5 Haziran 2020 Cuma

YAYLAMIZ “DEŞTA ZENAN” (8)

Yaylada Kışa Hazırlık: 

Yaylada yaklaşık 3-4 ay kalırdık, bu sürede yapılan iş ve hazırlıkların hemen hepsi, ev halkını ve hayvanları önümüzdeki aylarda başlayacak olan çok uzun ve sıkıntılı kış aylarına hazırlamaktı. Bu amaçla; Yayla evinde, yağ, çökelek, pastikan (birkaç gün bekletilen tuzlu ayranın kaynatılması ile elde edilen ve keçi postu içinde bekletilen yağsız ekşimik) vb. gibi yiyecekler, bir de Doğadan toplanan; Keleng, kevlo, anıx, güni, êzing gibi ürünler üretilip stoklanırdı.  


Keleng-Kevlo-Anıx-Güni-Êzing  


Keleng (kenger)bol dikenli ve her mevsimde ayrı işlevi olan bir bitki. Bu bitkinin, 5-6 yaşındaki çocuktan tutun da en yaşlı insanımıza kadar herkesin hayatında yeri vardır ve  çok sevilir. Bazı bölgelerde kelenge, sakız otu da derler. 

Yayla ovamız ile dağ ve tepelerin arasında kalan taşlık alan, yaz aylarında adeta bir keleng tarlasına dönüşürdü. Kelengler Nisan ayında henüz yeni filizlenmiş iken, biz onları sivri uçlu çubuklarla kökleriyle birlikte söker, zar şeklindeki kabuklarını soyar ve yerdik. Sütü pıhtılaşarak kuruduğunda da bize sakız olurdu. Birkaç hafta içinde kelengler büyür dal-budak salar, dikenleri daha delici, sütleri daha bol olurdu. Bu kez biz de onların toprak üstü kısımlarını keser, küçük bıçaklarla dikenlerini ayıklayıp zevkle yer ve evdekilere de götürürdük. Tabii ki, sakız toplamaya da devam...  

Sıcak aylar başlayıp dip suları kesilince kelenglerin; yenmesi zorlaşır, renkleri sararır, lifleri çoğalır, tohum taşıyan topuzları koyulaşır ve yaşlanması başlardı. Artık bizim yiyeceğimiz olmaktan çıkmış, hayvanlarımıza yem olmaya başlamıştır. Ağustos, kelenglerin  biçilme zamanıdır, eğer geç kalınırsa kengerler ayakta durmaz, rüzgâr söküp götürür onları uzaklara...

Kimin nerede keleng biçeceği belli olmadığından, erken davrananlar güzel bir yeri seçme şansına sahip olurdu. Tabii ki burada da bazen "orman kanunu" geçerli olurdu. Kuvvetli olan amcalar veya abiler güzel yeri alırdı küçük-güçsüz olanların elinden. Bu durum bazen aileler arası kavgalara bile neden olurdu. Neyse o tatsız hikayelere girmeyelim....

Kenger biçerken onun delici dikenlerinden korunmak gerekirdi. Bunun için, Pencik dediğimiz meşe ya da dişbudaktan yapılmış, uzun saplı üç uçlu toplayıcı ile uzun sap takılmış keskin olmayan bir orak gerekliydi. Orak yardımıyla üçlü çatala sıkıştırılarak yerleştirilen kelengler ayakkabıyla basılarak (bazen dikenler lastik ayakkabımızı delerek canımızı acıtırdı) çıkarılarak düz bir yerde istif edilirdi. İstiflenen her keleng kalıbı için bu işlem dört-beş tekrarla tamamlanır ve sıkıştırması için üstüne büyükçe bir taş konarak kurutulmaya bırakılırdı. 

Güneşin delici ışığı ve yakıcı ısısı altında keleng biçmemiz günlerce sürerdi. 3-4 gün sonra  taşın baskısı ve güneşin kurutması ile istiflenen kelengler bir kalıp haline gelirdi. Bu işin biçmesi kadar, onları yükleyip köye taşımak da çok zordu. Bu kalıpları eşeğe-katıra yüklerken diken geçirmeyen eldivenler takmak gerekirdi. Ve yorularak elde ettiğimiz bu ürünler, kış aylarında hayvanlarımız için oldukça besleyici bir yem olurdu. 

Kevlo: baklagiller familyasından, mor çiçekleri olan bu bitki yaylamızı çevreleyen dağlarda henüz ağaç haline gelmemiş meşe fidanlarının arasında yetişirdi. Bulduğumuz yerde biçer fakat orada bırakmayıp  eşeklere yükler ve yayla evimizin damına sererek kuruturduk (Kuruyunca da çok fire verirdi). Sonra da köye taşır kışlık yem olarak samanlığa istif ederdik. (Kevlo fotoğrafı; Haydar Yarkın’ın objektifinden)


Anıx (kekik); yaylamızı çevreleyen dağların tepelerdeki kıraç toprakta yetişen, keskin kokusu, lezzeti, tadıyla pek çok yemek ve çorbada kullanılan, hemen her sofranın demirbaşı ve bir vazgeçilmezidir.  Bu bitkiyi genellikle kevlo biçmeye ya da odun toplamaya gittiğimiz günlerde toplardık. Sonra gölgede kurutur, ayıklar ve kış kullanımına  hazır hale getirirdik.  


