3 Mayıs 2015 Pazar

Öğretmen Olmak… (Nurten -Ünsal- Yılmaz’a Saygıyla…)


1962 Baharında köyümün ilkokulunu bitirdiğimde; 12 yaşında, 128cm boyunda, 28 kilo ağırlığında yani (dolaylı anlatıma gerek yok), kavruk kalmış bir köylü çocuğuydum. Öğretmenim, benim de birkaç arkadaşımla birlikte “parasız yatılı öğretmen okulu” sınavına girmemi istiyordu. Bunun için de ilçemize gidip sınava giriş için başvuru bilgi/belgelerini almamız gerekiyordu.

Derelerin çığıltılarına ses verircesine, kekliklerin karşılıklı olarak koro-solo konser verdiği bir mevsimdi. Meşe ağaçları kıvırcık yapraklarını açmış, renk cümbüşü içindeki yaban otları, diken ve çiçekler harmanlanmış, karıncalar koşuşturuyor, mis kokular içinde her taraf. Doğa uyanmış… 

Okul müdürümüz Genç Kemal Yücel, beni ve Ali’yi sabahın çok erken saatinde yanına almış, iki kişinin yan yana zor yürüyebildiği patika yollardan peşi sıra götürüyor… 

Yorulduğumuzu anladığında ise, dağdaki çeşme başlarında veya gölgelik yerlerde kısa molalar veriyor, sonra yeniden, inişli çıkışlı dağ, dere, tepeleri yürüyoruz... 

Saç dipleri ve alnımızda açılmış minik pınarlardan çıkan damlacıklar birleşip ince nehircikler oluşturuyor, gözlerimizi suluyor/yakıyor. Yanak ve burnumuzu aşıp ılık/tuzlu su olarak ağzımızı, çene ve boynumuzu aşıp giysilerimizi ıslatıyordu… 

Ayaklarımız; alevlenmiş yanıyor, çünkü naylon çoraplı ve  terden vıcık vıcık olmuş gislaved lastik çizmelerin içinde...

Bizim bu halimiz ve çocuk adımlarımızla Kiğı’ya varışımız 6 saat kadar sürdü. Oysa yetişkinler 3,5-4 saatte alırmış bu yolu…  Kiğı’nın halk arasındaki bir ismi de “Kasaba” idi. Sonunda Kasaba ’ya ulaşmıştık…

Ali beden biraz boylu ve biraz daha kilolu idi. İkimiz de, başka bir şehir görmediğimiz gibi Kiğı ’ye de ilk kez gelmiştik.  Ve, demek ki böyle oluyor şehir-kasaba diyorduk kendi kendimize…

Gece kalacağımız yeri bulduk yerimizi ayırdık. Ve yorgunluğumuza aldırmadan günün kalan kısmını; çarşı (yaklaşık 300-400 metre uzunlukta) ile Kaymakamlık, İlköğretim Müdürlüğü, Nüfus Müdürlüğü, PTT … gibi devlet dairelerini gezmekle geçirdik.

Gece kalacağımız yerin adı Xan’dı. Otel öncesi de diyebileceğimiz buraya... Xan sadece bize değil ki, alt katında at veya katırlar için de ahır veya barınak vardı… 

Öylesine yorgunduk ki,  uykumuzu, karanlıkta karınca sürüsü gibi dolaşmaya çıkan tahtakuruları bile kaçıramamış, sabaha kadar deliksiz uyumuştuk…

İlklerimize bir de vesikalık fotoğraf çektirmeyi eklemiştik.  Fotoğrafçı Hakkı Amca,  ilçenin ilk ve tek fotoğrafçısıydı. Daha sonra okul arkadaşımız olacak Metin’in de babası. Hakkı Amca’nın ağzında hiç dişi yoktu. Kafasını üçayaklı körüklü fotoğraf makinasının siyah örtüsünün arkasına saklayıp, çekime hazırlık için sayılar sayar ve peltek sesle komutlar veriyordu bize. Biz de garipsediğimiz bu duruma bakıp gülüyorduk. 
Nihayet başvuru için gerekli fotoğraf, bilgi ve formları aldık. Daha sonraki işlemleri de müdürümüz tamamlayacakmış… Karanlığa kalmamak için öğlene doğru müdürümüzle birlikte dönüş yoluna çıkmamız gerekiyordu. Çıktık da…
Dönüş yolculuğumuz da geliş gibi oldukça yorucu geçti. Ama geliş-dönüş yolunda yaşadığımız tüm yorgunluğumuzu unutmuştuk adeta. Çünkü bu “Kasaba” gezisi bize (sanki) bir ufuk kazandırmış ve bizi çok mutlu etmişti...
***
Daha sonra “yazılı sınav” için yeniden gittiğimiz ilçe merkezi bu kez bize daha tanıdık gelmişti. Sınav da iyi geçmişti. Hele hele Refik Halit KARAY’ın Eskici hikâyesinden alınan bir paragraf ve ondan türetilen Türkçe soruları bugün bile unutulmaz bir iz bırakmıştı bende ve arkadaşlarımda… (Ali, bugün bile, sınavda çıkan o uzun paragrafı noktası virgülüne uyarak, bir spiker çabukluğuyla okur.).

