetlemişti.

'Ulusalcı' troller ise, ekranlar ve sosyal medyada: 'yanlış olmuş' deseler de hemen peşi sıra: Ama/fakat diye söze başlayarak: "Sezen Aksu da 2010 referandumunda 'yetmez-ama evet' demişti!" -diyordu. Fakat onların Sezen'e karşı kin ve öfkeleri: jest, mimik, sözcüklerinde seziliyordu. Yani aslında bu kindarlar da: Sezen için söylenenlerin, ona 'müstahak' olduğunu söylüyordu. 

Peki, Çamlıca Camii'nde başlatılmak istenen bu sosyal linçin nedeni nedir? 

Nedeni: Sezen Aksu'nun yıllar önce söylediği: "Şahane Bir Şey Yaşamak" -şarkısında yer alan: "Selam söyleyin o cahil Havva ile Âdem'e" -sözleridir. 

Sizi bilmem, ama ben hemen sözlüğe baktım: ‘Cahil’ sözcüğü için üç tanım vardı:

  1. Öğrenim görmemiş, okumamış, 
  2. Belli bir konuda yeterli bilgisi olmayan, 
  3. Deneysiz, genç, toy (delikanlı veya kız).

Şimdi de sormak gerekir:

Bu tanımlardan hangisi 'dil koparmak' için bir gerekçe olabilir ki?

Teolojiye göre Âdem ile Havva ilk insanlar kabul edilir. Bunun için bence onlar, çevrede olup bitenleri görüp doğal bir eğitim almış olsalar da, o zamanda henüz yazı olmadığı için okuryazar olamamışlardır. 

Yine teoloji kaynaklarına göre Âdem ile Havva cennetten kovulmuşlardır. 

Peki, insan bu durumda onların: "Deneysiz, genç, toy (delikanlı veya kız)"  olduklarını düşünemez mi? 

Böyle düşünenler hiç suçlu sayılabilir mi? 

Bir ses söz sanatçısı olan Sezen Aksu, her sanatçı gibi kendi ürünlerini, çeşitli imge (düşsel öge), ironi (alay), benzetme (teşbih) metafor(mecaz) kullanarak süsleyip özgürce üretmiştir. 

Sezen Aksu, düşünerek, çalışarak ürettiği pek çok ürünüyle, yurdumuz ve dünyanın pek çok yerinde büyük kitlelere ulaşıp çokça beğeni almış bir sanatçımızdır. 

***

Sezen Aksu, olup bitenlere hiç kayıtsız kalmadı ve tarihe not düşen cevabını: "AVCI" isimli eseriyle verdi. 

İşte, ilk gününde dünyada büyük yankı yaratan ve pek çok dile çevrilen bu eserin son dizelerinde: 

"Dur bakalım…

Beni öldüremezsin

Sesim, sazım, sözüm var benim

Ben derken ben herkesim."   

Diyordu Sezen...

Sn. Erdoğan, Çamlıca Camii konuşmasından tam beş gün sonra, Sezen'in cevabını duymuş, aldığı toplumsal desteği de görmüştü ki, bunun üzerine bir açıklama yapma gereği duyarak: "Benim oradaki hitabımın muhatabı Sezen Aksu değildir." deyivermişti.

Onun bu gizemli mahcup söylemi de birkaç gün: "Acaba, bu açıklama bir geri adım mı yoksa bir özür mü?"  diye tartışma konusu oldu. 

Bence 'öyle mi, yoksa böyle mi' şeklindeki bu varsayımlar hiç de önemli değildir. 

Orta yerde duran üç önemli gerçeklik üzerinden tartışmak gerekir:
 
Birincisi, tartışma konusu konuşmanın yapıldığı mekândır.
İkincisi, bu konuşmayı yapanın kimliğidir. 
Üçüncüsü, cezalandırma isteği ve biçimidir. 