Haydar Yarkın’ın objektifinden
Güni (Geven) Bazen kışlık yemlerinin yetmeyeceği endişesi yaşanırdı, o zaman da bu otlar kökünden sökülür, dikenlerini ateş alevinde yakıldıktan sonra parçalanarak hayvanlara yem olarak verilirdi.  Geleneksel tıpta, birçok hastalıkla mücadele etmek, şifa bulmak amacıyla kullanıldığı da söylenmektedir.(Güni fotoğrafı; Haydar Yarkın’ın objektifinden)
                       
Êzing (Odun); Yayladan köye taşıdığımız en önemli kışlık ihtiyaçlarımızın başında yer alırdı. Odun  toplanacak yeri bulmak, eğer komşu köyün sınırlarına girmişsen onlara yakalanmamak, toplanan odunları taşınmaya hazır hale getiripp eşeğe yüklemek oldukça sıkıntılı olurdu. Hele tek başınaysanız, hele de eşeğiniz biraz güçsüz, biraz huysuz yerinde durmaz cinste ise... Hayvanın bir tarafına odun yüklersiniz  dengesi bozulur, diğer tarafa geçip de o tarafa dengeleyici bir yükleme yapıncaya kadar devrilebilirdi. 


DÜN 

Bu dizi yazı boyunca size hep coğrafyamızın dününü anlata geldim. O günlerde insanlarımız teknolojiden nasibini almamış, sorgulamayı bilmez, çözüm odaklı düşünemez, dededen gördükleriyle yetinirdi. Bu da uğraşları zor, verimsiz, yorucu kılıyor, çoluk-çocuk-genç-kadın-yaşlı tüm insanları mutsuz-yorgun bırakıyordu. Ağır yükleri olan bu insanlar; erken yaşta evlenir, çocuk yaşta çocuk sahibi olurlardı.

Ne yazık ki, bu acılarla-çilelerle dolu yaşam sadece biz insanlar için değildi, hayvanlarımız da pay alırdı bu zorluklardan. Bu zorlukları en çok  da.öküz, katır, hele de eşekler yaşardı. Bu hayvanların çektikleri ve onlar için  benim üzüntülerim hep depreşir, dipdiri durur içimde... 

İşte bir örnek: İnsanlara en çok emek veren, onların eli kolu, başyardımcıları olan hayvan eşeklerdir. Her yıl tam da işlerin en yoğun olduğu günlerde, bu sadık, çalışkan hayvanın sırtında büyük iltihaplı yaralar açılırdı. Çaresiz olan sahipleri bu duruma üzülse de yaraların iyileşmesini beklemez/bekleyemez de, çünkü beklerse işler durur, altüst olur düzeni... Ve bu durumdaki hayvanın açık yaralarının üstüne "palas" denen semer altı yorganı sererek; odunu-gübreyi- yaprağı-buğdayı-sapı-samanı taşıma devam ederdi.  Ve eğer hayvan canı yandığı için huysuzlanır ise de... 

Çaresiz bir izleyici olarak benim de içim acırdı... 

Özet: Belki dünün acıları, yorgunlukları, yoklukları ve bilgi fakirliği  vardı, fakat  insanlar üretici oldukları için başkalarına el açmadan, kıt kanaat da olsa yaşamaya devam ediyordu.   


BUGÜN


Bazı dostlar bana: "bu ara düne saplanıp kaldın" diyor. Haklılar...


Peki, dün, dün de kaldı diyelim, ya bugün?

Özet: Yıllar geçti, darbeler oldu, iktidarlar değişti. Bizim coğrafya belki de tüm yurdumuzda değişim ve dönüşüm başladı: Köyler boşaldı, tarım ve hayvancılık bitti, okullar kapandı. O ürettikleri ile kıt kanaat geçinenler akın akın aktılar büyük şehirlere, ortak oldular şehrin havasına, suyuna, yoluna... Evsiz, aç, işsiz kalsalar da oy deposu oldular!... Politikacılar da "oy" almak için radikal çözümler buldular:  Bu insanların gece kondu yapmalarına göz yumdular, kol kanat gerdiler, bu yeni yerleşkelere de "varoş" dediler. Sonra sadaka niyetine çadırlar kurup yılda bir ay, bir öğün reklam yemeği dağıttılar ve birer de yeşil kart verdiler... 


"Az gittik, uz gittik. Dere tepe düz gittik..." 
Yaşam, "mutlu-mesut" devam ediyor... 

Şimdi de yazımızı noktalayıp devamını gelecek haftalara bırakalım.

Diğer yazılarım: tıklayınız

29 Mayıs 2020 Cuma

YAYLAMIZ “DEŞTA ZENAN” (7)


GOVEND
Mitolojik çağlardan beri her kültürden insanlar, değişik isimlerle ve değişik çalgılar eşliğinde grup oyunları oynarlar.  Govend de Kürt kültürünün bir grup oyunudur. 

Bizim coğrafyada yeniyetme ve gençlerin çok erken yaşta sorumluluk yüklenip, çok çalıştıkları konusunu bu yazı dizisinde birçok örnekle anlatmaya çalışmıştım. Bugün de bu gençlerin, ihtiyaç duyduğu ve coşku ile katıldığı Govend etkinliğini anlatmak istiyorum. Ama daha önce govendi, dilsel-tarihsel-psikolojik-toplumsal dayanak ve iklimleri ile biraz anlatmalıyım.