Aylar geçti… Babamla birlikte orakla buğday biçerken sınav kazandığımı bir akrabamız karşı tepeden bağırarak haber vermişti... Sevinç çığlıklarıyla babamı tarlada tek başına bırakıp, yokuş yukarı koşa koşa evdeki anneme varışımı, ona sarılıp mutluluğumu onunla paylayışımı hiç ama hiç unutamam…

İlçemizden sınava katılan yüzlerce kişiden sadece 6’sı kazanmıştı. Bunlar; Ali, Selim ve ben, Kiğı’ya yakın bir köyden Zülfü ve adını hatırlayamadığım 2 kişi idi. Sınavın ikinci aşaması olan sözlü sınava katılmak için bizi, Erzurum Ilıca’daki Yavuz Selim İlköğretmen Okuluna çağırıyorlardı.

Babam beni imam hatip okuluna gönderme taraflısı idi. Bunun için sınavı kazanmama pek sevinmemiş gibiydi. Ben ise sınavını kazandığım okula gidip, öğretmen olmak istiyordum. Annem de beni destekliyor fakat babamı ikna edemiyorduk. Babamı ikna edebilecek kişinin dedem olduğuna karar verip hemen dedeme koştum, ağlayarak anlattım tüm olanları… Eskiden köyümüzün imamı olan dedem beni dikkatle dinledi ve “sen git babanı çağır bana gelsin” dedi. 
Hemen koşup çağırdım babamı... 

Ve konuşmalarını kapı arkasından dinlemeye başladım. Babam dedemden çok çekinir, karşısında pek konuşamazdı… O nedenle de daha çok dedemin sesini duyabiliyordum. Ve O’nun, sert ve kızgın bir ses tonuyla babama; “Çocuk başarılı olmuş kazanmış sen neden engel oluyorsun?”,  “Ben yıllarca imamlık yaptım da ne oldu?”, “Bırak, istediği gibi okusun!..”  dediğini duyunca sevinçle, koşa koşa anneme gittim. 

Sorun böylece çözülmüştü. Sıra bizi Erzurum’a götürecek birini bulmaya ve orada yapılacak sözlü sınavı (mülakat) kazanmaya kalmıştı…

Babalarımız Zülfü isimli yeni arkadaşımızın amcası ile görüşüp anlaştılar. Artık yeni bir ‘Haydar Amcamız' vardı… O, bizi Erzurum’a götürecekti.

Gün geldi, bir kamyonun brandalı kasasına tahta bavullarımızla sığınarak Bingöl-Elazığ- Erzurum yolculuğuna başladık... Detaylarını pek hatırlamadığım bu uzun ve yorucu yolculukta ve Erzurum’da otelde kalmalarımız, Ilıca’daki okula gidip gelmelerimizde hep ‘Haydar Amca’ bize sahip çıktı, bize rehberlik yaptı ve bizim için unutulmaz biri oldu…
***
Sözlü sınavı iki ayrı derslikteki Türkçe-Sosyal ve Fen-Matematik komisyonları yapıyordu. Türkçe-Sosyal komisyonundan Nurten Yılmaz, Fen-Matematik komisyonundan ise Meftune Özer isimli unutamadığım iki öğretmen tanımıştım…

Türkçe-Sosyal komisyonunda birkaç bilgi sorusundan sonra Nurten Yılmaz öğretmenim bana, “Kaç kardeşin var?” diye sormuş, “Beş kardeşim var.” Cevabıma karşı ise, “Kaçı kız, kaçı erkek?” sorusunu sormuştu. O an yanlışımın farkına vardığımdan; yanaklarım alevlenmiş, kekelemiş, sara nöbeti geçirircesine titremiş, kısık bir sesle ve utanç duyarak “Beş erkek, üç kız” cevabını vermiştim. Komisyondaki erkek öğretmenler bu cevaba gülmüş, Nurten öğretmenim ise önüne bakmıştı…

Sınav sonuçları belli olduğunda, bizim ilçeden: Ali Çinko, Zülfü Gürbey ve ben sınavı kazanmıştık. Kazanamayanlar ile kazananların üzüntü ve sevinç çığlıkları okulu adeta çınlatmış, sevinç ve üzüntü gözyaşları bir olup akıtmıştı…

Haydar Amca ile birlikte “Heyet Raporu” için Numune Hastanesine başvurduk. 