İşte cevaplarımız: 

Bu konuşma bir ibadet mekânında yapılmaktadır.
Bu konuşmayı yapan kişi: 84 milyonun cumhurbaşkanıdır.     
Bu 'suçlu/suçlular' için istenen ceza: dillerini koparmaktır.   

Şimdi de bu olayın etik bir analizini yapmaya çalışalım: 

Konuşmanın yapıldığı yer bir ibadet mekânı olduğuna göre burada, toplumu ayrıştırıp düşmanlaştıran bir dil kullanılmaz. 

Bu mekânlarda birleştiren, barıştıran bir iyilik dili kullanılır. 

Konuşan kişi eğer 84 milyonun cumhurbaşkanı ise ve bu milyonların içinde de başka dini, başka inancı olan veya hiç inancı olmayan çokça insan var ise o zaman O’nun sözü, sıradan bir vatandaşın sözünden daha da önemlidir. 

Çünkü O, herkese eşit mesafede olması gereken birisi. 

Çünkü O, idam cezası olmayan ve işkenceyi insanlık suçu sayan bir anayasa göre tarafsızlık sözü verip, yemin ettikten sonra görev almış birisi. 

Çünkü o makam; dil ve 'diller koparmak' gibi insani olmayan ve çok ağır toplumsal faturası bulunan bir vahşet çağrısını yapamaz, yapmamalı. 

Bu dil koparmak sözü ağızdan bir kez çıktıktan sonra; "hitabımın muhatabı Sezen Aksu değildirdemiş olmak ise ne çok önemli ne de çok anlamlıdır. 

Peki, dili koparılacak olan Sezen Aksu değilse, kimdir? 

Diye sormak da anlamsızdır artık.

Çünkü her insan diliyle yaşar, her insan saygındır.   

Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


4 Şubat 2022 Cuma

'Sokağa Dökülmek'


Dünya dönüyor ve karlı, yağmurlu, soğuk havalar, aylar, mevsimler zaman tüneli içinde akıp gidiyorken... Ülkemizin ekonomisi, üç haneli enflasyonun pençesine düşmüş, hazinesi, bilmem eksi kaçla dip yapmış, merhaba diyecek komşusu olmayan bir dünyada yapayalnız kalmışız. 


Diplomalı, diplomasız milyonlar iş arıyor, bir işi olanlar bile yoksullaşmış, onların canı da gıda, elektrik, doğalgaz faturaları ile yanıyor. Üniversite gençleri aç, açıkta kalmış, barınak bulamıyor... 

İşte tam da bugünlerde kargo çalışanı kuryeler, metal işçileri, otomotiv çalışanları, çorap üreteni gibi çokça emekçi ülkenin her yerinde direnişe geçtiler.

Hem de emekçilerin hakları için kurulan ve onların birleşik gücü olan sendikacılığın can çekiştiği, meydanların bariyerlerle çevrildiği günlerde bu direnişlerin başlaması, çok anlamlı ve çok saygıdeğerdir.  

Peki, bu emekçiler ne istiyor; onlar, düne göre daha darda kaldıkları için bu sıkıntılarına son verecek insanca bir hayat istiyorlar. Bunun için de patronlarına sağladıkları kazançtan biraz daha pay almak istiyorlar. Fakat varlık içinde yaşayan bu egemenler, huyları gereği olarak hiçbir zaman kazandıklarıyla yetinmez hep: "daha, daha da fazla..." isterler. 

İşte sınıf çatışması dedikleri şey tam da budur. 

Fakat bir de ne itibardan tasarruf eden ne de savaşçılığına son veren bir iktidarımız var.
 
Barışı unutan, savaşçı anlayışla donanan bu iktidar da hiç boş durmuyor! İnsan hakları ve hukukuna baş kaldırmış... Ülke kaynaklarını eşe dosta satıp savmış... Otoparkı lüks araçlarla dolu, ihtişamlı saraylar dikmiş... Borçları torunlarımızca dolar olarak ödenecek olan; tüneller, yollar, köprüler, havalimanları, hastaneler yapmış... Ayrıca her kalkış ve inişi: 30-35 bin dolar, her sorti ve bombalaması 90-95 bin doları bulan F-16 savaş uçakları ile de dağa taşa durmadan bombalar yağdırıyor...  