Dengbej; Kürtçenin, 'deng'(ses) ile 'bej'(söyle) sözcüklerinden oluşmuş olup, doğaçlama ürettiği klamı gırtlak gücüyle -çıplak sesle- söyleyen kişilerdir.

Klam; oyuna katılanların hep birlikte söyledikleri Kürtçe sözlerdir. Türkçe karşılığı türkü sözcüğüdür

Govend; Kurmanci lehçede; söylemek anlamına gelen "gotin" ile Zazaca'da  yürümek anlamına gelen "vendi"nin bir bileşkesidir. El ele, kol kola tutuşarak ileri-geri-U dönüşlerle oynanan, görsel yönü ağır basan, çalgısız bir kolektif oyundur. Kısaca; bir ezgiyi/türküyü birlikte söyleyip, oynamaktır. Bu etkinliğin beğeni alması için; ezgiye uygun ritm ve figürlerle oynanması, ayrıca oyun kurucu ile grup üyelerinin uyumlu olması gerekir. rkçe karşılığı da halay sözcüğüdür. 

***
Şimdi de asıl konumuza dönelim:

Yaylamızın unutulmazları arasında “Mehtaplı Gecelerini” de sayabiliriz. Bu gece de mehtap var, hem de bulutsuz olacak gibi. (Aslında Dolunay’ın köpüren bulutlar arasında saklambaç oynaması da izleyenleri mest eder, ve apayrı bir güzellik katar yaylanın güzelliğine…).

Genç kız ve delikanlılar, yayla yolundaki coşkuları uzasın, sürsün diye, o gece Govend yapmaya karar verdiler. Bilirsiniz, bu yaşlarda gençler; içinde pek çok kırıklık-eziklik taşır, gemileri hemen yakar, çabuk alevlenir ve çokça "ben" deyip ağlar-sevinirler. 

Alınan karara sevinen gençler, gün ve yol yorgunu olarak evine gider; hayvanların gelip gelmediği yoklaması, süt sağımı, yavruların analarıyla buluşması gibi tüm akşam işleri bitirilip, yemek yendikten ve küçükler uyuduktan sonra, evde bulabildiği en güzel giysilerini giyer, varsa kolonya-parfümünü sürerek yavaş yavaş toplanma alanına doğru yol alır ve kısa bir süre sonra yayla düzlüğünde buluşurdu akranlarıyla

Gökyüzü bulutsuz, her noktasını hiç boşluk bırakmadan cıvıl cıvıl oynaşan çapkın yıldızlar basmış sanki aşağıdakilere el edip göz kırpıyorlar. Samanyolu'ndaki yollar döşeli, Büyükayı ve Küçükayı takımyıldızları da el ele tutuşarak dostça bir "govend" başlatmış gibi. Altın gümüş karışımıyla kalaylanmış koca bir tepsi gibi olan Dolunay ışıl ışıl, mağrur bir apoletli edasıyla ortalamış gökyüzünü...  

Yayla düzlüğünde el ele, kol kola giren kızlı-erkekli gençler, klamın ritmi ve çağrışımları etkisinde halka oluşturmuş; ileri-geri-sağa-sola gidiş-dönüş yaparak, yere topuk vurarak coşku içindeydi. Dolunay'ın buzlanmış ışıkları genç yanaklardan akan ter taneciklerini pırlantaya çevirirken, yukarıdan aşağıya doğru gıdıklayıp akan sıcak ter derecikleri, genç ve yorgun bedenleri ılık rüzgârda üşütüyordu. 

İstekle geldikleri halde, govende katılmak için çekinik davranan, nazlanarak davet bekleyenler de olurdu. Ki bunların çoğu sevdikleri orada olanlardı, içlerinin titremesi, yüreklerinin deprem görmüş gibi küt küt atması da bundandı. Bunlar sonra ya davet alarak, ya da utangaç tavırlarla ek olurlardı govend halkasına... (Ben oynama ve söylemeyi pek bilmez -ki, halen öyleyim-, govende katılsam bile devamlıları arasında olmazdım, iyi bir izleyici, iyi bir dinleyici olmakla yetinirdim).

Govend, sevdalıların biraz daha yaklaşıp, el ele tutuşmalarını sağlarken, henüz dile gelmemiş sevdalara da kapıları aralardı.   

Bir yönüyle de govend; gençlerin çevrelerine; “Ben de varım!.. Buradayım!.. Beni görün!..” çağrısı, bir meydan okuma, bir başkaldırı.. Bilirsiniz bu çağın sevdaları da ağlamaları da pek çoktur (hele de küçük yerlerde). Buraların sevdalıları sürekli olarak: “Bizi görürler,  gidip söylerler… Sonra ne yaparız!... endişesi içindedirler. Bunun için de sevdikleriyle uzak uzak bakışarak, "lal dili" ile konuşurlar.  

Oysa çoğu zaman gözler yetmez kalbini sevdasını anlatmaya...  