Parasız yatılı okuyacağımız için noterden “Kefalet Senedi” verilmesi gerekiyordu. Bu iş için de babalarımızın Erzurum’a gelmesi gerekiyordu, çağırdık. Geldiler… Ve tüm işleri bitirip bizi, birbirimize ve okulumuza ve teslim ederek köylerine geri döndüler… 

Ali, Zülfü ve ben; peş peşe sıralı okul numaraları almış (tesadüf mü bilemem), aynı sınıfa kayıt olmuştuk. (Şimdi de İstanbul’dayız ve dostluğumuz devam ediyor.).

Okullar açıldıktan iki ay sonra 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı; her yıl bu bayramda askeri düzen ve komutlarla gündüz kutlamaları dışında bir de gece fener alayları düzenleniyormuş…

O yıl da coşkulu olarak gündüz törenleri yapıldı. Akşam yemeğinden sonra hava kararmaya başlayınca öğretmenlerin gözetiminde bütün öğrenciler toplandı. Fener taslarına, odun külüne gazyağı katarak hazırlanan çamurumsu malzeme konup yakıldı. Fener alayı başlamıştı… Büyük bir coşku ile marşlar eşliğinde okulumuzdan çıkıp tüm Ilıca’yı dolaştıktan sonra okula geri dönüyorduk... Görevli öğretmenlerimiz bizimle birlikte yürüyor. Diğer yönetici ve öğretmenlerimiz ise okulun otobüsüne binmiş ağır ağır korteji izliyorlardı. Ben, en arkalarda coşkulu bir yorgunluk içinde yürüyordum… Birden yönetici/öğretmen otobüsü durmuştu. Nurten öğretmen inmiş beni, kolumdan tutarak, “sen benimle gel bakalım” deyip, otobüse bindirmişti… Bir anne öngörüsü ile benim ne durumda olduğumu hissetmiş, bana elini uzatmıştı… 
***

Aradan yıllar, yıllar geçti. 51 yıl sonra 2013 Mayıs’ın son günlerinde, Aydın-Kuşadası’ndaki okul buluşmamızda Nurten Yılmaz ve eşi Burhanettin Yılmaz öğretmenlerimi birlikte görünce çok mutlu olmuştum. Bir öğrenci ürkekliği ve saygısıyla yanlarına gidip sohbet etmiş ve o iz bırakan iki anımı anlatmıştım… 

Unutulmadıklarını düşünerek çok mutlu olmuşlardı… 2014 Mayıs’ın son günlerindeki Uludağ buluşmamızda da yine onlar, yüzlerce öğrencileri arasında, birer anıt gibi duran, onlarca öğretmenimizle birlikte yerlerini almışlardı…

2015 Haziran buluşması için de sözleşmiştik… Bu kez bizim için daha da anlamlı bir yerde, okulumuzun olduğu Erzurum’da yapacağız buluşmamızı… Yine yüzlerce öğrenci içinde, birer anıt gibi duran onlarca öğretmenimiz olacak. Fakat bu kez 

Nurten Yılmaz öğretmenimiz bir ışık olarak, uzaklardan gülücükler gönderip el sallayacak bizlere…


Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 


Bu yazı Radikal Blog’da:
http://blog.radikal.com.tr/egitim/ogretmen-olmak-98926

1 yorum:

  1. Merhaba dostum. Okudum ve dalıp gittim. Kars Erzurum ya da Burdur fark etmez; aynı dramları; ya da trajı komik öyküleri yaşayarak geldiğimiz şu günlerde özellikle seksen sonrası nasıl paramparça edildiğimizi düşündüm. Benim "Onun hikayesi" başlıklı öyküm var. Okudunuz mu bilmem. Bir köy çocuğunun ailesiyle birlikte verdiği çocuğun okutulması mücadelesinin bir haftası. Sizin öykünüzle öyle benzer yanları var ki! Ya da iki kardeşimin öğretmen okulu serüveniyle. Ya da Millet Mekteplerinden Köy Enstitülerine Ötekilerin Hikayesindeki Ali'nin öyküsüyle. 1969 yılında Varto'da genel seçimlerde kendi adayları TİP Alevi adayına değil de CHP nin İstanbul'dan ithal ettiği bayana oy verip onun seçilmesini sağladıklarında bunun değerlendirilmesini yaptığımızda bana "sen kendine göre haklıydın; ama biz de Ankara'da bir kapımız olsun istedik. TİP adayına oy verseydik AP veye Nizam Partisi kazanacaktı. Bunu istemedik; ama biz Kürt Türk Türkiye Halkının barış içinde geleceği için sosyalizm mücadelesini hepimiz omuz omuza vereceğiz" demişlerdi. O günleri değerlendirirken kendime "o günlerden bu günlere nasıl geldik? Kendini solda tarif eden herkesin cevap bulması gereken soru bu" demiştim. Yani demem o ki! Farklı bölgelerde farklı etnik kimliklerde olsak da! Öylesine benzeşiyoruz ki' İşte benim gelecek için umudumu hiç yitirmemem bu benzerliklerimiz. Öykünüz bende bu düşünceleri uyandırdı. Paylaşmak istedim.

    YanıtlaSil