Kısaca; ülkemiz, halkımız ve 20 yıllık iktidarımızın kuşbakışı durumu işte böyle...   

***

Tam bir ay önce (4 Ocak 2022), Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, AKP Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısında bakın neler diyordu: 

"Utanmadan sıkılmadan sokaklara döküleceklermiş, meydanlara döküleceklermiş, ya siz 15 Temmuz'u görmediniz mi? Nereye dökülürseniz dökülün, 15 Temmuz'da sokağa dökülenlere bu millet nasıl dersini verdiyse, siz de dökülün siz de aynı dersi alırsınız. Cumhur İttifakı olarak hepinizi önümüze katarız ve gideceğiniz yere kadar kovalarız..." 

Peki, ne demek istiyor bu ayrımcı, öfke ve kin kusan sözleriyle?

Bu bir insanın, insan haklarını aramasını engellemek, etrafa korku salmak için söylenmiş bir kaos duyurusudur.

Oysa insanlar sokağa: 

Toplumsal, ekonomik, politik pek çok sorunları yüzünden, geleceği için yoğun korku ve endişe duyduklarında... 

Üreten emekçi; yoksullaşıp, kölece yaşama zorlandığında...

Hak, hukuk, adalet, demokrasi, özgürlük yok olduğunda... 

Farklı kutsalları, değerleri, inançları olan topluluk ve bireylere saygı duyulmadığında...

Egemenler, ülke zenginliklerini, bitmez tükenmez bir açgözlülükle sömürüp daha, daha çok istediklerinde...

İşte insanlar bu ve daha da uzayıp gidecek olan haklarına dair haklı istekleri için çıkarlar sokağa, inerler meydanlara.

Amaçları; yaşamı zorlaştıran olguların üretmiş olduğu yük ve acılara yeter dur demek, gasp edilen haklarını almak, ses verip ses almak, çoğalmak, farkındalık yaratmak, hemdertlerle buluşmak, bazen de coşku-sevinçleri paylaşmaktır.

İnsanlar, eğer eşit paylaşılırsa herkese yetecek olan bu dünyada, barış içinde insanca yaşamak için çıkarlar sokaklara...

Sokaklara çıkış nedenlerini listelediğinizde; farklı kimliklere, çocuklara, kadınlara, doğa ve hayvanlara dair çokça hikâye duyar, üzülürsünüz. 

Bu insanlara saygı duymak, onlara destek vermek bir insanlık görevi, bunlara duyarsız ve tavırsız kalmak ise en büyük insanlık ayıbıdır.

Unutmadan söylemeliyim, sokağa çıkanların bazıları da: 

Egemenlerin çıkarlarını korumak, asalak bir gruba çıkar sağlamak amacıyla  karanlıkta çıkarlar sokağa. Bunlar, birer halk düşmanıdır. Çünkü bunlar, halkın haklarını gasp eder, darbe yapar, haksız savaşlar çıkarır ve egemenlere alan açıp, çıkar sağlarlar. 

Bazı düşünme yoksunları da bu zulmün sürgit devam edeceğini sanarak, zulüm gören milyonların gücünü unutuyor ve zorbaları korumakla görevli olan militaristlerden medet umarlar. 

Bunlar, egemenlere daha çok alan açıp çıkar sağlamak için kutuplaştırıp, ötekileştirerek, renklere, dillere, söze, saza, şiire, yontuya karşı duran savaş sevici korku ikliminin bir aracı olurlar. Bu iklim; kendilerinden başkasına mutluluk, zenginlik, başarıyı çok gören, bana yetsin yeter diyen, onlar için ise hep acılar, hep karanlık, hep kış isteyenlere hizmet eder. 

Bu korku iklimine karşı çıkmak, bir insanlık görevi ve onurudur.


Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

24 Aralık 2021 Cuma

Demokrasi mi Teokrasi mi?


"
Dünyada bilinen 4300 din var." cümlesi notlarım arasındaydı. Cümle, okuduğum bir kitap ya da makaleden bir alıntıydı. Ben de bugün bu cümleye, 
bir duygu katmak, 'ne kadar da çokmuş!' diyebilmek için küçük bir ekleme yaptım: 

"Dünyada bilinen 4300 din varmış!" 

Ve ayrıca her din içinden de hiç benzeşmeyen, birbirine düşman olmuş onlarca mezhep, tarikat, cemaat türemiş! 


Demek ki, tarih boyunca bu 4300 dini anlayışlar kural ve öğretilerini insan topluluklarının beğenisine sunmuş. İnsanların ilk ataları da bu inançlardan birini seçmiş ve o inancı gelecek nesillerine miras olarak  bırakmıştır. Ret etmesi çok zor olan bu değişmez dogma, nas dolu bu inanç sistemleri, sonraları toplum içi ve toplumlar arası barışı yok eden savaşların en önemli aracı olmuştur.


Çünkü her kişi ve toplum seçtiği inanç ya da yolu; en doğru, en kutsal, en gerçek kabul etmiş. Kendi inancında olmayanları da en yalan, en yanlış, en sapık ve düşman saymıştır. 


Tarih boyunca dinlerin kutsal ve sorgulanmaz değerleri: "en doğru, en..." diye diye bir düşmanlık öfkesine ulaşır. Sıradan insanların bu öfke gücünü çok ustaca yöneterek kendilerine çıkar sağlayan krallar, tiranlar, derebeyleri, ağalar, beyler, ruhbanlar, şeyh, hoca ve onların koruyucusu devletler, bu sihirli gücü yoksul halka karşı bir zulüm ve sömürü aleti olarak kullanırlar. 


Bu çıkarcılar, sosyal psikolojinin yöntemleriyle algılar oluşturarak; içten duygularla dinini ve onun kutsallarını önemseyen, ibadet edip tapınan, çile çeken, adaklar adayan halkı: "vatan, millet, din, ümmet, inanç, ...!"  gibi ego azdırıcılarla cephelere sürüyordu.  


İşte bu uğurda; nice savaşlar çıkmış, nice kentler, kültürler yanmış, yıkılmış, yok olmuş, nice insanlar; ölmüş-öldürmüş... 


Ve tüm insanlık çok büyük acılar yaşamıştır.


***

Yukarıdaki tarihsel özeti, hepinizin duyduğu bir konuşmayla güncellemek istiyorum.  


Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 17 Aralık günü: 


Bir Müslüman olarak NASLAR neyi gerektiriyorsa onu yapmaya devam edeceğim. Hüküm bu." dedi.

 

Sanırım bu açıklamayı; Merkez Bankasının faiz oranını, yüzde 9,50'den yüzde 8,50'ye çekme kararına, bir inançsal gerekçe olsun diye ve hem de bu kararın baş sorumlusu olduğunu belirtmek için yaptı.  


Tabii ki, bu mesaj istenen dindar kitleye ulaştı ve onlar da 'Müslüman kararı ve nas sorgulanmaz' diyerek alkışladılar. O zaman biz de onlara ve herkese şu soruyu sormalıyız: 


"Peki, Müslüman NASLARA uygun faiz yüzde 8,5 mu?"  


Ki, bu sözleri söyleyen Sn. Erdoğan "Ben ekonomistim" demiş, ekonomi literatürüne de: 'Faiz sebep enflasyon sonuçtur' teorisiyle katkı vermiş birisidir! 


20 yıldan beridir de ülkenin: en yetkilisi, en etkilisi, en sorumlusudur. Ve ayrıca, her yıl ülkenin bütçesini olası faiz oranlarına göre hazırlayan ve hiç değiştirmeden meclise onaylatan da kendileri...