Klamlar; aşk, öfke, zulüm, kin, ölüm, göç, savaş gibi yaşanmış yoğun acı ve sevinç duygularını dile getirirler. Govend ise klamların solo-koro renk cümbüşü içinde dile getirilmesidir. Yani acıların bal edilme hali... Govend ise lal olmayı önlerdi. 

Tarih, Psikoloji ve Sosyal Psikoloji derinliği olan acı-sevinçleri; bazen bir çığlık, bir zılgıt, bir ıslık, bir tencere-tava vuruşturma, bir yanıp sönen ışık, bir direniş, bir bayram olarak toplumsal boyuta taşır. Böylece gün yüzüne çıkar sindirilmiş duygular... 

Zaman içinde govend bazı biçimsel değişiklikler geçirse bile, onun psikolojik-toplumsal özü hep kalıcı olacak, bu "öz" de insanları el ele tutuşturup, büyük buluşmalar sağlayacak.  

Şimdi de yazımızı noktalayıp devamını gelecek haftalara bırakalım.


Diğer yazılarım: tıklayınız



22 Mayıs 2020 Cuma

YAYLAMIZ “DEŞTA ZENAN” (6)

Yazı serimizin birisinde: “Yaylaya varmak için o bilinmedik insanlara ait harabe ve yazısız mezar taşlarına birkaç adım kala yol ikiye ayrılır”  demiştik ya... 

İşte şimdi o yol ayrımındayız. 


Karşımızdaki yaylada; insanı terleten, üşüten, korkutan, ürküten, acıtan, özgür kılan, sevinçle coşturan ve geçmiş ile geleceği düşündüren bir hava var. 
Bu hava ile geçmişimizle yüzleşebilir ve çıkardığımız derslerle de geleceğin barışık toplumu olabiliriz. Bu havayı solumak, estirmek, dalga dalga, adım adım çoğaltıp ülkeye ve insanlığa yaymak gerek. 

Bu yollar, bizi beş ayrı yayla yerleşkesine ulaştıracak. Fakat burada bir ön açıklama yapmam gerekiyor: Köyümüzde yedi ayrı aşiret olduğu halde, yayladaki Mahalleleri kuran büyüklerimiz komşularını seçerken aşiretçi anlayış ile hareket etmemişler, önceliklerini birinci derece akraba ve iyi arkadaşlar için kullanmışlar. 

Bu mahallelerden dördünün de sırtı birer dağa dayalı, yüzleri ise Deşta Zenan’a dönüktür. Bir mahalle ise adete iki tepenin arasına sıkışmış gibidir. Mahallelere isim veren büyük büyük dedelerimiz, bazı coğrafi özellik ve simgelerden esinlenmiş olacaklar ki buralara“Arê Bozık” (Tepe Yaylası), “Arê Kewan” (Keklik Yaylası), “Arê Qewêx” (Kavak Yaylası), "Arê Bîyê" (Söğüt Yaylası) “Arê Holan” (Yankı Yaylası) isimlerini vermeyi uygun bulmuşlar.

***

Kavşakta yayla ovasını karşımıza alıp, sağ yoldan ilerlersek; 15-20 dakika sonra  “Arê Bozık” (Tepedeki Yayla)’ya varırız. Burası "Vartug" deresinin vadiye girerek yaylayı terk ettiği yerin hemen sağındaki tepeye kurulmuştur. (Ben, 1950 Mart ya da Nisan ayında buradaki bir “Gom”da doğmuşum.)

Vartug deresini geçip yola 15-20 dakika daha devam ettiğinizde “Arê Kewan” (Keklik Yaylası)’na varırız. Bu mahallenin merası ile köy sınırımız biter ve Xajik köyünün sınırı başlar.

“Deşta Zenan”ı ortalayıp Vartug Vadisini takip eden yol, 1960’lı yıllarda Karakoçan-Kiğı kara yolu yapılana kadar Kızılkilise (Nazımiye), Xolxol/Gocag (Yayladere) ve çevre köyleri (yaya ve atlı olarak) Kiğı, Erzincan, Erzurum'a bağlayan tarihi bir yoludur.

Kavşakta yayla ovasını karşımıza alıp, sol yoldan ilerlersek; İlk durağımız  “Arê Qewêx” (Kavak Yaylası) olur. Burada yol yeniden ikiye ayrılır:

Sağa sapıp ‘Vartuk Dersi'ni geçer ve 15-20 dakika kadar yürürsek, iki tepenin arasına sıkışmış gibi yerleşmiş olan “Arê Holan” (Yankı Yaylası)’na varmış oluruz.

Yolumuza 20-25 dakika devam sağımızda olan "Vartug" dersini geçince tam karşımızda, Dat tepesinin eteğine bazen ikili, bazen de üçlü sıra halinde arka arkaya sıralanmış "Arê Bîyê" (Söğüt Yaylası) çıkar. ( 2-3 yaşımdan başlayıp 18 yaşıma  kadar her yaz bu yaylada olduğum için buranın bende çokça anısı/izi vardır.)    

Bu yayla sınırları aynı zamanda köy sınırlarımızın bitimi ve Haftarîç, Deştil ile  Xozavit köy sınırlarının da başlangıcıdır. 1960'lı yılların başına kadar bu yol Kiğı ilçesinden gelen yöre insanları Peri suyunun Kuzey-Batısında yer alan;   Xolxol/Conag (Yayladere) ve Kızılkilise (Nazımiye) ve Mazgirt çevrelerine ulaştırırdı.