Nas, İslâm ansiklopedisinde: "Allah’ın ve Peygamber’in sözü" olarak tanımlanır. Eğer, ülke yönetimi inanç sitemine dayalıysa, orada naslara uyulması zorunludur. Bu, bir "Teokrasi" anlayışıdır. Teokratik ülkelerde devlet, din adamlarınca yönetilir. Dünyada 'naslarla' yönetilen çok az Teokratik ülke vardır. 


Sayın Erdoğan'ın sadık kalacağına dair yemin edip, söz verdiği şimdiki anayasada (eser miktarda da olsa, sözde bile kalsa); "demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti" olduğu açıkça yazılıdır. 


Anayasalarında: "demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti" olduğu yazılı olan ülkelerde, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü esas alan kuvvetler ayrılığı vardır. Demokrasilerde nas ve taassup buyrukları değil demokratik özü olan, bilimi esas alan yasalar geçerlidir


Erdoğan, ülkede baskılanan demokratik hakları geliştirmek, demokrasi ve hukukun olduğu barışçı bir iklimi geliştireceğine, Ortaçağ'ın korkulu karanlık iklimini geri getirmek, o iklimin nasları ve tek kişi buyruklarıyla ülkemizi yönetmek istiyor.  


Dünyada artık ‘yerli ve milli’ olmak diye bir olgu kalmadı. Çünkü doğa kendi doğal iç devinimiyle değişip dönüşürken, insanlar ve kültürler arasında da sosyal ve ekonomik ilişkiler çoğaldı. Böylece oluşan iletişim, etkileşim, kaynaşma iklimi, genetik yapıları bile etkilenmeye başladı. Bu nedenle artık dünyada ne arı bir ırk ne de arı bir kültür kalmıştır. 


İnsanlığın övüncü olan, çok seslilik, çok renklilik ve bağdaşan uyumluluk durumu aslında dünya barışının bir habercisidir.

 

***

Bir alıntı ve iki cümlelik sözden yola çıkarak yapılan değerlendirmenin sonuna geldik artık. İsterseniz aynı eleştirel bakışla birazcık da ülke insanımızın gerçeklerine bakalım: 

İktidar-muhalefet ayrımı olmaksızın, insanlarımızın büyük bölümü: kendi kimliği, kültürü, inancı, yaşam tarzı gibi değerlerini "en iyi" kabul ederken, diğer kimlik ve kültürleri yanlış-eksik-öteki-önemsiz görüp istemez olmuştur. 

Birçok kültürü içinde barındıran bir ülkemiz var. Bu zenginliklerin bir arada huzur ve barış içinde yaşama hakları var. Bunun için de öyle bir aşı olmalıyız ki, her zaman kimliğini önceleyen ve kendini hep üstün gören 'bencil' anlayışlarımız 'eşitlikçi' anlayışlara dönüşüp, değişsin. 

Dilerim ki bu çağda ülkemiz, "Demokrasi mi Teokrasi mi?" ikilemini hiç  yaşamadan demokrasi, özgürlük ve barıştan yana olur. 

Barış içinde sağlıklı kalınız... 


Emin Toprak - DOSTÇA  

Diğer yazılarım için tıklayınız

5 Kasım 2021 Cuma

Göçler-Göçmenler

Coğrafyamız; binlerce yıldan beri göçlerin, göçmenlerin ve sürgünlerin yolu, durağı, kurağı olagelmiştir.

Göçler, doğal felaketler, savaşlar, salgınlar sonucunda oluşan; korku, acı, baskı, yokluk, hastalık gibi yaşam zorluklarından, zorunlu bir kaçıştır. Bu kaçış aslında, daha güvenli bir yaşam iklimi arayışıdır. 

Sürgünler ise; egemen güçlerin, kendileri için tehlikeli sayıp istemedikleri kültürlere sahip olan kişi ve grupları, coğrafyasından tüm değerlerinden koparmaktır. Bunlara götürüldükleri yerdeki dil, inanç ve yaşam tarzını benimseterek etkisiz kılmak, böylece sosyal bellekleri silmek, sindirmek 'kendilerine benzer' yapmak (asimile etmek) amacıyla yapılan faşistçe bir yok etme eylemidir. 