***

Tarihsel bir not (1):
 
“Deşta Zenan”ın bir de tarihi tanıklığı vardır: Ekim 1917 Sovyet Devriminin hemen öncesi bahar aylarında Osmanlı-Rus Savaşı vardır. Köyümüze 4-5 saat uzaklıkta olan Bilice köyünde de bir Rus topçu birliği karargah kurmuştur. İşte o günlerde atılan bir top mermisi bizim "Arê Bîyê" (Söğüt Yaylası)'ındaki söğüt ağacına isabet eder ve parçalanıp yanmasına neden olur. 


Tarihsel bir not(2): 
Biz ve komşu köylerimiz halen de Deşta Zenan’ın en güzel yerinde bulunan Şawlet tepesinin önündeki harabelere:“Arê Filan" (Ermeni Yaylası), ovadaki bölüme de: "Deşta Filan" deriz.                                                                               

Dedelerimiz; "Şawlet tepesinin, 1800’lü yılların sonuna kadar, Ermeni Köyü “Hopus”a ait bir yayla olduğunu, bu köyde; kuyumcu, demirci, taş yontucu, duvarcı, ebe, terzi gibi pek çok zanaatkâr insan bulunduğunu... 1915'teki "zorunlu göç" ve sonrasında olan zalimce uygulamalarla “Hopus” köyünün tamamen boşaltıldığını ve bu yaylak alanın da köyümüzün merasına katıldığını..." söylerlerdi. 

Vikipedi-Özgür Ansiklopediden "Hupus" köyü hakkında aldığım bilgiler özetle şöyle: "Bir Ermeni yerleşimi, eskiden Khubs, Khopas, Khups isimleriyle bilinirdi. 1915'te 2400 nüfuslu ve 317 hane. Köy ürettiği şarabıyla meşhurdu. Köyün iki kilisesi, hamamı,  Pazarı, değirmeni ve 1879'da açılmış okulu vardı. Okulda, 1911-1912 ders yılında 201 erkek 152 kız öğrenci okurmuş. 1915'teki 'zorunlu göç' sonunda da bu köy tamamen boşaltılmıştır."

Yukarıdaki "tarihsel not" çok düşündürücü değil mi?

Bence bir de kıyaslama yapmamız gerekiyor: Komşumuz “Hopus” köyüne 1879’da okul açılmış!.. Bizim köyümüz “Zenan”a ise 1950 yılında…

Şimdi de bugünkü yazımızı noktalayıp devamını gelecek haftalara bırakalım. 



Diğer yazılarım: tıklayınız


15 Mayıs 2020 Cuma

YAYLAMIZ “DEŞTA ZENAN” (5)

Yayladaki İlk Günlerimiz
Köyden çoluk-çocuk ve hayvanlarını alıp yaylaya çıkanların, ilk üç-dört hafta içinde çözülmesi gereken çokça işleri ve sorunları olurdu.

Bu zorlukları annelerimiz önceliklerine göre sıralar, onlara kısa zamanda çözüm bulmaya çalışırdı. Tabii ki annelerin çok olan işlerine bunların da eklenmesi onları çok çok yorardı. 

Bu zor günlerde annelere en büyük desteği yeniyetmeler ve gençler verirdi. Köyde henüz ot biçme zamanı gelmediğinden, gençler ilk bir-bir buçuk ay boyunca daha çok yaylada olurlardı. Köye sadece yaşlılara yardım etmek, onlara yayla işi yiyecek-içecek ulaştırmak için ve acil durumlarda giderlerdi.

Yayladaki iş ve sorunları şöyle sıralayabiliriz:
·        6 yaş öncesi çocuklar ve bu yılki yavru hayvanları yeni çevreye alıştırma…
·        Komşularımızla, koyun ve keçilerimizi birleştirip "bugün kim çoban" listesi hazırlama ve uygulama…
·        Günün yarısı olduğunda sahipleri ve yavrularına süt vermeye gelecek olan keçi, koyun ve inekleri karşılama, yavrularla buluşturma...
·        Sütü değerlendirme, yemek hazırlama, hayvan barınakları ve ev temizliği...  
·        (Büyükbaş hayvanlar; geçen yıllardan deneyimli oldukları için pek fazla sorun yaratmazdı. Onlar, boğa ve öküzler koruyuculuğu ile özgürce dağa giderler, yavrusu olan inekler öğlen eve döner, sütünün çoğunu sahibine, kalanını da yavrusuna verir ve yeniden beslenip süt biriktirmek için dağdaki arkadaşlarına katılır ve karanlık olmadan da dönerlerdi. Bunun için de bu grup öncelikler listesinde çok fazla yer almazdı.)
·       Ve çok önemli bir konu da 7-10 yaşında olup, ailede bir emekçi olacak olan çocukları eğitmekti. Onların; buzağı, oğlak ve kuzuları otlatan iyi birer “şivan” (çoban) olması için kural ve yöntemleri öğrenmeleri, bu "işin" sorumluluklarını kavramaları gerekirdi.

Karik-Berxik-Golik û Zarok 

Karik-Berxik-Golik û Zarok” Türkçesi: Oğlak-Kuzu-Buzağı ve Çocuk... Eğer bir genelleme yapacak olursak, bu dörtlünün her birisi birer çocuk…

Nisan sonu Mayıs başında yavrular, anne sütüne ek olarak yeşilliklerle de beslenmeye başlar, çocukların da okulları tatil olurdu. İşte o zaman biz de bir "şivan" olur bu yavrularla çocuk çocuğa buluşurduk. Onlar hem oyun arkadaşımız hem de koruduklarımız idi. Bu coşkulu anlar bana/bize  unutulmaz anılar yaşatmış olacak ki, ta bugünlerde de konuşabiliyoruz.

Önümüze katıp götürdüğümüz yavrular yayla ovasına girer girmez büyük bir coşkuya kapılır, kimi çığlık çığlığa zikzaklar çize çize koşar, kimi uçarcasına zıplar, havada taklalar atardı. Kuşkusuz çocuksu duygulara kapılarak bu coşkuya biz de katılırdık, fakat bir de yoğun olarak “acaba?!..” korkuları yaşardık.

Çünkü biz bir “şivan” (çoban) idik, görev tanımlamamızda; bu yavruları ovada otlatıp doyurmak, olası tehlikelerden korumak, kaybetmemek ve onların anneleri ile buluşturmadan eve getirmek vardı.

Bir süre sonra yavruların coşkusu beslenme telaşına dönerdi, bizler de o anı değerlendirerek kenger toplar, akan sütün kuruyup sakız olmasını bekler ve bize toplayabilirsin denen mantarlardan toplayıp boynumuza asılı azık torbasına koyardık. Unutmadan söylemem gerek, yavrular ovada otlarken bir iki hafta içinde o nazik burunları yaralarla kaplanır, bazen kanar bu da bizi çok üzerdi. 

Koskocaman yayla ovasının ortasında şerit gibi incecik akan dere, bazı yerde gölet olup yeşil kurbağa ile yavru balıklara mesken olurdu. Fazla derin olmayan bu göletler Temmuz sıcağında bizim için yüzme havuzu olurdu. Ovada birkaç söğüt ağacı dışında başka ağaç yoktu. Yüksekte uçan kartallar, çevredeki dağlar arasında avcı uçuşu yapardı. Bizden biraz uzakta ise o gün işi olmayan at, eşek ve yavruları otlar, uzak diyardan gelip eski yuvalarını yenilemekle meşgul leylekler o bilindik melodiye uygun olarak gagalarını çarpıştırırlardı. 
Tanaş'ın Hikayesi

Annemin “Tanaş” adını verdiği bir ineği vardı. “Tanaş”, asabiydi ve biz ondan korkardık, o da bize pek yüz vermez kendisine yaklaştırmazdı. Annemin yıllar boyunca pek çok ineği olmuştu, fakat o en çok “Tanaş”ı sevdiğini söylerdi. Bu nedenle de yıllarca onun soyunu sürdürmek istemişti. Çünkü onun sütü biraz bol, yavruları erkek olursa çok güçlü bir öküz, dişi olursa da annesi benzeri bir inek olurdu. 

Fakat annemin hiçbir inek için Tanaş kadar üzülüp ağlamadığını söyleyebilirim. Tanaş asabi olduğu kadar korkusuz bir inekti, eğer yavrusu sütten kesilmişse o doymadan dağdan inmez, karanlık olunca da orada yatar uyurdu (Tanaş’ı aramaya çıktığımız o günlerde annemin; ağıtlar eşliğinde gözyaşı dökmesini ve “Tanaş, Tanaş, Tanaşşşş!..” diye seslenmesini hiç unutamadım.). 

Kimi gün onu bir kuytuda bulur, sevinç içinde alıp evimize dönerdik. Kimi gün ise bulamaz, üzüntü içinde eve dönerdik... Ve sabah çok erken kalkar, kartal uçuşlarını izlerdik. Çünkü kurtların öldürdüğü hayvanların etinden kartallar da pay alırdı, uçuş noktaları da bize kara haberi verirdi. Biz de acele ile ve korku içinde oralara giderdik. Özet: Bu Tanaş”, hem çok sevilen, hem de çok üzen bir inekti...     

Tanaş'ın bana özel capcanlı bir anısı da şöyle:  Ben yayla ovasının Haftariç köyü yaylasına yakın bir yerde 9-10 yaşlarında bir “şivanım” önümde doydu doyacak küçük bir yavru sürüsü var. Birden bire bir bağırtı duydum, “Tanaş’ın yavrusu golik ”, sesin annesine ait olduğunu anladı, hemen cevabi sesler çıkarıp koşmaya başladı ve kısa zamanda buluştular. Tanaş, önce yavrusunu selam verircesine yaladı ve sonra da haydi emmeye başla der gibi bir pozisyon aldı (alıntılanan temsili fotoğraf gibi): 

Bu buluşmaya engel olmaya çalışırsam Tanaş'ın, sivri uçlu, yarım ay boynuzlarına hedef olacaktım. Bu düşünce ile onlara yaklaşmıyordum. Mutlu buluşma anında yavrunun ağzına aldığı memeyi istekle emişi, o hazla annesine tos vuruşu ve kuyruk sallayışını izleyip, ağlıyordum.