Bulunduğumuz coğrafyanın, Orta Asya'dan çokça göç aldığı söylenir. Çok eski yıllarda gerçekleşen bu göçlerin benim için çokça bilinmezlikleri olduğunu düşünerek daha çok yakın çağlara bakmak istiyorum.

Osmanlı dönemi ve kurtuluş savaşı sonrasında hem ülke içinde hem de dışından çokça göç ve sürgün olayı yaşandığı görülür. Örnek olarak: 1915, 1925, 1938, 12 Mart, 12 Eylül dönemleri verilebilir. Bu yıllar hem yurtiçi hem yurtdışı göçler için çok hareketli yıllardır. Kırım, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan ...'dan, yurdumuza, bizden; Yunanistan, Almanya, Fransa, Avusturya, Hollanda, İsveç, İngiltere, ABD, Kanada vb. ülkelere akıp giden göçmen, mülteci, sığınmacı ve sürgünleri sayabiliriz.  

Göç eden ve sürgün edilenlerin, aşmak zorunda oldukları; yol, dağ, deniz, sınırlar pek çok doğal ve yapay tuzakla doludur. Çünkü dünyadaki tüm sınırlar tuzaklıdır, çünkü, sınırlar insani değerleri değil, faşizan-ırksal çıkarları korurlar. İşte bu tuzakları aşamayanlar ölür, kalanlar için ise acı dolu çileli günler başlar. 

Çünkü tuzakları aşarak ölümden kurtulanlar gittikleri diyarlarda, dilsiz, kimliksiz, kimsesizdirler. Bu psikolojiye sahip olarak; mülteci/göçmen/öteki olmayı kabul ederek yokluk ve korku içinde yaşarlar. 

Şimdi burada biraz nefes alıp, birazcık düşünelim:

Çünkü bu sosyolojik olayın ve onun yarattığı psikolojiyi birlikte ele alıp neden/niçin diye sorgulamak için sağduyulu bir düşünmeye ihtiyacımız var. 

Kim; evini, işini, hayvanını, toprağını, yurdunu, değerlerini bırakıp, ölüm tuzaklı yollardan geçerek bir bilinmeze doğru gitmek ister ki? 

Kim; dilenci yerine konulacağını, onursuz bırakılacağını, öteki sayılacağını bile bile göçmen olmak ister ki? 

Peki tüm bu gerçekler bilindiği halde neden göçler durmaksızın devam ediyor? 

Özet cevap: Ne yazık ki, çaresiz kalan insanlar; sadece sevdikleri ve çocukları yaşasın, onların daha iyi bir gelecekleri olsun diye bu zorluk dolu ve insanlık dışı oluşlara katlanıyorlar.   

Şimdi de bugünümüze gelelim: 

2021 yılına girerken TÜİK nüfusumuzun 83 milyon 614 bin kişi olduğunu ilan etti. Bugünlerde ise 50 milyon insanımızın yoksulluk standartlarının altında yaşadığı ve bunlardan da 16 milyon kişiye 'sosyal yardım' verildiği söyleniyor. 

Bunca yoksulumuza bir de 7-8 milyon göçmen nüfus eklenince:

Tabii ki, mutsuz olanların çığlıkları da artarak yükselmeye başladı. 

Sömürü çarkı dişlileri arasında ezilenlerin çığlıkları çok haklı. 

Haksızlık ise; göçmenleri yokluk ve yoksulluklara sebep görüp, onları hedef almaktır. Hem de çok büyük bir haksızlık! 

Doğru olan ya da olması gereken; geçinemeyenlerin sağduyuyla düşünüp, bu eşitsiz gelir dağılımına sebep olan politikaları ve sömürü çarklarını sorgulaması ve demokratik yollarla haklarını aramasıdır. 