Annem haberi almış, yanımıza varmıştı bile. Ona, kekeleyen kesik kesik hıçkırıkla olanları anlattım. Annem, gözyaşlarımı sildi, saçlarımı okşadı ve “Tışt nabi” (olur böyle şeyler) diyerek uzun uzun öptü.

Gözyaşlarım dursa bile üzüntüm henüz bitmemişti, çünkü Tanaş sütünü önce sahibi olan anneme değil de yavrusuna vermişti. Bu da bana görevini yapamamış olan birisinin mahcubiyetini yaşatmıştı.  

Eğer olay bugün olmuş olsaydı; “ O, kendisine ait sütü emmekle olması gerekeni yaptı” der, sevinirdim. 

Ama o gün ne  çok ağlamıştım!... Ne çok… 
   
Şimdi de yazımızı noktalayıp devamını gelecek haftalara bırakalım.


Diğer yazılarım: tıklayınız


8 Mayıs 2020 Cuma

YAYLAMIZ “DEŞTA ZENAN” (4)


Hafıza bir görüntü ister.
Bernard Russell 

Geçen hafta Mezela Spi zirvesine ulaşınca doğaya kuş bakışı ile bakmış, biraz oyalanmış, dinlenmiş ve Peri Suyu Vadisi görsel coşkusuna kapılmıştık. O coşku ile oynamış, eğlenmiş yayla evimize bir "mutlu-yorgun" olarak varıp, gecelemiş ve yeni güne hazırlanıp yeniden köyümüze dönmüştük.

Dün, bugünkü yazımı düşünerek kahvaltı yapıyor, aynı zamanda da FOX TV’de İsmail Küçükkaya’yı dinliyordum. Günün sürpriz konuğu ise: milyonların oyunu aldığı halde yok sayılmaya çalışılan partinin (HDP) Eş Genel Başkanı Mithat Sancar idi. Sn. Sancar, çok donanımlı bir hukukçu, sevecen biri kişilik... Tane tane ve vurgular yaparak herkesin anlayacağı şekilde konuşuyordu. Bu da monoton, dışlayan, ayrıştıran haberciliğe bir tat, bir renk katıyordu.

Sn. Sancar’ın bu etkili konuşmasındaki bir cümlesini, şöyle özetledim: “Anadilim Arapça idi, sokakta Kürtçe konuşan Kürt ikiz kardeşlerim ile tanıştım, Kürtçeyi de öğrendim...”  Sn. Sancar ile hemşehri olan Sn. Murathan Mungan da diyor ki: "Bildiğim, toprağın değil, dilin vatan olduğudur, insanı kardeş eden dildir. Kan bağı aldatır. Çünkü bağ çözüldüğünde geriye kan kalır." İşte bu sözler beni düşündürdü, etkiledi ve yazımın akışını biraz değiştirdi.…
   
Mezela Spi zirvesinden Peri Suyu Vadisi’ne bakarken doğanın o muhteşem görselliği duygularımı ele geçirmiş olacak ki, buradaki toplumsal dokuya  çok fazla yer vermemişim. Oysa doğa insanla bütünleşirse, ancak o zaman anlamlı bir yaşam alanı olabilir. Bunun için “soysal hafıza”yı da dillendirmeli...

Bilirsiniz, mitolojide Olympos dağına yerleşerek yer ve göğe hükmeden tanrılar tanrısı Zeus ile diğer tanrılar arasında zaman zaman güç savaşları yaşanır. Bu efsanelerden bir de şöyle:  Prometheus ve Epimetheus adında iki kardeş tanrı varmış. Çok akkıllı ve insan sever olan Prometheus, Zeus’a haber vermeden ateşi çalıp insanlığa hediye eder. Zeus buna çok kızar ve öç almak ister, ancak çok akıllı olan Prometheus yerine, onun biraz safça olan kardeşi Epimetheus’u hedef alır. Ve Epimetheus’a, yaratmış olduğu güzeller güzeli “Pandora”yı sunar. Zeus, ayrıca Pandora’ya; ‘kesinlikle açmayacaksın!...’  diyerek kapalı bir kutu hediye eder. Ancak Pandora, merakına yenik düşer ve 'acaba içinde ne var' diyerek bu kutuyu açar. Ve Zeus korkusu içinde hemen o anda kutuyu yeniden kapatır. Ama ne yazık ki olan olmuş ve  kutuda sadece umut tutuklu kalmış, diğer tüm kötülükler de dünyaya yayılmıştır…

O günden beri kötülükler ortaya çıkınca; “Pandora’nın Kutusu açıldı!" derler.

Bu bir efsane… Biz yine konumuza dönelim.

Peri Vadisi - Barış Vadisi

Peri vadisi; Erzurum sınırları içinde doğan Peri Suyu'nun, Bingöl'ün Yedisu, Kiğı, Yayladere, Elazığ'ın Karakoçan, Tunceli'ın Nazmiye ve Mazgirt ilçelerinden geçip Munzur'la birleşerek Fırat'a dökülene kadar devam eder.

Bu vadiyi çevreleyen pek çok dağ ve tepe vardır, biz bunları temsilen o vadide karşı karşıya duran en heybetli dört dağı seçelim: Çiya Korboğê ile Grê Gagfine ve karşılarındaki Silbus ile Taru, dağları... 

Bu dağlar, ilkbahar ve sonbaharda mitolojide anlatılan korkulu efsenler benzeri çokça savaş çıkarırlar. Yüklü bulutların arkasına saklanıp karşılıklı korkunç sesler çıkarıp bombalar atar, ışık hızlı mermiler, kül eden şimşeklerle savaşırlar.Sular coşar, fırtınalar çıkar. Tüm canlılar çaresizce korku içinde sinip bakar olup bitenlere. Zaten buradaki tüm canlılar sıkça olan yangın, sel, çığ ve deprem felaketleri yaşadıkları için ürkek ve de korkaktılar. 

Fakat buna karşın yaşam, kendi diyalektiği içinde akıp gider...

İşte bu yaşam diyalektiğine göre bu coğrafyaya (Peri Vadisi ve çevresi) bakarsak; Doğadaki biyolojik çeşitliliğin sosyal yaşama da yansıdığını görürüz. Daha öncesini çok iyi bilmesek bile asırlardan beri bu topraklarda Kürtler ve Ermeniler aşiretler halinde yaşarmış, çok sonraları 1071’de Türkler, 1700’li yıllarda Üsküp’ten Arnavutlar gelip yerleşmişler bu coğrafyaya. Demek ki buradaki köylerde, şehirlerde pazarlarda; İslam, Hristiyan, Sünni, Alevi inançları, Kürtçe, Ermenice, Zazaca, Türkçe, Arnavutça dilleri, farklı kültür ve yaşam tarzları yan yana gelmiş, karşılıklı hoşgörü ve saygı içinde yaşamış.

Belki bu insanlar; kimlik, inanç, sosyal yaşam, inanç farkları, ekonomik çıkarları için, daha çok da; su, tarla, bahçe, arazi, mera, alacak-verecek konularında karşı karşıya gelmişlerdir. Bu nedenle de; tartışma, kavga, bazen de ölümlü suç olayları da yaşanmıştır.

Ancak bölge insanları bu sorunlarını çözmek için hep ara bulucu bilge kişiler bularak ya da mahkemelerde haklarını aramışlar. Sonunda da dargınlıklar azalmış, barış olmuştur. Yöre insanlarının karşılıklı olarak; evlilik, kirvelik ve dostluklar kurması, bir arada yaşamayı daha kolay, barışı daha kalıcı,daha da güçlü kılmıştır. İşte bunun için; “Peri Vadisi = Barış Vadisi” olarak anılmıştır. 

Bir örnek olarak köyümüz Zenan bakalım; köyümüz, dört Sünni ve üç de Alevi köyü ile sınırları olan Sünni inancına bağlı bir köydür. Zaman zaman kendi içinde ve komşu köylerle su, tarla, bahçe, arazi, mera vb. gibi konularda karşı karşıya gelmiş olsalar da sonunda hep anlaşarak köy ve çevre köylerle barış sağlanmış birlikte yaşam kolaylaşmıştır.

 Ve “Barış Vadisinde” ‘Pandora’nın Kutusu’ Açılıyor

Şimdilerde Yedisu, Adaklı, Kiğı, Yayladere, Karakoçan olmak üzere toplam beş ilçe ve köylerini barındıran Peri Vadisi sadece Kiğı ilçesine bağlıymış. Ve bu yerleşim birimlerin hemen hemen yarısı da Ermenilere aitmiş. Buralarda insanlar, insani ve ticari ilişkiler kurmuş barış içinde yaşarlarmış. (Olur ya, eğer bu bilgilere inanmayanlar varsa, lütfen bilgisayardaki bir arama motoruna başvursunlar.)   

Ancak bu barış coğrafyası; 1900'lı yılların başlarında ve 1937'de çok büyük acılar yaşamıştır. 1909-1915 yılları arasındaki insani felakette Ermenilerin, malları talan edilmiş, çocuk-kadın-yaşlı suçsuzların bir kısmı öldürülmüş, kalanları ise zorunlu göç ettirilmiş, gidenlerin büyük çoğunluğu da göç yollarında ölmüştür. 1937 yılında ise, bir bölümü Peri Vadisi içinde yer alan  Dersimli Alevilerin çocuk-kadın-yaşlı suçsuz insanları mağaralarda imha edilmiş, bu insanların bir kısmı da başka diyarlara sürgün edilmiştir. Böylece çok büyük acılar yaşanmıştır. 

Şimdi herkese iki vicdani soru:

Bunca Ermeni neden/niçin köyünü, evini, tarlasını terk etti?  

Dersim'in çocuk-kadın-yaşlı suçsuz insanları neden/niçin öldürüldü?

Bence bu barış ortamını emperyalist işbirlikçi ve tetikçileri olan;  ağa, bey, şêx, mir, hamidiye alayı ve benzerleri tarafından yok edilmiştir. Bu sonuca da yalan yanlış algılar yaratarak, halkları ayrıştırıp inançsal, ırksal düşmanlıklar yaratılarak ulaşılmıştır. Böylece ikiz-üçüz-dördüz kardeşlik kalmış, ne de dünün "sevgili komşusu", kalmıştır. Bunların yerine öfke, kin, nefret dolu bir düşmanlık kalmıştır... 

Siz ne dersiniz?

Şimdi de yazımızı noktalayıp devamını gelecek haftalara bırakalım.


Diğer yazılarım: tıklayınız