Fakat ne yazık ki, yurdumuzun gerçeklerini unutan büyük bir çoğunluk, göç mağdurlarını kendi yoksulluklarının asıl nedeni olarak görüyor! 

Bu kolaycı ve sığ düşünceyle, lokmasının azıcık olmasına da göçmenlerin sebep olduğuna karar verip onları birer düşman olarak görüyor, belki bilmeden ırkçılık yapıyorlar. 

Peki, neden üniversitedeki her dört gençten birisinin göçmen, sığınmacı olarak başka ülkelere kaçma taraflısı olduklarını hiç düşünmüyorlar?  

İşte bu anlayıştır haksız ve yanlış olan.

Hele hele görevleri ayrımsız olarak halka hizmet etmek ve sosyal adaleti sağlamak olan bazı belediye başkanları ve politikacıların; insani olmayan, ayrımcı, ırkçı bir anlayış taşıyor olmaları çok üzücü ve düşündürücüdür. 

Eğer bir an olsun aşağıdaki karede olan objelere ve çocuğun bakışlarına bakıp, kendilerini o çocuk akranı sayarak, ya da onun annesi-babası olduklarını düşünerek bir niçin/neden sıralaması yapsalar o zaman bu insanlık dışı olayı ve olanları sanırım daha iyi anlarlar. 


İşte çok uzaklardan, yaşamak için yurdumuza sığınmış bir emekçi... Kim bilir ailesinin nasıl bir hikayesi var! Onun akranları şimdi okulda, oyunda, çünkü onlar henüz birer ana kuzusu. Ama ismini bilemediğim bu güzel çocuk, bu yaşta yüklenmiş acımasız bir yaşamın yükünü. 

***

İnsanlık tarihi boyunca sömürücüler, amaçlarına ulaşmak için sürekli olarak; gerginlik, çatışma ve savaşlar çıkarmıştır. Bunlara en büyük desteği de olup biteni sorgulamayan sağlıklı düşünmeyen yoksul halk kitleleri vermiştir. 

Savaşlar yüzünden çok, çok acılar yaşadı, çok çileler çekti insanlık.

Savaş; çıkar sağlama ve öç alma amacı olan ego ve hırsların çarpışmasıdır, yani bir ilkellik ve bir tür kana susamışlıktır.

Böylesi savaşlara karşı olmak da 'insan' olmaktır! 

Böylesi savaşlara karşı olan her direniş de kutsaldır! 

Ülkece, belki de dünyaca “bana dokunmasın da…” anlayışının yarattığı bir geç kalmışlık, bir suskunluk yüzünden yaşanan yeniklik ve ezikliği, daha kaç nesil tadacak?

Belki zamanla açılan yaralar iyileşir, geçer, ama bunların hem yüzeyde izleri hem de derinlerde sızıları hep kalacak. 

Bunlar bir yenilmişlik sonucu oluşan iz ve sızılardır. Bunlardır insanda; hiçlik, anlamsızlık, güvensizlik duygularını besleyen. 

Yurdumuzdaki 6-7 milyon göçmen insan savaştan kaçarak yurdumuza sığınmıştır. Bunlar insandır ne bizim rakiplerimiz ne de düşmanımızdır.

'İnsanlar da coğrafyalar da birbirine muhtaçtır' derler, evet, eğer barışçı anlayışla işbirliği yapılır, bir coğrafyadaki eksik, diğerinin artılarıyla giderilirse, bu dünya herkese kolayca yetebilir. Farklılıklar da toplumsal gelişim, değişime renk ve güzellik katar, böylece bir barış bir huzur ortamı doğabilirdi.

Şu an yurdumuz bir göç merkezi olmuştur, bizim görevimiz: bu sonucun oluşmasında ülkemizin politik ve askeri katkılarını sorgulamak, barışçı komşuluk ilişkilerini geliştirecek demokratik çözümler için katkı vermek olmalıdır.  

Barış yaşatır! Yaşamak kutsal bir direniştir!

Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız